Prof. Gediz Akdeniz ile Söyleşi: "Bilimle Postmodern Hesaplaşmalar"

Söyleşi: Gediz Akdeniz

Dergimizin davetlisi olarak Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü Başkanı Prof. Gediz Akdeniz ile yaptığımız söyleşi:

Ben karmaşıklıktan başlamak istiyorum. Bu, pozitivist anlayışta kenara itilmiş, akılcılıktan uzak tutulmuş bir konu. Bu yüzden uzun zamandan beri bilim adamları tarafından önemsenmemiş. Ne zaman kaos teorisi… (“kaos”la, “kaos kuram”ı ifadelerini birbirinden ayrı tutmak lazım. “Kaos kuramı” ifadesini kullanınca konjunkture uygun bir kullanım oluyor. Oysa kaos çok önceden bilinen bir kelime ama bilim literatürüne çok geç girmiştir, çünkü bilim konjonkturunun dışında tutulmuştur. Bilimin de bir sistemizasyonu, konjonkturu var. Eğer bu konjonkturun dışında konuşuyorsanız hiç bir zaman yazdığınız makale ciddiye alınmaz, kimse sizi dinlemez ve hatta akademik ortamlardan dışlanırsınız.) Karmaşıklık kavramının ucu açık, yani karmaşıklık her zaman, her yerde olabilir, doğal veya yapay olabilir, sosyal sistemlerde olabilir. Bunların en önemli özellikleri Newtonsal paradigmaların dışında olmalarıdır, çünkü küçük ve büyük bileşenler birlikte dikkate alınır, aralarında hiyerarşik bir gruplama yoktur. (Newtoniyan paradigma derken Kopernik ve Galile ile başlayan düşünce sisteminin getirdiği çerçevelerden bahsediyorum ki bu temel paradigmalar kuantum fiziğinde de vardır. Bu anlamda kuantum fiziği bir devrim değildir.) düzenli veya düzensiz olabilirler, regüler olabilir veya olmayabilirler, her yerde onlarla karşı karşıyayız. Geleceğimizi çok önemli şekilde etkilerler. Bizim dışımızda da oluşabilirler.
Peki karmaşık olaylarla karşı karşıya gelince ne yapacağız? Onları bir kenara mı koyacağız, yoksa “bunları da artık düşünmemiz gerekiyor” mu diyeceğiz? Şimdi eğer, bu sistemleri bilimle anlamaya çalışırsak bazı ortak özelliklerini görürüz. Örneğin bunlar tersinemezler, yani geriye dönemezler. Açık sistemlerdir, kapatılamazlar ve denge durumları yoktur, dengeye gitme eğilimleri de yoktur, her zaman hareket halindedirler. Pozitivist düşüncenin en önemli yönünü de reddederler. Çünkü etki ve tepki arasında orantı yoktur. Bir ucu deterministtir, diğer ucu şanstır. Statik olabilirler, yapısal olabilirler, dinamik olabilirler.

Yavaş yavaş şunu anlıyoruz ki, bu, rasyonalist düşüncelerin bazı temel alışkanlıklarını sarsan bir şey. Karmaşıklıkta da hiyerarşi var, yani bir şey başka bir şeyden daha karmaşık olabilir. Mesela parçacıklar atomlara göre daha az karmaşıklar, yani parçacıklardan oluşan atom daha karmaşık bir yapıya sahip. Aralarında gedik var. Yani parçacıkları anlamak demek atomu anlamaya yetmiyor. Moleküller atomlardan daha karmaşık. Atomları bilmek molekülleri bilmeye yetmiyor. Bu bu şekilde insan zihnine kadar gidiyor.
Bilgiye dönersek. Sistemi anlamak için bilgi üretiyoruz. Bunların arasında da bir hiyerarşi var. Örneğin kimyayı anlamak için fizik bilmek gerekiyor ama fizik yeterli değil, kimyasal sistemleri daha farklı özellikleri de var. Moleküler biyoloji anlamak için fizik ve kimya bilmek gerekiyor ama bunlar yetmiyor. Doğayı algılamamıza bağlı olarak bilgilenmemizde ortaya çıkan durumların da bir karmaşası var. Yani bugün anlıyoruz ki, mesela fizikte Kopernik devrimiyle Darwin’in getirdiği teorilerin yapısal olarak tabanları farklı, çünkü birbirlerine söyleyecek şeyleri yok, çünkü karmaşıklık sistemi bakımından da çok farklılar. Ama rasyonalist düşünceye bakınca insanoğlu bunların arasını birleştirmeye çalışıyor, bir şekilde düşünce sistemlerini birbirlerinin içinden çıkartmaya çalışıyorlar. Hala böyle düşünen rasyonalist bilim felsefecileri var.
Ama karmaşanın olduğu yerde, mesela kimyayla fiziğin yaklaştığı yerde -iyon fiziğinde- simülasyon programları daha çok cevap vermeye başlıyor. İkisinin arasında kapı ancak simülasyon programlarıyla aralanıyor. Halbuki yalnız fizik veya kimya alanıyla ilgilendiğinizde çok rahat teoriler ve deneyler kullanılabiliyor, ama ikisinin kesiştiği yerde ne teori ne deney yeterli olmuyor. O zaman simülaktif programları, kurguları yapmamız gerekiyor.
Şimdi bu karmaşlık olayını birden nasıl önemsemeye başladık? Dediğim gibi kaos kuramının anlaşılmaya başlamasıyla. Bu da bilgisayarlar sayesinde oldu, eğer bilgisayarlar olmasaydı belki de insanlar hala bu kuramı ciddiye almayacaklardı.
Kaos kuramı, karmaşıklıkta bir paradigma olarak ortaya çıkmaya başlıyor ve bu pradigmanın o zamana kadarki Newtonsal düşünceyle hiç bir alakası yok.
Kaos kelimesi bir Yunan trajedisinde (MÖ 800) kullanılmış. Sonra Shakespreare de kullanılmış ama kullanma şekilleri hep bir çöküntü ve yok olmayı (ama sonra bir yaratılma da var) ifade etmiş. Amerikalı bilim tarihçisi Henry Adams 1900’lerin başlarında ilk defa kaosu ciddi bir şekilde kullanıyor. Şu sözü söylüyor: “Düzen yaşama ortam sağlarken, kaos yaşamı zenginleştirir.” Bu kaosun bir şekilde paradigmasal özelliğine vurgu yapıyor. Bizim de karmaşıklığı anlamada kaosu bir paradigma olarak kullanan bir yazarımız var: Ahmet Hamdi Tanpınar. Özellikle “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” çok ilginçtir. Eğer “postmodernist yazar” diye bir tanım varsa, Türkiye’nin ilk posmodernist yazarı herhalde Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.
Kaos kelimesinin bir bilimsel makalede ilk defa kullanması 1975’te oluyor. (Daha önce Poincare, Laplace’ın determinist yaklaşımına karşı, başlangıçtaki küçük ayrıntıların büyüyüp ileride büyük farklılıklara yol açabileceğine dair şeyler söylemiş ancak söylediklerini kaos kelimesiyle örtüştürmemiş.) Böylece kaos kelimesi ilk defa bilim konjonktürünü delmiş oluyor ve bu çalışma bazı fizikçilerin hemen dikkatini çekiyor, çünkü makalede bahsi geçen modelde ortaya çıkan kaos çok basit bir denklemin sonucu olarak oluşuyor. Oysa, o zamana kadar insanlar “bir sistem ancak çok karışıksa” kaosun ortaya çıkacağını düşünüyorlardı. Yani basit denklemler karışık derinlikler verebilirler, yani çok basit bir olay, hiç kimsenin tahmin etmediği önemli dinamiklerin oluşmasını sağlayabilir. Toplumsal olaylar da bu görüşe göre değerlendirilmelidir, çünkü kaos, kuantum fiziğindeki ayrım gibi mikrodünya makrodünya kavgasının olduğu bir olay değil, kaos ve karmaşıklık her boyutta var.
Artık şunu biliyoruz ki, her nonlineer denklem (düzensiz denklem) sonuç olarak kaotik bir dinamik vermez. Örneğin sarkaç denklemi nonlineer bir denklemdir, ama sarkaç olayı kaotik değildir. Bu denklem Newtonsal paradigmalarla kurulur ve Aristo’yu reddederek gelen bir sonuçtur. Neden reddeder? Çünkü bu denklem yazılırken çok şey ihmal edilmiştir. Oysa Aristo düşüncesinde, olayda ne varsa, her şeyin oradaki etkisini düşünerek problemi çözme alışkanlığı vardır. Ama sarkaç denklemini bulmak için kütle noktasal kabul edilmiş; ipin kütlesi, hava sürtünmesi, havanın kaldırma kuvveti vs. ihmal edilmiştir, çünkü Galileo düşüncesinde en önemli şey, bir olayda düzensizliğe yol açan unsurların olaydan elemine edilmesidir ve hatta belki de modernitenin ortaya çıkışındaki en önemli düşünce şekli, olayın arkasındaki yasayı keşfetmeye çalışırken olayın içerdiği düzensizlikler nelerse onları safdışı bırakmaya çalışan bu görüştür.
Sarkaç denklemi bütün bu ihmallere (düzensizliklerin gözardı edilmesine) rağmen nonlineer bir denklemdir. Fakat nonlineer olduğu halde başlagıç koşullarına duyarlı olmadığı için, yani sarkacı hangi konumdan bırakırsak bırakalım az bir sürtünme nedeniyle hep aynı konumda duracağı için, düzenli bir dinamiği vardır. Demek ki bir sistemin denklemleri nonlineer olsa da denge noktalası başlangıç koşullarından bağımsız olursa düzenli dinamikler gösterebilir.
Fizikte bu durumdan çok faydalanılıyor. Mesela, sarkacın çok küçük bir açıyla salındığını kabul edelim, o zaman sonsuz küçükler matematiği, yani calculus –ki o da modernitenin bir dayatmasıdır- bize ne der? Çok küçük açılarda bir açının sinüsü kendisine eşit olur, böylece sarkaç denkleminde kullanılan açının sinüsü yerine açının kendisini yazılabilir, bu sayede çok çözümü olan nonlineer sarkaç denklemi lineerleşir ve tek çözümü olur, bu da fiziksel çözümdür. Yani (basit olsun diye) sadece küçük açılara göre bulduğumuz formül, aynı zamanda büyük açılar için de doğru olur.
Ama başka sistemler için bunun tersi de olabilirdi, yani sistem olduğundan daha basitmiş gibi düşünülerek kurulan formül, gerçek değerlere uygulandığında sonuçlar bambaşka olabilirdi. O zaman düzensiz bir dinamik yapılaşma olurdu. Örneğin, düz ve katlanamamış bir kağıdı istediğimiz yere ve yöne atamayız ama ona karmaşık şekiller vererek (ve karmaşanın içerisinde bir uyum sağlayarak) bir uçak yaparsak, düz kağıda nazaran daha çok karmaşıklaşmış olur, fakat sistemde dinamik olarak önemli bir gelişme sağlar: kağıdı istediğimiz yere atabiliriz. Yani her düzenli sistem dinamik olarak muhakkak işe yarar bir sistem değildir. Halbuki modernite düşüncesine göre biz hep tersini düşündük: “bir sistem ne kadar düzenli olursa, ondan o kadar iyi sonuç alınır.”
En karmaşık olay, insanın davranışıdır ve işler ne kadar karmaşıklaşırsa olayı öngörmemiz o kadar zorlaşır. Hem de bugünkü toplum yapısındaki insanoğlunun davranışı yüz yıl öncekine göre daha da karmaşık, çünkü işin içine teknoloji, örgütlenmeler (örneğin yeni çıkan bir teknolojiyi öğrenme, onu kullanma, bir örgüte girme, onun üyesi olma, bir otonom hareketin içine girme, undergroundlaşma) girmeye başladıkça insanın kendisiyle ve çevresiyle olan ilişkisi daha karmaşıklaşıyor.
Bir olay karmaşık bir yapıya sahipse, yani başlangıç koşullarına hassas bir duyarlılığı varsa, modernitenin düşünce şekli artık iflas etmeye başlar. Sistemler kaotikleştikçe, öngörme sınırları oluşur. Örneğin küresel ısınmayı hiç bir zaman öngöremiyoruz, öyle karmaşık ki… Bu ne demek? Yarın da küresel ısınmadan dolayı bu dünya yok olabilir, belki yüzyılsa olur, belki hiç olmayacak. Ama bunu öngöremiyoruz, çünkü öngörme sınırı çok yakın. Meteorolojik olaylara bakarsak: onların da bir öngörme sınırı var. Mesela havanın üç gün boyunca nasıl olacağı söylenebiliyor ama dördüncü günden sonrası bilinemiyor.
Güneş sistemi de Newtonsal paradigmalarla oluşturulan nonlineer bir sistem ama onu tam olarak çözebiliyoruz. Yani üç bin yıl sonra güneş veya tutulmasının ne zaman olacağı söylenebiliyor, ama yine de bu öngörünün bile bir sınırı var: güneş sisteminin öngörme sınırı beş milyon yıl. Yani Newtonsal paradigma bazı olaylarda bir şekilde kendini reddetmeye başlıyor, “ben bunu size söylüyorum ama benim de bir yerde sınırım var, ben ancak o sınıra kadar konuşabilirim.” diyor.
Mesela sosyal bilimlerin öngörü sınırı da çok yakında. Yani sosyal olayların -insan davranışının, insanların bir araya geldiği toplumsal hareketlenmelerin nasıl davranacağının, yarın ne yapacaklarının- öngörülmesi mümkün değil. Fizikten örnek vermeye devam edersek, evrenin sonsuza kadar genişleyeceğinin mi yoksa tekrar küçülmeye mi başlayacağının öngörülmesi ancak bir kaç milyar yıl sonra mümkün olacak. Bunu şu anda öngöremeyeceğimizi söyleyen ne? Moderniteyle, newtonsal paradigmalarla oluşturduğumuz bilimin kendisi! Tıpkı pisagorcu görüşü, yine pisagorcu görüşün reddetmiş olması gibi: Tüm sayıların rasyonel sayılarla (iki tam sayının kesiri olarak) ifade edilebileceğini söyleyen pisagorcu görüş, iki kenarı bir birim uzunluğunda olan dik üçgenin hipotenüsünün pisagor teoremi kullanılarak hesaplanan uzunluğunun rasyonel sayı olamayacağının gösterilmesiyle çöker. Matematikte bu durumdan sıyrılmak kolay, rasyonel olmayan sayılar olduğunu farkettiğimizde onları başka şekilde adlandırıp (irrasyonel) sorunu aşarsınız. Ama eğer sizin yaşamınızla ilgili böyle iki doğru/rasyonel şey yanyana gelip irrasyonel bir sonuç ortaya koyuyorsa, “bunlar da irrasyoneldir” deyip geçemezsiniz, çünkü onlar sizin varolmanızla ilgilidirler. (Buna bir örnek de fizikteki, kütle çekiminin kuantizasyonu sorunudur. Kendi başlarına tutarlı, geçerli, doğru ve rasyonel olan iki kuram (kütle çekimi ve kuantum) biraraya getirilmeye çalışıldığında çelişkili, irrasyonel sonuçlar veriyorlar.)
O zaman bir şekilde rasyonelitenin dışına çıkıp, ama irrasyonalitenin içerisinde de yeni paradigmalar kurarak düşünmenin yollarını aramak durumundayız artık. (“Tabii ben onu da aramıyorum” demek çok farklı bir konu. Öyle söylersek artık bilimden bahsediyor olmayız.) O zaman karmaşık sistem ne demek? Mesela, at yarışı bir karmaşık sistemdir, çünkü hangi atın kazanacağını önceden kestiremiyoruz. Ama diyebiliriz ki: “öyle bir karmaşık sistemdir ki yedi attan oluşur ve onların herbiri de birinci olmak ister.” Kendimize böyle determinist çizgiler çekebiliriz. Ama bu çizgiler para atma meselesindeki gibi değil: Yedi at koşuyorsa, seçilen atın gelme ihtimali bir bölü yedi diyemiyor insan, çünkü orada irrasyonel düşünce ağır basmaya başlıyor. Örneğin ata baktığında insan atı sevmeye başlıyor; rengi, ismi hoşuna gidiyor, böylece atın 1/7 olan kazanma olasılığı size göre daha fazlalaşıyor. Aynısı spor toto oynarken de geçerli, tuttuğunuz takımın lehine kazanma olasılığını arttırıyorsunuz. Demek ki insanoğlu bu karmaşanın içerisinde bir şekilde irrasyonel hareketlenmelerde bulunuyor.
Bu düşünceleri toplum hareketlerine, insani davranışlarına döktüğümüz zaman işler çok daha farklı oluyor. Hata nerede ortaya çıktı? İnsan davranışlarını fizikle anlatmaya, onları fizikle çözmeye ve fiziksel paradigmalarla anlamaya çalıştık. Halbuki şimdi biliyoruz ki bunlar arasında karmaşıklık bakımından büyük farklılık basamakları var ve insanoğlunun davranışları bunlar içinde en karmaşık olanı. Siz buna lineerletici, düzenci, modernite paradigmalarıyla yaklaştığınızda çok yanlış sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Aydınlanma ne demek: Bu düşüncenin topluma uygunlanma çalışması. Topluma bu tip analitik düşüncelerle müdahale edildiğinde, insan yönlendirildiğinde ve eğitildiğinde başlangıçta bu süreci belli bir yere kadar götürebiliyor, tepkileri ve davranışları bir miktar öngörebiliyorsunuz ama insani davranışlar karmaşıklaştıkça öngörü ve denetim kesiliyor. İnsanlığın bugünkü gibi karmaşıklaştığı bir yapılaşmada, o aydınlanmacı müdahalelerin artık işe yarmadığını, insanı ve dünyayı onlarla götüremeyeceğimizi fark etmeye başladık. Belli bir süre için geçerli oldular ama bunda ısrar etmenin bilimsel olarak bile yanlış olduğunu görüyoruz.
Esasında sosyologlar arasında bu durumu farkedenler var. Lenin çok ilginç şeyler söylemiş: “genelde tarih, özelde devrim tarihi en iyi tarihçinin hayal edebileceğinden her zaman içerikçe daha zengin, daha çeşitli, daha canlı, daha çok yönlü ve daha inceliklidir.” yani insaniyet vasfının ne kadar karmaşık olduğunu bugünkü teknolojinin geldiği yeri –özellikle iletişim teknolojisinin-, yarattığı karmaşayı bilmeden söylemiş. “tarih rastlantılarla, konjonktürlerle ve tuhaf bir şekilde yanyana gelmiş olaylarla doludur. Ve bu bize insan değişiminin karmaşıklığını ve herhangi bir insani eylem veya kararın nihai sonuçlarının önceden kestirilemeyen bir karakterde olduğunu gösterir.” (Tabii bunun üzerine kendi ideolojisini kuruyor.) Lenin bunları söylerken anarşist bilim felsefecisi Feyerabend, kaosun insani değişimdeki önemini vurguluyor: “Kaossuz bilgi olmaz” diyor. “akla sık sık karşı gelmeden bilim olmaz. Bugün bilimimizin en temelini oluşturan düşünceler, sadece, geçmişte önyargı, fantezi, tutku gibi şeyler oldukları için varlar, çünkü bu şeyler akla karşı geldiler.” Feyerabend’in söylemek istediği, sterilize bir düşünce sistemindeki düzenli yapılaşmaların, hiçbir zaman yeni gelişmelerin öncüsü olamayacakları; yeniliklerin ancak ve ancak daha karmaşık düşüncelerle daha farklı yapılaşmaların da dikkate alınmasıyla olabileceği
Bunun yanında, görecelilerle onlara karşı çıkanlar arasında bir kavga var. Fizikte ampirizm dediğimiz gözlem çok önemlidir, çünkü bir teori kurduğunuz zaman gözlemlerinizle onu düzeltirsiniz. Ama postmodernistlerin en önemli özelliklerinden bir tanesi göreceli düşünürler olmaları. (Ama göreceli’den kastettiğim Einstein’ın rölativite teorisi değil. O da göreceliymiş gibi ortaya çıkıyor ama onda da kendi içerisinde bir düzenleme var. Ancak o düzenleme içerisinde gözlemcilere bir miktar göreceli olmasına müsaade ediyor.) Onlar diyorlar ki, bilimsel düşünce kültürlere göre değişir. (Yani tabii ki yere düşen taşın hakkındaki düşünce değil, bunun diğer alanlardaki uygulamalarındaki düşünce şekilinin değişmesi. Yani örneğin ben moderniteyi reddediyorum diye kendimi pencereden atmamz ya da elektrik şalterine dokunmam. Bu ikisi arasındaki farkı çok iyi bilmek lazım.) Bu yüzden göreceli düşünürlere göre, göreceli olmayan arayışlar her zaman dayatmacı ve sistemi bir yere götürücü arayışlardır ve insanoğlunu tek boyutlulaştırırlar, insanın kendine yabancılaşmasının en önemli unsurlarındandır.
1950’lerde Thomas Kuhn adında bir bilim tarihçisi var, aynı zamanda fizikçi. 50’lerde McCarthy döneminde üniversitelere üzerinde büyük baskılar kuruldu. Bilimi eleştirenler, bilimin özellikle askeri ilişkilerine ve emperyalist düşünce tarzlarına karşı çıkanlar üniversitelerden uzaklaştırıldılar. Onların hepsi Amerika’nın aleyhinde çalışan insanlar olarak tanımlandılar. Kuhn bunlardan bir tanesidir. O, batının oluşturduğu bilimi normal bilim olarak adlandırır. 1950’den itibaren bilim artık normalleş(tiril)miştir ve üretmekten ziyade sistemin kendi iktidarını korumaya yönelik bir anlayıştadır. Kendini bir kabın içinde kaybettirir. Nedir o? Benzer deneyler tekrarlanır, yeni düşünceymiş gibi gözükenler esasında eski düşüncelerin ufacık bir değişmişleridir. Ama bu şekilde de batı düşünce sistemi ve iktidarları kendi dayatmasını, varlığını sürdürür.
Sonra bizim gibi ülkelerde “bilimmiş gibi bilim” var. (tanım bana ait.) Sonra “big science” dedikleri bugün uluslarararası konjönktür içerisinde uluslararası laboratuvarlarda yapılan bilim çalışmaları. Bilimmiş gibi bilim de bizimki gibi üçüncü dünya ülkelerinde (yani Feyerabend’in “birinci dünya bilimi” dediği modern bilimin ortaya çıkışında katkısı olan ülkelerin dışında olan ülkelerde) yapılan bilimdir. Bunlar bilimi dışarıdan adam getirerek ithal ederler. Bu ülkelerde bilim bir kere iktidarlara göre düzenlenmiştir, dışarıdan içeriye bilimin girişi o ülkenin sistemine uygun bir şekilde düzenlenmiştir. Dışarıya gönderilen insanlarsa bilimi bu sisteme uygun şekilde öğrenmeleri amacıyla yollanmışlardır. Mesela 3.Selim matematik öğrenmek için insanları dışarı göndermesinin tek nedeni topun daha iyi atılmasıdır. Batılıların bu işi çok daha iyi yapmaya başladığını farkedince, sırf bunun için Avrupa’ya adam göndermiş, ya da Macarları getirtmiş. Amaç nedir? Kendi iktidarlarının, sistemlerinin güçlenmesidir. Bugün bilimmiş gibi bilim bizim gibi ülkelerde kendini şöyle gösterir: taklitçilik, benzer deneylerin tekrarı, uluslararası laboratuarlarda sanki o deneyin içindeymiş (big science) gibi gözükmek. (çünkü küreselleşmede büyük rol oynadığı için uluslararası yanına ancak bu şekilde katkıda bulunabilirsiniz.) Bu gibi çalışmalara üçüncü dünya ülkelerinin iktidarları karşı çıkmaz, çünkü bu kendi könjönktürlerine uygundur. “Bakın işte makale sayımızı ne kadar da arttırdık.” diye sevinç çığlıkları atarlar. Bundan hem devlet mutludur, hem üniversite mutludur, hem de bizler (akademisyenler) mutluyuzdur; çünkü böyle bir bilim –miş gibi bilim- yaparak yüksek maaşlar, cebinde özel kartları, yeşil pasaport gibi ayrıcalıkları olan insanlar oluruz.
Bu durum John Bertnard’ın simülasyon kuramına girer. Yani simülasyonla başlayan bilimmiş gibi bilim bir yerden sonra bizim için gerçek bilim olmaya başlar. Hipergerçeklik diyoruz buna, yani biz hepimiz o bilimin gerçek bilim olduğunu zannederiz. Konjönktüre de uygundur, çünkü devlet de bilimden yana gözükmek ister. Ama hangi bilimden yanadır? Bilimmiş gibi bilimden. Yoksa farklı bir söylemde olan, o sisteme karşı çıkan, sistemi eleştiren ve onun dışında bilim üretmek isteyen bilimden değil…
* * *
Hegel ve Marks temelde aynı şeyi söylemişlerdir: İnsanlık tarihinde belli bir oluşum var. Bu gelişim devamlı teknoloji ve bilimle birlikte oluyor. Bu gelişmeyi kontrol eden ve yönlendiren modern anlayıştır. Marksa göre bu evrenin bitimi kommunizmle sonuçlanacak, Hegel’e göreyse liberal demokrasiyle (kapitalizm)
Bir de Fukuyama. Tarihin sonunu ve bu insanın son insan olduğunu söyleyen tipik bir modernite taraftarı. Onun söylemek istediği “komünizm kaybetti, artık liberal demokrasi var sadece. Tüm yapılar eninde sonunda moderniteye uyacaklar, çünkü insanlık tarihinin sonu bu.” Şunu da açıkça söylüyor, “bu tarihe yön veren, tarihin tek yönlü olmasının nedeni modern doğa bilimleri”. Fukuyama bunu söyleyerek Batı uygarlığının evrensel olduğunu ve tek çözüm olduğunu söylüyor. Burada batı uygarlığının dışında bir uygarlığı kabul etmeme, ona tahammül edememe var.
Faoucault daha radikal. O modernitenin bittiğini söylüyor. Ama yeni topluma dair bir şey söylemiyor, çünkü o da modernitenin içinde doğmuş ve yetişmiş biri. Eğer bir insan modern ilişkiler içerisinde yetişmişse modernitenin sonunun geldiğini görebilir ama “yeniliğin” öncüsü olamaz.
Bütün bu kavganın içerisinde, kitlenmiş olan batının kendini kurtarma hareketlenmeleri yatıyor. Bazıları reddederek yapıyor bunu, yeni şeyler arayarak, ama modernitenin içinde kalarak…
Küresel bir oluşum var, o da modernitenin bir sonucu. Hem modernite karşıtı hem de küreselleşme taraftarı olamazsınız. Küreselleşme doğa bilimlerinin bir sonucudur. Şuraya kdaar moderniteciyim, oradan sonra küreselleşme vardır diyemezsniz.
Kaos ve karmaşıklık bazılarına göre bu durumdan tek kurtuluş. (Bunlar arasında ben de varım) Fukuyama’nın ve insanın sonunun olmamasını sağlama veya yeniden özgürleştirme kaotik evrim sürecini gerektiriyor.
Fukuyamanın getirdiği sistem küreselleşme sonucu insan davranışlarının kontrol altında tutulması ve öngörülmesini sağlıyor. “Yarın beni yokedeceğini öngörebiliyorsam, seni bugün yokederim” diyor sistem. “Senin hareketlenmenin beni ne kadar rahatsız ettiğine bakarım, çok rahatsız ediyorsa seni sistemin bir parçası yaparım.”
Bunların tek hesaplayamadığı şey şu, insanların duyarlı olması.
Otonom hareketler arttıkça, (bunların büyüklüğünün önemi yok, iki kişinin yanyana gelmesiyle beş kişinin önem farkı yok.) ve sistemi rahatsız eden oluşumların yok edilmesini engelledikçe sistem karmaşıklaşıyor. Sistem ne kadar hızlı bir şekilde kaotik evrime girerse bu çatlamaların yeni oluşumlar yaratma şansı o kadar artaack. Çatlamalar arttıkça da sistemin kontrol etme yeteneği azalacak, sistem hareketlerin sonrasını öngöremeyecek.
Bu yüzden sistemi rahatsız eden her olayın.büyük önemi var.
Herkese teşekkür ederim…

Prof. Gediz Akdeniz ile Söyleşi: "Bilimle Postmodern Hesaplaşmalar"” üzerine 3 yorum

  1. ben sizi 1 aydır tanıyorum ama hakkınız da ço k şey öğrendim ben istnbul uniw jeoloji 1 im
    yaptığınız her şey mantıklı bence

  2. Sevgili Gediz Akdeniz,
    Zevkle okudum bu güzel söyleşi makaleyi. keşke vakit olsa da bir söyleşi yapabilsek sayfam için çok hoşuma gitti sosyolojik olaylara getirdiğin açılım. Zehra’ya ve sana sevgilerimi yolluyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s