4 Kasım 2013 tarihli Birgün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.
Gezi direnişi, her ne kadar sınıfsal bir kalkışma olmasa da ve toplumsal kaynakların büyük bölümünü sömüren %1’e karşı ekonomik büyümeden eşit pay alamayan %99’u sınıfsal ortaklıkta buluşturamasa da, bir başka eşitsizliğe, piyasa ekonomisinin ürettiği değerler hiyerarşisine doğrudan bir başkaldırı ortaya koydu. Gezi Parkı, öz örgütlenmesiyle, içerisinde paranın geçmemesiyle, dayanışmayı, yaratıcılığı ve paylaşımı en önemli değerler olarak yüceltmesiyle piyasa ekonomisinin sadece “para miktarı” ile ölçülen değerler hiyerarşisini sorgulamaya açtı. Zaten daha en başında direniş Gezi Parkı’nın ekolojik ve toplumsal değerinin bir alışveriş merkezine tahvil edilmesine, piyasalaştırılmasına karşı başlamamış mıydı?
Parkın halkın olmasından sonra geçen iki haftalık süre boyunca Gezi Parkı piyasa ilişkilerinin dışında konumlandı. “Değerin” piyasa tarafından belirlenmesini ve piyasanın parayı en tepeye yerleştiren değerler hiyerarşisini de tamamen karşısına aldı. Şüphesiz, etrafında her şeyin parayla satıldığı, piyasa tarafından kuşatılmış bir parkın içinde her şeyin ücretsiz olması sembolik bir anlam taşıyordu.
Gezi Parkı’nda Paranın Geçmemesi Ne Anlama Geliyor?
Kapitalizm, “değer”in ancak piyasaya çıkan mal ve hizmetlerin üretimi ve el değiştirmesi üzerinden yaratılabileceğini savunur ve farklı mal ve hizmetlere ait bu değeri evrensel değiş tokuş aracı olarak paraya indirger. Kapitalist değerler hiyerarşisinde piyasaya girmeyen ve dolayısıyla paraya dönüştürülmeyen ev içi emek “ücretsiz”, piyasanın işleyişi içinde önemi ve parasal karşılığı olmayan sanatsal, kültürel, yazınsal, siyasi veya düşünsel üretimler ise bir “boş zaman aktivitesi” veya “gönüllülük faaliyeti” olarak küçümsenir ve “değersizleştirilir”.
İşte bu koşullar altında, Gezi Parkı, belki kısıtlı bir alanda ve kısa bir süre için de olsa “değerin” ancak ve yalnızca piyasa tarafından belirlendiği bir düzenin tek seçenek olmadığını bizlere göstermesi açısından çok “değerli” bir sembol oldu. Gezi Parkı’nda her şeyin ücretsiz olması, paranın işlevsizleştirilmesi, buna karşın yaratıcılığın, paylaşımın, kendi hayatı hakkında karar alma hakkının, doğrudan demokrasinin, siyasal ve düşünsel bilgi ve deneyim üretiminin en değerli faaliyetler olarak öne çıkması piyasa karşıtı yeni bir değerler sistemi önerisi olarak ortaya çıktı. Park içinde kitapların parayla satılmadığı takas da edilmediği ama ihtiyaca göre değiş tokuş edildiği kütüphane, üretimi ve dağıtımı para karşılığında değil dayanışmayla gerçekleştirilen yemek ve sağlık hizmetleri, park içindeki sokak çocukları ve parktaki eylemcilerin çocuklarının bakımını kolektif bir anlayışla gerçekleştiren eğitim ve oyun alanları, Gezi direnişine dair maddi bir karşılık beklemeksizin üretilen tüm şarkılar, müzikler, görsel çalışmalar, çizimler, Gezi Parkı üzerine yazılan yazılar, vatandaş gazeteciliği faaliyetleri, kayıtlı veya canlı video ve görüntülerin yaygınlaştırılması çalışmaları, paylaşımcı ve dayanışmacı bir anlayışla yapılan bu faaliyetlerin hepsi, piyasanın dışında farklı bir değerler sisteminin ve başka bir ekonominin mümkün olduğunu çok da somut örneklerle ortaya koydu. Parkın içinde para geçmediği, karşılıklılık ilişkisi para ve piyasa üzerinden kurulmadığı ölçüde, Gezi Parkı parayla alınıp satılamayacak değerler üreterek piyasanın değerler hiyerarşisini ters yüz etti.
İşin ilginci, Gezi Parkı’nda öğrenciler, çalışan yoksullar ve işsizler gibi kesimlerin dışında piyasanın değerler hiyerarşisinin her gün yeniden üretildiği piyasa kurucu diyebileceğimiz kurumlarda çalışan bankacılar, borsacılar, ofis çalışanları ve hatta üst düzey şirket yöneticileri de vardı. Bu kişiler, sabah mesai saatleri içinde piyasanın dişli çarkları arasında çalıştıktan sonra akşamları piyasanın değerlerinin alt üst edildiği, paranın değil yaratıcı, dönüştürücü siyasal, düşünsel, sanatsal faaliyetlerin değerli sayıldığı Gezi Parkı’nı hınca hınç dolduruyor, parkı adeta gün içinde bastırılan arzuların dışarı taştığı bir alana dönüştürüyorlardı. Bir rüyanın, bir ütopyanın on binlerce insanın katılımı ve deneyimiyle cisimleştiğini görmenin coşkusunu paylaşmak için geliyorlardı. Gezi Parkı’nda yeşeren yeni değerler, piyasa ekonomisinin dayattığı değerler hiyerarşisinin her gün yeniden üretildiği kurumlarda çalışanlara, paraya dönüştüğü oranda değerli sayılan hayatlarının ve hapsedildikleri ofis odalarının cenderesini kırmak ve açılan delikten kısa bir süreliğine de olsa bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu gözlemlemek fırsatı verdi. Zira Gezi Parkı’nda zaman “mesai” ve “boş zaman” olarak ayrılmıyordu artık. Boş zaman faaliyeti olarak piyasanın küçümsediği, ev içi emek diye piyasanın ücretlendirmediği, “gönüllülük” diye piyasanın işleyişi için önemsiz gördüğü ne kadar faaliyet varsa hepsi yolu Gezi Parkı’ndan geçen yüzbinler için gerçekten çok “değerliydi”. Gezi Parkı’nda dayanışmanın, yaratıcılığın, paylaşımın, yazının, sözün, doğanın ve insanın “değerli” olduğu başka bir dünya ihtimali deneyimlendi.
Bu anlamda Gezi Parkı’nın etkin bir üretim alanı olduğu söylenebilir. Gezi’de yemekler yapıldı, sağlık, eğitim ve temizlik hizmetleri yerine getirildi ve vatandaş gazeteciliğiyle yapılan haberler yaygınlaştırıldı. Ama hepsinden önemlisi Gezi’de piyasa dışında bir değerler sisteminin mümkün olduğuna dair tarihi ve siyasi çok önemli bir “deneyim üretildi”. İktidarın da muhalefetteki düzen partilerinin de en çok korktukları işte bu deneyimdir. Zira, bir gün çalışanlar sadece mesai çıkışında değil mesailerini ve işlerini bırakıp da Gezi Parkı’nda gördüklerini yeniden hayata geçirmek istediklerinde, o zaman sonlarının geleceğini çok iyi bilmektedirler. Tam da bu yüzden, Gezi’nin ürettiği siyasal deneyimin ve Gezi’nin hayalinin ilerleyen yıllarda paranın ve piyasanın değerlerini tehdit etmeye devam edeceği kesin.
Yeni çağın Akropolü Gezi Parkı kapitalizmin zaman algısı ve piyasanın değerler hiyerarşisine karşı “değerin” yeniden tanımlandığı bir deney alanı oldu… Bundan böyle neyin “değerli” sayılacağına dair tartışma yaşadığımız çağın en önemli siyasi mücadele alanlarından biri olmaya aday.