Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yedi senedir Türkiye meclisindeki çoğunluğu elinde bulundurması cumhurbaşkanlığından milli eğitime, emniyetten merkez bankasına, belediyelerden medya kuruluşlarına kadar birçok farklı yapı içinde etkin biçimde örgütlenmesi; ve son yıllarda gerçekleşen hemen tüm seçimlerde oldukça yüksek oy oranlarına ulaşması, birçoklarının Türkiye’de siyasi iktidarın biçiminin ve işleyişinin bu defa artık geri döndürülemez bir biçimde değiştiğinden dem vurmasına neden oldu. Cumhuriyetin başından beri süregiden “halk için halka rağmen” anlayışının tepeden inmeci siyasi yaklaşımı, yerini “halk için halkla birlikte” anlayışından hareket eden, merkezden değil yerelden yönetme kaygısı taşıyan, iktidarın hedefi olan farklı nüfus gruplarının sağlık, eğitim, maddi ve gündelik farklı ihtiyaçlarına yönelik özel politikalar üreten bir yaklaşıma bırakıyordu. Böylece merkezde, yani Ankara’da tasarlanan, düzenlenen, yasalaşan bir idealin, bir normun, bir kuralın yurt sathına empoze edilmeye çalışılması biçiminde işleyen eski disipline edici iktidar mekanizmasının yanında idealin, normun, kuralın ne olduğunu halkın ihtiyaç ve beklentilerinden yola çıkarak tespit eden daha yaygın ve karmaşık bir iktidar ağı da oluşmaya başlıyordu. Eski iktidar, yasalaştırdığı kuralı, içini boş ve sıfırdan yazılabilir varsaydığı zihinlere ve coğrafyalara dayatmaya çalışırken, yeni iktidar, hitap ettiği halk topluluklarının geçmişten getirdikleri anlayışlarını, zihniyet farklılaşmalarını, yerel sorunlarını tüm karmaşıklıklarıyla beraber göz önünde bulunduruyor, verili tarihsel-toplumsal koşullara göre siyaset üretiyordu.
AKP, siyaset ürettiği nüfus gruplarına dair tüm farklılaşmaları ve karmaşıklıkları eskilerin yaptığı gibi tekil bir norma uydurmak adına dışlamak yerine, ancak ve ancak kapsayarak, içererek, iktidara eklemleyerek Ankara merkezli siyasetteki yerini kuvvetlendirebileceğini görmüştü. Merkezi iktidarı elde tutabilmenin yolu artık yerel örgütlenmenin etkinliğinden geçiyordu ve halkla sorunların çözümü noktasında her gün karşı karşıya gelinen belediyecilik faaliyetleri bu noktada kilit öneme sahipti. Böylece Türkiye’de siyaseti bir ideoloji, bir ahlaki duruş veya bir değerler çatışması olarak değil, nüfusun ve o nüfusu oluşturan tek tek bireylerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ihtiyaçlarının tespit edilip karşılanması anlamında ‘yönetimselliğe’ dair teknik bir mesele olarak değerlendiren bir yapının oluşmaya başladığını hep beraber gözlemledik, gözlemliyoruz. Bu noktada başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık ‘ideolojik’ siyaset yapmak, ideolojilerle oyalanmak (yani vakit kaybetmek ve iş verimini düşürmek) yerine doğrudan ve vakit kaybetmeksizin kalkınmaya, gelişmeye, yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik ‘çözüm’ ürettiklerini vurgulaması da bu anlayışın en yetkili ağızdan bir ifadesi olsa gerek. Siyasi meselelerin bundan böyle artık ideal toplumun nasıl olacağına dair farklı tahayyüller arasında vuku bulan bir değerler ve ideolojiler çatışması olarak değil de hâlihazırda var olan gündelik yönetimsel ihtiyaç ve beklentilerin karşılanması olarak görülmeye başlandığı, kısacası siyasetin tanımının yeniden yapıldığı bir dönemi yaşıyoruz.
Türkiye’nin 2000’li yıllardaki ‘muhalif’ siyasi yelpazesini oluşturan solcular, liberaller ve Kürtlerin bir kısmı, işte tam da bu noktada, AKP’nin siyaseti halka hizmet anlamında yönetimsel bir teknoloji haline getiren yaklaşımına cevap vermek ve alternatif bir siyaset üretmekte sıkıntı çektiler. Liberal solun ve Kürtlerin bir kısmı AKP’nin hizmet, yerellik, çoğulculuk, kapsayıcılık, çokseslilik vurgularını zaman zaman sorgulamaksızın benimsedi. Yine solun ve Kürtlerin bir kısmı kendilerini, ‘Ordu-Devlet Elitleri-CHP’ye’ karşı ‘Liberal-Halkçı-AKP’ karşıtlığının çıkışsızlığına teslim ederek taraflarını militarist elitizme karşı demokratik liberalizmden yana koydu. Peki, iddia edildiği gibi ortada böylesi bir çıkışsız ikili karşıtlık var mıydı? Başka üçüncü, dördüncü, beşinci yollar gerçekten kapanmış mıydı? AKP gerçekten de yegâne demokratik alternatifimiz miydi? Eğer AKP’nin yegâne alternatifimiz olduğunu düşünüyorsak, böyle bir söylemin kabul görmesi ve yerleşmesi nasıl mümkün olmuştu? Tüm bu sorulara daha yakından bakabilmek için, AKP’nin kural dayatıcı olmak anlamında normatif ve disipline edici değil, verili koşullara uymak ve bu koşulları iyileştirmeye çalışmak anlamında yönetimsel bir siyaset yürüttüğüne ve bu anlamda da ideolojik (Kemalist) devlet elitizmi karşısında tek alternatif olduğuna dair söylemi mümkün kılan tarihsel ve toplumsal koşulları yeniden ele almak herhalde yerinde olacak.
Okumaya devam et