Psişik Tarih

“Her tanrının hayalidir, kendi kendine yaratılan bir evren. Kur bırak, o kendi kendini düzene soksun, ne ala!”

Featuring Isaac Asimov

Bir gün ustam Hayri Seladun Efendi beni ve diğer çıraklarını topladı ve yıllardır beklediği işaretin Hakk tarafından önceki gece rüyasında verildiğini söyledi.
***
Dün gece kovaladıkça kaçan uykuyu bir türlü yakalayamamıştım. Uyumaya çabaladıkça bilincim keskinleşmiş, odadaki zerrelerin hangilerinin bana ait olduğunu hangilerinin olmadığını ayırtedebilir hale gelmiştim. Havada yüksek bir gerilim vardı.
Gözlerimi kapadım, kulaklarımı tıkadım, yatakta öylece bekledim. Horultular kesildi. Göz kapaklarıma düşen ışıklar yok oldu. Yatağa değen bedenim arş-ı âlâ da yalnız başına salınır gibi hissizleşti. En bariz hislerim olan beş duyudan sonra açlık ve yorgunluk, dizimdeki yaranın acısı, battaniyenin tüylerinin kaşıntısı da beni terk etmeye başladı. Nefes aldığımı, kalbimin attığını duymaz oldum. Duygularımın yokluğunu, uyaransız kalan beynim, hafızamda kalan son görüntüleri rastgele göstermeye başladığında gördüklerime tepkisiz kalınca, fark ettim. Utanç, mutluluk, hüzün (ve paranoya) benimle değildi. Mekanla birlikte zamanın geçişini de kaybedince boyutsuzlaşmış oldum. Geri beslemesiz kalan hafızam anılarını koruyamaz oldu, görüntüler, sesler, olaylar kişiler birbirlerine karışıp karardılar. Beynime kazınmış en son melodi de beni terk edince bir varlık olduğuma dair bilincim de yok oldu. Bedenim ve bilincim mekansızlıkta sonsuza doğru difüze oldu. Yoğunluğum sıfırlandı ve ben dediğim o tek nokta da sonunda dağıldı.
Birden ustamın sarsmasıyla uyandım.
Okumaya devam et

İstanbul’un Zihninde Zaman Kayması

Yazan: Yasin Kaya

Bordo masa örtüsünün üstüne okey taşları konuluyor; üst üste konulmuş taş tepesinin üzerine yeni bir tanesi konulunca tok bir ses çıkıyor. O ses, koyu sarı badanalı duvara çarpıyor; duvardan küçük bir parça yavaşça yere düşüyor. Düşmenin şiddetiyle un ufak olan badana kalıntılarından biri, kahvenin kapısı açılınca sandalyenin demirlerine çarpa çarpa sürükleniyor; çaycı Melih’in ayaklarının altından yavaşça süzülüp eski bir basma parçasıyla örtülmüş tezgahın altına giriyor; ıslak fayansın üzerine yapışıp öylecene kalıyor. “Melih abi, bir çay” diye bağırıyor kahveye yeni giren, 17-18 yaşlarında bir oğlan çocuğu; koltuğunun altında kalın bir kitap duruyor. Demir sandalyeye, sene başında Armutlu pazarından alınan gri kumaş pantolonunu koyarak oturuyor. Masanın üzerindeki oyun kağıtlarını sol eliyle bir kenarda itip, kitabını masaya koyuyor. Masanın renginin kitabın kapak rengiyle uyumlu olduğunu fark ediyor; eliyle kitabın üzerindeki “ÖSS FİZİK” yazısını kapıyor; “böyle iyi uydular” diyor; hafifçe gülümsüyor. Kitabın üzerinde duran sol elinin yanına Melih getirdiği çayı koyuyor; bardak hafiften sarsılınca kitabın üzerine birkaç damla damlıyor; oğlan kitabın ıslandığını fark etmiyor ama çayın dudak payının fazla bırakıldığını görüyor. “Yine yarım bardak verdin çayı be Melih Abi” diye bağırıyor. Yılda konuşması için sınırlı sayıda sözcüğü varmış gibi duran çaycı, dudaklarının arasını pek açmadan “ağır ağır iç, çok gelir o vakit” diyor. Dediklerinin anlamındansa sözlerinin kafiyesi, kahvenin içinde dolanıyor, köşede masasız sandalyede oturup dışarıya bakan adama bir şeyler hatırlatıyor; adam cigara yakıyor; cigaranın dumanı okey oynayanların canını sigara çektiriyor. Genç oğlan dışındaki herkes sigara içiyor; kahvenin her yanını koyu duman kaplıyor, süzülen dumanlar duvarları biraz daha sarartıyor; duvarlar da kahvenin kirli camlarına benziyor.
Okumaya devam et