Altyazı Sinema Dergisi’nin Eylül 2008 Sayısında Yayımlanmıştır
Batman The Dark Knight (Kara Şövalye) gösterime girdiğinden bu yana sinemaseverler arasındaki tartışmaların odak noktası oldu. Filmi izleyenler arasındaki en büyük ayrışma ise filmi beğenenler ve filmin internetteki en büyük sinema portalı olan imdb.com sitesinde kısa zamanda aldığı 200.000 küsur oy ile gelmiş geçmiş en iyi filmler sıralamasında birinci sıraya yerleşmesini haklı ve uygun bulanlar ile filmin böylesi bir çıkış yapmasını ‘yanlış bilinç’, ‘sinema tarihinin önemli filmlerini bilmemek ve izlememekten ileri gelen bir cehalet’ veya ‘genç kuşağın balık hafızalı olması ve günü yaşaması’ olarak adlandıranlar arasında yaşandı. Ben ise bu yazıda, sözü edilen taraflardan birinin görüşünü savunmak ve filmin gördüğü bu ilgiyle beraber dünyanın gelmiş geçmiş en iyi filmi payesini hakkedip hakketmediğini değerlendirmekten ziyade filmin nasıl olup da bu denli hararetli tartışmaların bir anda odağı olabildiğini sorgulamayı amaçlıyorum. Evet, Batman The Dark Knight, ister beğenelim ister beğenmeyelim, uzun zamandan, belki 5-6 yıldan beri hemen hiçbir sinema filmine nasip olmayan büyük bir ilgiye mazhar oldu. Belli ki, Batman serisinin bu son filmi içinde yaşadığımız bu çağa dair, tam da bu zaman dilimine denk düşen bir mesajı, bir düşünceyi, bir sorgulamayı, bir hissiyatı içeriyor ve sürdürdüğümüz yaşamlarımızın şu anına, şimdisine dokunarak bizleri dürtüyordu. Filmin gördüğü olumlu veya olumsuz bu yoğun ilgiyi başka türlü açıklamak mümkün görünmüyor. Peki neydi bu mesaj, bu düşünce, bu sorgulama ve bu hissiyat? Bir Batman filmini bu kadar çekici ve ilginç kılan ne olabilirdi?
Her şeyden önce, izlediğimizin yalnızca bir Batman filmi, süregiden bir serinin devamı, bir çizgiroman uyarlamasından ibaret olmadığını, bundan çok daha fazlasını içerdiğini söyleyerek başlamalıyız işe. Batman The Dark Knight, arkaplanında Batman çizgiromanlarına ve geçmişteki diğer Batman filmlerine dair anlatıyı kullanan ama bu arkaplanın çok daha ötesine geçen mesaj ve sorgulamalar içeren bir film olarak çıktı karşımıza. The Dark Knight, hiç şüphesiz Fight Club’la başlayan, Matrix serisi ile devam eden ve V for Vendetta gibi filmlerle öne çıkan, son on yılda çağa dair siyasi ve toplumsal meseleleri beyazperdeye yansıtıp tartışmaya açan bir birikimin üzerinde yükseliyordu. Joker’i büyük bir ustalıkla canlandıran ancak filmin çekimleri sırasında hayatını kaybeden Heath Ledger’a kulak verirsek bu siyasi kara filmler kanonunu çok daha gerilere götürmek mümkün; zira Ledger, Joker karakterini canlandırırken Kubrick’in unutulmaz filmi The Clockwork Orange’daki (Otomatik Portakal) Alex karakterini kendisine örnek aldığını belirtmişti. Ne var ki, Joker, şiddeti bir araç değil başlı başına bir amaç olarak algılayan ve uygulayan Alex karakterinin bir adım önüne geçiyor, uyguladığı şiddet ile toplum içinde yeşerttiği korkuyu yaşadığımız çağdaş düzenin temellerine yönelterek korkunun iktidarı üzerine kurulu bu temelin aslında ne kadar da kırılgan ve zayıf olduğunu açığa vuruyordu. Ve Alex’in önce hapishanede terbiye edilip sonra da ‘topluma kazandırılmasının’ ve tüm bunların hemen ardından da çıkarlarını, varlığını ve mülk edindiklerini kaybetme korkusu üzerine kurulu bir toplumun uyguladığı ağır şiddet karşısında savunmasız kalışının gözler önüne serildiği The Clockwork Orange filminin kapanışının aksine Batman The Dark Knight kusursuz bir adaleti sağlamak, tek bir vatandaşın bile burnunun kanamasını önlemek ve mağdur olmasını engellemek iddiasıyla kurulmuş bir toplumun ve bu toplum idealinin cisimleşmiş hali olan Batman’in hezimeti ve Joker’in zaferiyle sona eriyordu. Bu filmde sinemaseverlerin en çok hoşuna gidenlerden biri hiç şüphesiz işte bu zaferdi. Joker’in zaferi ister korku, şaşkınlık hatta tiksintiyle isterse coşkulu bir büyülenmeyle ve alkışlarla karşılansın çok çekiciydi. Belli ki, filmi izleyen milyonlarca sinemasever böyle bir sonu beklemiş, böyle bir sonu arzu etmişti. Tıpkı Fight Club filminin sonunda şirketlere ve bankalara ait gökdelenlerin yıkılmasının istenmesi, tıpkı Matrix serisinin sonunda makinaların rasyonel düzeninin yıkıma uğramasının arzulanması, tıpkı V for Vendetta filminde V’nin yayınladığı bir video aracılığıyla hükümete yönelttiği parlamentoyu yıkma tehdidinin gerçeğe dönüşmesinin filmi izleyenler tarafından alkışlanması gibi, bu son Batman filminde de Joker’in Gotham şehrinin yöneticilerini çaresiz bırakması, şehrin belki de en temiz karakteri olan savcı Arthur Dent’in karanlık ve korku dolu diğer yüzünü ortaya çıkarması ve en sonunda onu da kendisine benzetmesi izleyiciler tarafından istenmiş, arzu edilmiş, gerçekleşmiş ve alkışlanmıştı. Peki sinemaya giden bunca insan böylesi yıkımları niçin alkışlıyordu? Tylor Durden’ın, V’nin ve ve Joker’in yıkıcı tutkularından ve kazandıkları zaferlerden neden bu denli büyük bir coşku duyuyordu?
Okumaya devam et →