1 Eylül’de Roboski'yi Yeniden Hatırla(t)mak…

“Hayatta kalma anı aynı zamanda iktidar anıdır. Ölümün karşısında duyulan dehşet, ölen bir başkası olunca tatmine dönüşmektedir”
[Elias Canetti]

1 Eylül Dünya Barış! Günü vesilesiyle Türkiye Barış Meclisi’nin Roboski’de gerçekleştirdiği anma etkinliğine Van’dan giden dört kişi olarak biz de dâhil olduk. Hem devletin o unutulmaz katliamının cereyan ettiği bölgeyi görmek hem de o unutulmaz acının yaşayan ortaklarını yakından tanımak isteğiyle o tekin görünmeyen! yollara düşünmeden düştük. Yolun dolambaçlı ve ıssız güzergâhı boyunca gördüğümüz her manzara nutkumuzun kesilmesine, bizi büyülemeye fazlasıyla yetti. Kısacası devletin yıllarca uyguladığı hiçbir güvenlik stratejisinin sonuç vermediği, Tanrı’nın bile hâkim olmasının mümkün görünmediği bir coğrafyadan geçiyorduk. Eruh – Şırnak arası yolda bizim arabamızdan başka hiçbir arabanın olmaması, çöken karanlık ve uçurumları yalayan yol, içimizdeki ürpertiyi daha da arttırmıştı. Eruh’un bir köyünde verdiğimiz molada oturan amcalarla biraz muhabbet edip Şırnak’ın girişinde askeri kontrol noktası olup olmadığını Kürtçe sorduğumuzda birlikte gülerek “askeriye değil de gerillanın yol kontrolü olabilir” cevapları karşısında “nerde bizde o şans” deyip yolumuza devam ettik. Şırnak’a varmadan önce yol kenarında bekleyen üç korucunun sırtlarını bize dönerek yüzlerini saklamayı tercih etmeleri ve arabayı durdurmamaları bizi en çok şaşırtan karelerden biriydi. Yıllardır devletle her türlü suç ortaklığı yapmaktan, kanlı paraları ceplerine indirmekten utanmayan bu para-militer güçlerin o akşam teşhir olmaktan çekinmelerine veya korkmalarına doğrusu bir anlam veremedik. Geceyi Şırnak’ta bir avukat arkadaşın evinde geçirdikten sonra sabahın erken saatlerinde Roboski’ye varmak üzere yola koyulduk.

Uludere yolunu izleyerek Roboski’ye vardık. Anmanın gerçekleşeceği mezarlığa geçmeden önce yolda arkadaşlarımız Vicdani Redci Halil Savda ve Eko-Anarşist Mirazla karşılaştık. Halil’in Roboski’den Ankara’ya kadar yürüyeceği barış yürüyüşünü bir sevgi yumağı oluşturarak kutladık. Birbirimize biraz takılıp ve bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra arkadaşlara sarılarak ayrıldık. En sonunda Roboski’de evin önünde bizi bekleyen Türkiye Barış Meclisi’nin farklı illerden gelen otuza yakın heyetiyle, katledilenlerin akrabalarıyla ve bazı gazeteci arkadaşlarla buluştuk. En aşina simalardan biri şüphesiz Radikal gazetesinden Pınar Öğünç’tü. Kaçak çay ve sigara eşliğinde Pınar’la ve Diyarbakır’dan gelen arkadaşlarla muhabbet ederken devlete ait bir makam arabasıyla gazeteci Ertuğrul Mavioğlu teşrif etti. O makam arabasının kime ait olduğunu, neden Mavioğlu’na tahsis edildiğini sormaya bir türlü fırsat bulamayınca içimizde cevapsız bir soru olarak kaldı. Daha sonra barış heyeti ve Roboski sakinleriyle birlikte mezarlığa geçtik. Mezarlıkta Barış Meclisi’nden farklı kişiler tarafından Kürtçe ve Türkçe basın açıklamaları yapıldı. Devletin malum katliamı hep birlikte kınandı. Konjonktürel ve sıkıcı politik analizlerden sonra sözü katledilenlerin akrabalarından biri aldı. Devletin kanlı tazminat parasını asla kabul etmeyeceklerini, ömürleri yettiği sürece bu davanın takipçisi olacaklarını ve olayın faillerinin ortaya çıkarılıp yargılanması için ellerinden gelen her şeyi yapacaklarını kararlılıkla vurguladı. Mezarlıkta dikkati çeken noktalardan biri katledilen 34 kişinin mezarından başka mezarın olmaması ve mezarların bu kadar kısa sürede çok düzgün bir yapıda inşa edilmiş olmalarıydı. Fotoğraflarla, sloganlarla, bayraklarla ve sarı kırmızı yeşil renklerle bezenmiş mezarlık tam anlamıyla politik bir parkı andırıyordu. Konuştuğumuz her kadın son derece güçlü bir politik jargonla ve örgütlü bir duruşla konuşuyordu. Ancak içimizi acıtan en önemli ayrıntı, kadınların ellerine aldıkları fotoğraflarla kameralara ve fotoğraf makinelerine koşturan ve sürekli poz veren bir role alıştırılmış olmalarıydı. Fotoğraf makinesi taşıyan her insana çocuklarının veya kardeşlerinin trajik hikâyesini turizm rehberlerinin tanıtım konuşmalarını andıran şekilde durmadan anlatmaları, medyanın her türlü acıyı estetikleştiren, her türlü mahremiyeti sömürgeleştiren o lanetli gücünün en çirkin semptomlarıydı. Ayrıca her kadının ağız birliği yapmışçasına çocuklarının ilk defa o gün kaçakçılık yapmak için yola çıktığını belirtmeleri ya kaçakçılık işinden utandıklarını gösteriyordu ya da medyanın kaçakçılığı kriminalize eden dilinden etkilenerek çocuklarının ne kadar masum olduğunu kanıtlama ihtiyacı duyuyorlardı. Oysa o geleceği belirsiz çocuklar zaten masumdu ve utanması gerek biri varsa o da yüzsüz ve pişkin Türk devletiydi. Üstelik köyde kaçakçılık yollarında mayına basarak ellerini, ayaklarını kaybeden yaşlı erkeklerin varlığı, kadınların anlattıklarının aksine bu işin kaç kuşak boyunca yapılan zorunlu bir yaşam kavgası olduğunun en somut fotoğrafıydı.
Okumaya devam et