Ne kadar güzel şey;
Yolun üstündeki bina
Yıkıldığı zaman
Bilinmeyen bir ufuk görmek.
-orhan veli-
Peki bir çocuğu dünyaya getirerek onu ölüme mahkum etmeye ne demeli?
Daha da ötesi , bir çocuğu dünyaya getirmeyerek onu doğmadan öldürmeye?
Sonra eğer denecekse ki :
“Bu çocuğu dünyaya getireceksin de sonra ona barınak, yiyecek, sağlık hizmeti, veremeyeceksin. Oysa biz ancak işleyebildiğimiz bilinçler ölçüsünde değerliyiz, üstünüz.”
O zaman bu sözlerle, tüm bu fırsatlardan yoksun lakin şu an yaşamaya da mahkum olan milyarları göz ardı etmiş olmuyor muyuz? Buradan da onların varlıklarının ve yokluklarının bir olduğu sonucu çıkmıyor mu? Böylece onları, dünyanın asalaklarını(!) , eğitimli üstün sınıfın önünü tıkamamaları için yok etmek gerektiği düşüncesini meşrulaştırmıyor muyuz? Dünyaya dev bir göktaşı çarpsa da sadece sığınaklarda yaşayan, zeki, eğitimli, yaratıcı, üstün insanlar hayatta kalsa ne de yüksek bir kültür meydana getirirler, insanlık tarihi boyunca hep “olması gereken” olarak kalan “idealleri” gerçeğe dönüştürürlerdi belki de.
Ama şu da var: “Bir kelebeğin kanat çırpışı ve böylece hareket ettirdiği atomların yarattığı etki gelecekte binlerce insanın ölümüne, binlerce insanın da doğumuna neden olacak. Hiç birimiz buna engel olamayacağımız gibi bundan sorumlu da tutulamayız.
Belki bizim hareket ettirdiğimiz atomlar nedeniyle isimler, şekiller, hayatlar değişecek, ama hareketimizin “geleceği değiştiren ve öngörülemeyen bu etkisi” hep olacak. Öngörülemeyen gelecekten sorumlu olamayız ve üzerine yorum da yapamayız Yani, doğurarak ölüme mahkum ettiğimizi düşündüğümüz veya doğurmadığımız için bir bilinci daha baştan yok ettiğimize inandığımız çocuğumuzdan da “öngörülemeyen gelecekte” olacaklara etkisi nedeniyle sorumlu tutulamayız.
“Peki o zaman biz neyden sorumluyuz?” diye soracak birileri ister istemez.
Ona da: “gelecekten veya geçmişten değil; var olan şimdiden, buradan ve bugünden sorumluyuz.”, diye cevap verecek bir başkası…
“E, peki bugün için yaptıklarımızın geleceğe etkisine ne demeli? Ya bugün için iyi niyetle ve sınırsız bir hümanizmle yarattıklarınız geleceğinizin bir cehenneme dönüşmesine neden olacaksa?”
……………………………….
“Alevler! Her taraf yanıyor” diye bağırarak uyandı uykusundan. Rüyasında kendisini bir anda lavlar , alevler arasında bulmuştu. Kapana kısılmış bir fare gibi kurtulmaya çalıştıkça kapana daha çok sıkışıyor, çevresini gür alevler kaplıyor ve o, çaresizlik içinde bağırıyordu: “Her taraf, her taraf yanıyor!
Karısı da bu bağırışa uyanmıştı. “Sakin ol canım” dedi, “geçti, bak ben yanındayım ve yanan bir şey de yok, merak etme.”
“Her şey yanıyordu” diye tekrarladı uykuyla uyanma arasındaki Franz… Karısı ona sarıldı. “Çok terlemişsin ama sen, hemen üstünü değiştir istersen” dedi ve Franz’a doğrulması için yardım etti. Franz üstündekileri çıkarırken “bu son olaylar seni çok yoruyor”, diye devam etti sevgili karısı Felice. “Dış dünyadan gelen mesaj, toplantılar ve o içine gömülüp de bir türlü başını kaldıramadığın eski kitaplar…”
Franz hala yaşadığı şokun etkisindeydi. Rüyanın sarsıcı şoku yavaş yavaş geçmekle beraber onun yerini “Acaba?” sorusunun verdiği endişe dalgası alıyordu… Adeta kendinden geçmişti. “Franz, Franz hayatım, beni dinlemiyor musun sen? İyi misin gerçekten? Senin için çok endişeleniyorum. Biraz dinlenmen lazım. Güzel bir tatile ne dersin?”
Franz üstünü değiştirmişti, tekrar yatağa uzandı. “Belki, ama şimdi sırası değil” diye sayıkladı, yalnızca kendisinin duyabileceği bir sesle. Sonra yine derin bir uykuya daldı.
Kocasını tekrar uyuduğunu gören Felice konuşmasını kesti ve kendini sırt üstü yatağa bıraktı. Elleri buz gibiydi. Hareketsiz, yüzünü tavana dikmiş, öylece uzun süre yattı. Bu sırada gözleri sonuna kadar açılmış, şaşkınlıkla ve korkuyla soruyordu kendi kendine: “Bize ne oluyor böyle? Neler oluyor?”
(II) Franz ertesi gün erkenden kalktı. Alelacele kahvaltısını edip komite toplantısına katılmak üzere evden ayrıldı. Evden ayrılırken Felice’i uyandırmamaya dikkat etmişti.
Ama Felice uyumuyordu ve kocasını tanıdığı günden beri onda görmediği bu garip davranışları hayretle izliyordu. Franz, bugüne kadar bir kez olsun onu öpmeden evden çıkmamıştı ve hiçbir sabah yalnız kahvaltı etmemişti.
Evlendikleri günden beri kocasında gördüğü kararlı, kendinden emin gülümseyen yüz şu son üç günde yerini dalgın ve kararsız, adeta çarpılmış bir surata bırakmıştı. İşin garibi, Felice, kendisinde de şimdiye dek hiç karşılaşmadığı olağandışı bir şüphe ve endişe hissine kapılmıştı. İçinde bulunduğu durumu tam olarak anlayamıyor, sadece müthiş bir huzursuzluk duyuyordu. Peki işler ne zaman kötü gitmeye başlamıştı. Bunu soruyordu kendi kendine. Franz felsefe bölümünden, uzak tarih araştırmalarına geçtiği günden beri onda bir değişiklik sezinlemişti. Ama o zamanlarda da yine güler yüzünü karısından esirgemiyor, her akşam çocuklarla oyun oynuyor, geceleri de deliksiz mışıl mışıl uyuyordu. Ne kadar güzel, ne kadar düzenli ve ne kadar mutlu bir yaşamları vardı. Felice derin bir iç geçirdi. Neredeyse mükemmele ulaşmışlardı. “Mükemmel” diye mırıldandı kendi kendine. Her şeyi, evet her şeyi, kendilerini “dışlanmışlar” mı ne diye adlandıran uzay adamlarının gönderdiği ve dünyaya yaklaştıklarını, iki gün içinde iniş yapacaklarını bildiren o anlamsız mesaj değiştirmişti. Bundan beş yüz sene önce olsa Felice’in “dışlanmışlar”dan nefret etmesi beklenebilirdi. Ama bu çağda sadece şaşırmakla yetiniyordu. Daha fazlası kendisi için çok ama çok yıkıcı olabilirdi. “Kaos” diye mırıldandı. Bu sözün ne anlama geldiğini bilmiyordu, sadece gelen mesajda geçen bir kelimeydi bu. Felice, çocukları uyandırmaya gitti…
(III) Franz, komite odasına girdiğinde, karşılama komitesinin üyeleri çoktan yerlerini almışlar, hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Franz, sessizce yerine oturdu. Bir süre için varlığı kimsenin dikkatini çekmemişti. Tam tekrar düşüncelere dalacakken başkan ona doğru döndü
“Sayın profesör Kafka, sizi daha erken bekliyorduk, pek yorgun gözüküyorsunuz”
“Geceyi iyi geçirmedim” demekle yetindi Franz.
“Öyleyse sizi anlayışla karşılıyoruz. Ne de olsa her gün 25 ışık yılı uzaktaki komşularımız tarafından ziyaret edilmiyoruz, değil mi?”
“Pek tabii, haklısınız” diye gülümsedi neo-psikolog Freud. “Hele bunlar bizimle aynı soydan geliyorlarsa.”
Uzun zamandır yerinde duramayan teo-filozof Hegel heyecanla atıldı: “Onları güzel dünyamızın, mükemmeliyet merkezinin ışıklarıyla aydınlatmalıyız, oluşturduğumuz sonsuzluk sentezini, kurduğumuz büyük mutluluk evrenini onlarla paylaşmalıyız, her şey insan için ve pek insanca!”
“Sakin olunuz sevgili Friedrich” diyerek filozofun sözünü kesti başkan Ulyanov, “coşkunuzu anlıyorum. O büyük felaket yüzünden tam beş yüz yıl ayrı kaldığımız kardeşlerimiz geliyor. Onlara oluşturduğumuz sosyal adalet sistemini, ulaştığımız en üstün eğitim ve felsefe anlayışımızı göstermekten gurur duyacağız. Peki bakalım onları eğitebilecek miyiz? Zira onların ataları beş yüz yıl önce yapılan zeka ve entelektualite testlerinde barajı aşamamış, büyük göktaşına karşı yapılan sığınaklara kabul edilmemişlerdi.”
“Haklısınız, bu oldukça zor olacak” diye söze girdi sosyopolitik tarihçi Marx, “Bundan tam beş yüz yıl önce, o büyük göktaşının dosdoğru dünyaya yaklaştığı anlaşıldığında, inşa edilmeye başlanan sığınaklar ancak bir milyon insanı barındırmaya yetecek kapasitedeydi. Bir milyon insan ve insanlığın tüm bilimsel buluşları, sanat şaheserleri ve kütüphaneleri… 21.yy’da henüz biyo-depolama yöntemi geliştirilmemişti. Öyle olsaydı belki sığınaklar o taş ve tuval yığını yerine bir milyon insanı daha kurtarabilirdi. Ama bugün de inandığımız gibi o büyük şaheserler hiçbir şekilde feda edilemezdi. Bu doğru bir seçimdi kuşkusuz. Az sonra dünyaya varacaklaraysa bunu kabul ettirmek oldukça zor olacaktır. Kendilerini dışlanmış bizleriyse seçilmiş olarak kabul eden ve yıllar önce içimizden söküp attığımız o zararlı ve tehlikeli nefret ve intikam duygularıyla güzel dünyamıza doğru yaklaşan o diyalektik gelişimini tamamlayamamış soyun temsilcilerine…
“Ama sistemimiz, üstün teknolojimiz ve mutluluğumuz onları büyüleyecektir elbette. Bir çöl olarak terk ettikleri dünyalarını yemyeşil çayırlarıyla, kavgasız, dertsiz tasasız insanlarıyla, bir barış ve mutluluk adası olarak tekrar gördüklerinde, sakinleşecek, durulacak ve her türlü insanlık dışı duygudan arınacaklardır.” diye söze karıştı filozof-teolog Darwin.
“Uzak gezegenlerden geliyoruz…
Öngörülemez bir geleceğin, tam kaosun içinden.
Beş yüzyıl öncekinden çok daha farklı
Beş yüzyıl öncekinden çok daha özgür
Beş yüzyıl öncekinden çok daha sarsılmış
Beş yüzyıl öncekinden çok daha sarsıcı
Öngörülemez yaratımlar peşinde
Öngörülemez bir göktaşını sıyırıp geçen
Bir kelebeğin kanat çırpışı gibi
Biz dışlanmışlar, siz seçilmişlerin yanına”
“Bu ne kibir” diye söylendi kuantum-fizikçi Newton, herkesin iki gündür ezbere bildiği dışlanmışlardan gelen bu mesajı alaycı bir gülümsemeyle tekrarlarken.. “Bu dışlanmışlar kendilerini Tanrı yerine koymuşlar adeta. Atalarımızın o dışarı çıkılamayan ilk yüzyıl içinde sığınaklarda, -bugün ben dahil gezegenimizde yaşayan milyonların isimlerini gururla taşıdığımız-, Platon’dan Marks’a, Hegel’den Sartre’a kadar inceledikleri tüm filozofların düşünceleri, İsa’dan, Muhammed’e, Buda’dan , Konfiçyus’a sentezledikleri tüm din öğretileri ve Galilei’den Einstein’a, kadar tekrar gözden geçirilen tüm fiziksel ve bilimsel kavrayış yok sayılmış adeta. Hiçbir şey bilmeksizin ve çok uzaklardan, bizi sarsmaya geliyorlarmış sözüm ona.” Tekrar acımayla karışık bir gülümseme kaplamıştı yüzünü. “Ama eğitimimiz ve bilgeliğimiz onları alt edecek, yola getirecektir. Bakın daha ilk günkü gezi onları nasıl değiştirecek” diye sözlerini tamamladı Newton, kendine sonsuz güvenen bir tavırla..
“Şüphesiz Newton, şüphesiz. Peki sizin araştırmalarınızın nasıl gidiyor bay Kafka? Atalarımız büyük çarpışmadan sonraki yüzyıl boyunca sığınaklarda mükemmel sistemi yaratırken dışlanmışlar neler yapıyordu? Bize uzak tarih konusundaki son bulgularınızı anlatır mısınız? Belki bugünkü karşılaşma için faydalı olabilir..”
Koltuğunda, az önceki konuşmaları kayıtsızlıkla dinleyen Franz, Başkan Ulyanov’un soru yağmuru karşısında önce afalladı, sonra dalgın dalgın “her şey ortada” diye mırıldandı.
“Sizi anlayamıyoruz sevgili Franz. Lütfen biraz daha yüksek sesle konuşamaz mısınız?” Başkanın ısrarı ve tüm üyelerin kendisine çevrilmiş yüzleri onu biraz olsun yaşadığı ana döndürmüştü.
“Açıkçası ,” diye başladı Franz “büyük çarpışmadan sonra atalarımız felsefi ve bilimsel kitapların içinde gezindikleri sırada bir grup insan da dışarıda yaşam savaşı veriyordu. Son bulgularıma göre o günkü dünya nüfusu olan 6 milyar insandan sığınaklardaki atalarımız dışında yalnızca 200-300 milyon kadarı ilk çarpışmadan sonra hayatta kalabilmişti. Bunlar da çarpışmadan önce özellikle yüksek dağların doruklarına ulaşabilen ve suların yükselmesinden etkilenmeyen dağınık gruplardı. Atmosferdeki karbon monoksit oranın artması ve göğün bir toz bulutuyla kaplanması zavallı 200 milyon insanın da yaşamasına olanak vermedi. Geriye kalan küçük azınlık ise ölümün yaklaştığını iyice anlamış olacak ki yeryüzünü son kez görmek uğruna tepelerden ovalara indi. Onların da bir çoğu Teksas ve Fransa düzlüklerinin derinliklerinde kurulan sığınakların giriş kapılarında can vermişlerdi. Geçen haftaki Fransa gezimde bu konuda çok sayıda bulgu elde ettim. Sadece St.Etién kapısında 25.000 farklı DNA kalıntısı buldum. İki gün evvel de diğerlerine göre çok daha küçük ve önemsiz bir diğer sığınak olan Kazakistan düzlüklerinin ortasındaki Baykonur yakınlarında yer alan sığınağı incelemeye gittim. Şüphelerimde yanılmamışım. Her nasılsa çarpışmadan sonra sığınağın yakınlarında bulunan uzay üssü zarar görmemiş. O sığınağa ulaşmaya çalışan küçük bir grup bunu fark etmişler. Araştırmalarıma göre 2160 yıllarında uzay üssü tekrar faaliyete geçmiş olmalı. Oradaki bilimsel kaynaklar ve dağlardan ve çok uzaklardan binbir güçlükle getirilen madenler sayesinde dev bir uzay gemisi inşa edilmiş ve 2175 yılında uzay gemisi geriye kalan 5000 mürettebatıyla dünyayı terk etmiş. Gemi üssü terk ederken , geride hiçbir iz bırakmamak üzere –ki bunun nedenini bilemiyorum- üs yok edilmiş.
“Peki üs, geride hiçbir iz kalmayacak şekilde yok edildiyse siz tüm bunları nasıl anladınız?” diye söze karıştı Newton.
“Bu hiç de kolay olmadı sayın fizikçi” dedi Franz. “O bölge tamamen çölleşmişti ve kumdan başka bir şey bulmak mümkün değildi. Ama kumu analiz edince bölgede doğal olarak bulunmayan birçok madene rastladım. Analiz sonuçları bu madenlerin daha çok havacılık ve uzay sanayiinde kullanıldığını gösteriyordu. Bölgenin tarihi üzerine Daha sonra yaptığım araştırmada burasının 1950’li yıllarda o zamanki Sovyetler Birliği tarafından kurulmuş bir uzay üssü olduğu ortaya çıktı. Üs Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra da “Uluslararası Uzay Üssü” nün inşası için merkez olarak kullanılmış. Dolayısıyla büyük uzay araçları için gerekli teknolojik altyapıyı barındırıyormuş.” Franz durakladı…”Ve bir de şu var…” sonra sustu. Onlara, dışlanmışların, dünyayı terk etmeden önce seçilmişlere bıraktığı son mesajı, Baykonur sığınağının kapısına mikro boyutlarda lazerle kazınmış şu satırları söylemekten kendini alıkoydu :
“Peki bir çocuğu dünyaya getirerek onu ölüme mahkum etmeye ne demeli?
Daha da ötesi , bir çocuğu dünyaya getirmeyerek onu doğmadan öldürmeye?….
“Bir de ne var?” diye üsteledi Hegel…
“Bir de şu var ki onlar kaosu kabul etmişlerdi” dedi… Diğerleri şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Nasıl olsa onlara bunu anlatamazdı. Zaten kendisinin de olan biteni tam olarak anladığı şüpheliydi.
…..Ya bugün için iyi niyetle ve sınırsız bir hümanizmle yarattıklarınız geleceğinizin bir cehenneme dönüşmesine neden olacaksa?”
Koltuğuna gömüldü. Az sonra tekrar derin düşüncelere dalmıştı.
(IV) Ziyaretçi gemi öğleden sonra saat üç sularında yörüngedeki ön istasyona varmıştı. Yerdeki karşılama komitesi üyeleri heyecanla konuklarını yeryüzüne indirecek asansörü bekliyorlardı. Başkan Ulyanov, başkan yardımcısı Darwin, Freud , Hegel, Marx, Newton ve Dünya Federasyonu’nun beş yerel temsilcisi vardı bu komitede. Ayrıca halktan kadınlar, erkekler, çocuklar da konuklara çiçek vermek üzere asansörün giriş kapısı yanında karşılıklı sıralanmıştı. Franz, düşünceli, yıllardır beraber çalıştığı arkadaşlarını gözlemliyordu. Hepsi, kendisi de dahil, mükemmelliği ve saflığı sembolize eden baştan aşağı beyaz ve göğsünde Dünya-Federasyonunun sarı, parlak güneş şekilli arması bulunan üniformalarını giymişti. Ulyanov ve Darwin yan yana duruyor, birbirleriyle konuşmuyor, sadece dimdik ayakta, elleri arkalarında Olimpos’a tırmanmayı başaran kullarını aydınlığa kavuşturmaya hazırlanan Tanrılar gibi, bekliyorlardı… Hegel her zamanki gibi yerinde duramıyor. Yüzündeki o koca gülümsemeyle oradan oraya hızlı hızlı yürüyor sonra duraklıyor, tek ayağı üzerinde dönerek başladığı noktaya geri geliyordu. Marx’la Newton, dışlanmışları nasıl eğitecekleri konusunda çeşitli teoriler geliştirmiş hararetle bunları tartışmaya dalmışlardı. Yerel temsilcilerse –dünya üst meclisinden tanışıyor olacaklar- birbirlerine neşeli şeyler anlatıyorlardı. Franz uzaktan, onların sık sık kahkahalarla güldüklerini görüyordu. Evet, Franz yalnızdı. Bunca yıldır tanıdığı dostları, karısı, çevresindeki herkes onun için yabancıydı. Kimsenin onu anlaması mümkün olamazdı. Hayatında kendini hiç böyle umutsuz hissetmemişti. Zaman zaman kısa süreler için bu yalnızlık duygusunu duyumsamış olsa da hemen bir filozof-doktor tarafından telkin edilmiş ve huzurlu yaşamına geri dönmüştü. Ama bu sefer farklıydı. Bunu seziyordu. Sezgi tek başına çok anlamsızdı ama salt sezmenin ötesine geçemiyordu.
Tam bu sırada asansörün yere ulaştığı haberi geldi. Komite hemen karşılama düzenini aldı. Başkan ve yardımcısı vakur adımlarla kapıya doğru yaklaşıyordu. Kapı açıldı. Çocuklar ve genç kızlar çiçekleriyle öne atıldılar. Kapının arkasında görünen, baştan aşağı siyah bir pelerin içinde, uzun boylu bir adamdı. Aslında gelenin bir adam mı yoksa kadın mı olduğu da pek anlaşılmıyordu. Pelerinin başlığı yabancının yüzünün görünmesini engelliyordu. Başkan Ulyanov sesinin tonunu ayarladı ve konuşmaya başladı: “Çok uzak diyarlardan, güzel dünyaya, ata yurduna hoş geldin yabancı” Yabancı başlığını çıkardı, evet o bir erkekti. Ama olağan bir erkek değil. Uzun yüzü, birbirine karışmış sakal ve bıyıkları ve uzun saçlarıyla bu dünya için bir yabaniyi andırıyordu. Bekleyenleri şaşırtan başka bir şey daha oldu bu sırada. Asansörün kapısı kapandı. Gelen yalnızca bir kişiydi. O kadar yolu tek başına aşmış ve dünyaya yalnız başına gelmişti.
Yabancı, neşeyle ona çiçek uzatan küçük bir kızı kucağına alarak sevdi. O simsiyah adamın ellerinde bembeyaz elbiseleri ve çiçekten yapılmış tacı ile çocuk, ışıl ışıl parlıyordu sanki. Sonra çocuğu yere bırakarak konuşmaya başladı. “Hoş bulduk, dışlanmışların dünyası Kızıl Elma’dan siz seçilmişlerin güzel dünyasına selamlar getirdim.” Yabancı doğal olarak anlaşılması güç eski bir lehçeyle konuşuyordu. Ama eski diller konusunda uzman olan Ulyanov söylenenleri anlamakta zorlanmadı. Bu sefer onun lehçesine yakın bir tonla devam etti sözlerine: “Ben Vlademir İlyiç Ulyanov, Dünya Federasyonu, üstün yaşam geliştirme uzmanı ve bu karşılama komitesinin başkanıyım. Arkadaşlarım ve ben sizi dünyamızda ağırlamaktan büyük memnuniyet duyacağız. Aslında biz sizi daha kalabalık bekliyorduk, artık on kişi için hazırladığımız tüm yemekleri siz tek başınıza yemek zorunda kalacaksınız.” Başkan Ulyanov içtenlikle gülümsedi. Yabancı da aynı şekilde karşılık verdi.
”Ama daha isminizi bile bilmiyoruz sevgili dostum “
“Adım Mansur” yabancı nazikçe elini uzattı. Ulyanov, herhangi bir bulaşıcı hastalık riskine karşı eldiven giydiği elini uzatarak karşılık verdi. “Memnun oldum.” Sonra eline bakarak “Kusura bakmayın” dedi , “hastalık riskine karşı”. Mansur başıyla onayladı.
“Şimdi sağlık kontrolünden geçeceksiniz. Bu arada dilerseniz yardımcılarım yanınızda getirdiğiniz doküman ve eşyaları kalacağınız yere bıraksın. Bize getirdiklerinizi görmek için sabırsızlanıyoruz.
“Yanımda bir şey getirmedim” dedi Mansur, komite üyelerinin şaşkın bakışları arasında. Ama size gezegenimde hemen herkesin ezbere bildiği bir şiiri okuyabilirim.
Sonra Mansur gözlerini kapadı. Bir süre düşündü ve aniden gözlerini açarak yüksek sesle şiiri okumaya başladı:
“İğrenç maskeler düştü
Bir başına özgür , hiçbir kısıt yok eylemini bunaltan
Kralsız ve Asasız,
Ama kendinin sultanı o,
Eşit , sınıfsız , kabilesiz , ulussuz,
Artık ast değil, üst değil,
Korku duymuyor hiçbir şeyden, secde etmiyor hiçbir şeye
Kendinin kralı, adil, soylu, bilge
Peki azapsız ve ihtirassız mı? –hayır,
Henüz kurtulmuş değil suçtan ya da acıdan
Ki onun arzusu üzerine yaratılmışlardı
ya da kendi arzularıyla katlanmıştı onlara insan,
Ve bir köle gibi hükmederek onlara
Daha kurtulmuş değil talihten, ölümden ve vefasızlıktan
Bunlardan başka ne dikilebilir önüne yalçın karartısıyla
Şu yüklü, gergin boşluğun en yücesinde oturan
Dipsiz göğün en mağrur yıldızının…” (*)
Mansur sustuğunda, komite üyeleri bir an hareketsiz kaldılar. Sonra fısıltılar başladı. Newton’un Marx’a eğitimin tahmin ettiklerinden zor olacağını anlattığı duyuluyordu. Ulyanov, Mansur’a gülümsüyor, yalnız bu sefer bu olgunlaşmamış yaratığa karşı duyduğu acıma gülümsemesine yansıyordu. Franz’sa Mansur’un gözlerine bakıyordu. O gözlerin derinliklerinde bir parıltı görmüştü sanki. Bir kıvılcım. Ama huzur veren bir ışık değildi onun gözlerinde gördükleri. Sadece coşku veriyordu, çok büyük bir coşku!
Evet, o kıvılcım, şeytani bir yansıma olsa gerekti. Ama şeytanın yok edildiği bir dünyada yetişen Franz’ın bunu anlaması imkansızdı. O sadece garip bir şekilde, artık yalnız olmadığını duyumsuyordu. O yalnızlık ve dışlanmışlık hissi, bir dışlanmışın ziyaretiyle yerini anlayamadığı bir heyecan ve coşkuya bırakmıştı….
(V) Mansur’un ziyareti Dünya Federasyonu’na bağlı tüm yerleşimlerde büyük heyecan uyandırmıştı. Holo-Tv’de sık sık Mansur’un gezileri esnasında çekilen görüntüler yayınlanıyordu. Genellikle pek konuşmayan yabancı, ona anlatılanları dikkatle dinliyor, arada bir, pek seyrek de olsa birkaç soru soruyordu. Yanından hiç ayrılmayan başkan Ulyanov, Darwin, Marx, Newton ve Hegel de bu sorulara içtenlikle karşılık veriyor, yabancının mükemmel dünyaları karşısında sık sık hayrete düşmesi onlara büyük keyif veriyordu. İlk günler böyle geçti. Franz da bir dakika olsun Mansur’un yanından ayrılmamıştı, o da çok fazla konuşmuyordu ama sanki konuşmalarına gerek kalmadan aralarında bir yakınlık doğmuştu. Aslında yakınlıktan da öteydi bu, tanımlaması güçtü, tutkuyla bağlılık demek biraz yanlış anlaşılabilecek olsa da böyle bir şey oluşmaya başlamıştı aralarında. Birbirlerine ısınmışlardı. Bir gün Franz, istem dışı bir arzuyla, Mansur’a onu, o gece evlerinde konuk etmek istediklerini söyledi. “Ben ve eşim Felice sizi evimizde ağırlamaktan şeref duyacağız.” Yeni yeni öğrendiği modern lehçeyle “O şeref bana ait!” diyerek gülümsemişti Mansur.
Mansur’un geleceği akşam Felice, oldukça sıkıntılı ve bitkin görünüyordu. Günlerdir kocası eve uğramıyor, arada bir, o da çok geç saatlerde sadece uyumak için geliyor, sabah erkenden de evden ayrılıyordu. Tüm hayatı yabancıdan gelen ilk mesajdan beri altüst olmuştu. Felice, olanlara bir anlam veremese de içten içe kocasını elinden alan, çoktan aralarına giren Mansur denen yabancıdan tiksiniyor, lakin bu hissi ne kendisi tanımlayabiliyor ne de açıklayabiliyordu. Her şeye rağmen hazırlıklarını yapmış, yabancı konuk için oldukça güzel bir sofra hazırlamıştı, ona böyle yapması öğretilmiş, buna alışmıştı…
(VI)Mansurla Franz kapıda göründüklerinde hava çoktan kararmıştı. Epey uzaktan ağır adımlarla hiç konuşmadan geliyorlardı. Felice, onlar gelirken yabancıyı tepeden tırnağa süzdü, kocasını böylesine büyüleyen adamla tanışmak için sabırsızlanıyordu. Nihayet kapıya vardıklarında Mansur eğilerek Felice’i selamladı. Doğrulurken, “gözleriniz büyüleyici” deyiverdi birden, “gözlerinizi üzerimde dolaştırırken derinliklerindeki korkuyu gördüm, üstüme yıktığınız ağırlık, taşımak çok ama çok zor…” cümlesini tamamlamadan eski lehçesiyle “bu gezegende her şey kanıyor” diye mırıldandı. Franzla Felice birbirlerine bakmakla yetindiler yalnızca, neden sonra “Bak Mansur” dedi Franz, bu eşim Felice. “Memnun oldum” diye karşılık verdi Mansur, “onunla rüyalarımın birinde tanışmıştım.” “Ama nasıl olur?” diyecekti Felice, lakin mırıldanmakla yetindi. Az sonra sofraya oturduklarında yine göz göze gelecekler ve Felice daha önce hissetmediği bir iç huzuru ve gevşemeyi hissedecekti bedeninde.
Yemeye başladıktan epeyce sonra “demek uzak tarih konusunda araştırmalar yapıyorsunuz sevgili Franz” diye sessizliği bozdu Mansur, burada herkesin birbirine “sevgili” diye hitap etmesi ona oldukça garip ve yapay gelse de böyle davranmayı uygun görmüştü. “Evet” dedi, “özellikle sizin atalarınızın dünyayı terk ettiği zamanları araştırıyorum.” Mansur’un yüzü bir anda değişti. “Peki bir çocuğu dünyaya getirerek onu ölüme mahkum etmeye ne demeli?” diye fısıldadı, “Daha da ötesi, bir çocuğu dünyaya getirmeyerek onu doğmadan öldürmeye?….” Franz kalakalmıştı. “Yaptıklarınız affedilir değildi ama biz yine de affettik, çoktan affettik sizleri” diyerek inlemeye başladı Mansur, gözleri alev alev yanıyordu. “…..Ya bugün için iyi niyetle ve sınırsız bir hümanizmle yarattıklarınız geleceğinizin bir cehenneme dönüşmesine neden olacaksa?” diye tamamladı Franz. “Demek mesajı gördün” hayretle baktı Mansur. “Mesaj devam ediyordu ama ancak buraya kadar çözebildim, silikti, okunmuyordu, niye, neden yok ettiniz üssü ve arkanızda kalan her şeyi?” diye sordu Franz. “Biz hiçbir şeyi yok etmedik” dedi Mansur, “esas siz tarihinizi yok etmişsiniz, silmişsiniz tüm mesajları… Tarihin sonuna erdiğinizi düşünüyorsunuz belki, oysa dünyanızda kaldığım süre boyunca anladım ki siz tarihi geriye döndürmüş, sistemli bir şekilde silmektesiniz. Biz çok uzaklarda kendi ayaklarımız üzerinde durmaya çabalarken siz bir çeşit heyecanlı yas faaliyeti içinde büyük çarpışmadan önceki yüzyıllara damgasını vuran tüm olayları örtmekle ve son beş yüz yılı aklamakla meşgulmüşsünüz. Sanki bu süre içinde yapılan her şey, milyarlarca insanın hayatının feda edilmesi, gerçek dünyanın yıkımı, o büyük acılar, bir açmazdan başka bir şey değilmiş ve sanki insanlar heyecanla bu tarihi bozmaya koyulmuş gibi gezegeninizde. Bu dağılıp yok olma ve temizleme sizi nereye götürebilir? Unutma gücünüz yok artık, herkes suçluydu, o yüzden genel af ilan edecek kimse yoktu. Ben onun için geldim!” Cebinden içi kırmızı bir sıvıyla dolu olan küçük bir şişe çıkardı. Bardağına doldurdu. Bardağı havaya kaldırıp bir dikişte içti. “Şarap” dedi, “bizim oralarda şarapsız yapamayız, efkarlandıkça çekeriz kafaları.” “Alın siz de için” diye Franzla Felice’e uzattı şişeyi, “oradan yanımda bir tek bunu getirmiştim, bu gece içindi, biliyordum, bu geceyi görmüştüm rüyamda.”
Franz sanki sonsuz bir güvenle, şişedeki sıvıyı kendisinin ve karısının bardağına doldurdu ve bir dikişte içiverdi şarabı. Ona şaşkın şaşkın bakan Felice’e dönerek “hadi ne duruyorsun” diye üsteledi, “diksene kafana.” Felice korkudan titremeye başlayan parmaklarıyla tuttuğu bardağı yavaş yavaş ağzına götürürken Franz Mansur’a “haydi” dedi” biraz bize kendi yurdundan söz et” “Bizim yurdumuz sizinkine benzemez” diye söze başladı Mansur, sanki ruhu bedeninden sıyrılmış çok ama çok uzaklara gitmişti, “orada, o fakir ve kurak yurdumuzda biz sizlerin sahip olduğu hiçbir şeye sahip değiliz. O yüzdendir ki hiçbir şey de bize sahip olamadı. Biz dışlanmışların gezegeninde yaşayan her insan, kendisini emanetçi olarak görür. Giysilerimiz, eşyalarımız, evlerimiz ve sonra bedenlerimiz ömrümüz boyunca kullanmamız içindir, yoksa sahip olmamız için değil, hoş bir ölümlü istese de nasıl sahip olabilir ki bir mülke? Diğer taraftan herkes her şeye sahiptir aramızda, çünkü sonsuz ömürlü evrenin bir parçasıyız hepimiz ve tüm kainata sahibiz dolayısıyla. İyilik de kötülük de, öfke de sevinç de ve hatta nefret de bizden gelir..” “ne iş yaparsın orada?” diye araya girdi Franz. “Pamukçuluk yaparım, yün atarım, pamuk atarım, silkelerim, yastık, yorgan dikerim. Size göre basit sıkıcı işlerdir bunlar. Bense keyif alırım. Aslına bakarsanız bizim dünyamız size zindan gibi gelecektir herhalde, oysa orası benim evim ve ne söyleyeyim burası bir zindan benim için, ne aksilik, ne kötülük, ne kavga var, her şey yolunda gibi, ama üzeri sonsuza kadar örtülemez insanın gölgesinin…” Sonra bir bardak şarap daha doldurdu Mansur bardağına ve ev sahiplerinin bardaklarına da. Ardından bir bardak, bir bardak daha… Boğazlarından akan sıcaklık içlerine neşe verdi, kızardı yüzleri yavaş yavaş, gülüşmeler, şen şakrak kahkahalar karıştı birbirine. Zaman akarak ilerledi, gece yarısını buldu. Ve saat tam on ikiyi vurduğunda Mansur birden gerildi, gerildi, gerildi ve var gücüyle Felice’e doğru aksırdı. Felice’in yüzü sırılsıklam olmuştu. Tekrar gülüşmeye başladılar. Çok geçmeden Franz ve Felice de aksırmaya başlamıştı. İlkin biraz korkmuşlardı, ama sonra hoşlarına gitmişti. Bir türlü tükenmeyen şişedeki şaraptan içip içip keyiflendiler. “Virüs yola çıktı” diye mırıldandı bu sırada Mansur, “rüyam burada sona ermişti.” “Ne virüsü, ne rüyası?” diye atıldı Franz aptalca sırıtarak; artık konuşmakta zorluk çekiyor, dili sürçüyordu. Rüyayla gerçek birbirine karışmış, hisleri zayıflamıştı. “Bunun içim geldim ben buraya” dedi Mansur, “yirmi ışık yılı uzaktan yanımda getirdiğim, içimde taşıdığım yalnızca basit bir grip virüsüydü, sizin yüzyıllar önce yok ettiğiniz önemsiz mikroplardan biri. Ama bugün, bağışıklığı yok edilmiş siz seçilmişler için ölümcül olacaktır bu kuşkusuz…” “Ölüm mü?” diye endişeyle haykırdı Felice, az önce mayışıklıktan yarı yarıya kapanmış gözleri birden sonuna kadar açılmıştı. “Korkacak bir şey yok” dedi Mansur, “hepimizin sonu bu, belki de başlangıcı. Hem siz, tüm kötülüklerin üzerinin örtüldüğü bu dünyada, gerçekten yaşıyor muydunuz?” “Sen hastasın!” diye atıldı Franz, yarı baygın. “Evet, hastayım, size göre, oysa kendi dünyamda alelade bir insanım, ne melek, ne de şeytan. Her insan gibi içimde biraz da mikrop taşıyorum. Oysa burada, şeytanın yok edildiği siz seçilmişlerin dünyasında ben sadece bir şeytan olabilirim, öyle değil mi?” “Şeytanın laneti mi bu!” Felice hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. “Hayır, ne lanet getirdim size ne de atalarımın intikamını almak amacım, belki yalnızca son bir şans veriyorum ve sizi affediyorum, milyarlarca insanı kurtarabilecekken ölüme terk eden siz seçilmişleri… Bu basit virüse karşı elbet birçoğunuz bağışıklık kazanacaksınız ve onunla beraber yaşamaya alışacaksınız. Bağışıklık, çok daha tehlikeli bir başka virüsün hepinizi yok etmesini önlemiş olacak kuşkusuz ve artık ne geçmişi unutmak, ne kötülüğü yok etmek ne de Tanrı rolünün ağırlığı altında ezilmek zorunda kalacaksınız, artık siz de bizden birisiniz…” Mansur gözlerini kapadı: “…..Ya o gün için iyi niyetle ve sınırsız bir hümanizmle yarattıklarınız geleceğinizin bir cehenneme dönüşmesine neden olacaksa? İşte o kaçınılmaz gün geldiğinde geri döneceğiz siz seçilmişlerin, -bizi dünyaya getirmeyerek henüz doğmadan öldüren Tanrılarımızın- yanına. Mahşer günü kullarından biri Tanrılarının yanına varacak, onları kurtarmak için. Gelirken yanında bir ilaç getirecek. Ve huzurlarına varıp onlara bu ilaçtan tattıracak. Basit bir ilaç olacak bu. Bu ilacı içtiklerinde bazıları hemen oracıkta ölecek, bazılarıysa epeyce acı çekecek evrenin yazgısız, yazgının Tanrısız, Tanrının Şeytansız yapamayacağını öğrendiklerinde; bazılarınınsa sezecek kadar vakti olacak varlıkla yokluğun, Tanrıyla kulunun, seçilmişle dışlanmışın özdeki birliğini ve neden sonra belirecek tekrar insan olanların gölgesi…“
Bardaklara birer bardak şarap daha doldurdu Mansur, “İçelim öyleyse” dedi, “içelim ki insin gözümüzün önündeki perdeler, ufku görelim, içelim ki geçsin gönüller kendinden, ruhumuzun yangınını söndürelim!” “Alevler” diye mırıldandı Franz “her taraf, her taraf yanıyordu… Sendin o, evet sendin, alevlerin arasında bana el uzatan….” “İçelim öyleyse” diye tekrarladı Felice, ağlaması dinmiş, gönlü aydınlanmıştı. Hep birlikte içtiler…
Ömür kısa lakin gece uzundu….
(*) bu şiir 18.yy liberter İngiliz şairlerinden Percy Shelley’e aittir.