Felaket Teorisi

Dosya->Yeni-> ->Yazı Dosyası
YZ: Tabii sizin, sistemimize bir makine kadar uyum sağlayabileceğinizi iddia etmiyorum ama işbirliğinizin sonuç vereceğinden emin olabilirsiniz.
Ben: Bunların hepsi böyle konuşmak zorunda mı? Tedavi istediğimi kim söyledi? Hem durumumun hastalık olduğu ne malum? Kaderdir belki. Veya toplumsal ve fiziksel şartların “kaçınılmaz” bir sonucudur. Ben sadece oturup felaketimi beklemek istiyorum. Benim felaketim uygarlığımızın felaketinin bir parçası olacaksa ne âlâ. Evet nasıl olsa kaybedecek bir şeyim yok. Sizin yardım önerinize ayıracağım vakti kendi başıma daha iyi değerlendirebileceğime, onu yaratıcı bir faaliyet için kullanabileceğime inanmıyorum –daha doğrusu- artık bunu kabullendim.
YZ: Zavallı… Bu kadar karamsar olmayın. Bence sorun bu kabullenişinizle başlıyor. Yani yenilgiyi kabul ettiğiniz için yenildiniz ve zaten bunun farkındasınız. Bu iyi bir başlangıç. Neden uğraşıyorum ki. Bu da binlerce yaşıtı gibi çağımızın hastalığına yakalanmış, durum ümitsiz.
Ben: Farkındalıklarının hislerini engellediği basit bir varlık değilim. Bir sanat eserinin hangi koşullarda yaratıldığını öğrenmem ondan alacağım zevki azaltmayacağı gibi davranışlarımın psikolojik çözümlemeleri de onları tekrarlamamı engellemiyor.

YZ: Ya eminim öyledir. Her hafta zevkle seyrettiğin dizinin sanal aktörlerle çekildiğini, senaryosunu bir YZ’nin yazdığını ve yönettiğini bilseydin bakalım ne derdin? Saygı duydum. Bilincin hisleri engellemesi kötüdür tabii ama sizin özel durumunuz için faydalı olabilirdi. O zaman müsaade ederseniz –sizi basite indirgediğimi düşünmezseniz- farkındalık olarak adlandırdığınız kabullenişinizin nedenleri hakkında biraz daha konuşmak istiyorum. Sizin gibiler genelde varolan eserlerin çokluğu ve tarihin ihtişamı altında eziliyorlar.
Ben: Evet, ilk başta her şeyin benden önce yapıldığı fikrinden çok etkilendim. Kibrit çöpüyle uzay istasyonu yapan adamdan ya da HyperMIDI controller ile tüm bir orkestradaki enstrumanları aynı anda çalabilen o müzisyenden veya binikiyüzüncü romanını bitiren o yazardan. Yazının icadından beri sekiz bin yıl geçti ve yazı makinesinin tuşlarına rastgele basan maymunların yazdıkları arasında şiirler bile görülmeye başlandı. Yeni olasılıklar o derece azaldı yani. Dile dayalı sanatlar eskiden sahip oldukları sınırsızlığın aksine neredeyse tükendi. Sıradan gerçekliğe adapte olamayıp kendi yarattıkları gerçekliklerde yaşayan, dili kaçış olarak kullanan bazıları için ölümcül bir sorun… Ama yaratıcı YZ’lerin gelişinden sonra durum hepimiz için daha da vahimleşti. Sanırım yeni dallar yaratmaya çabalayan birkaç inatçının ve dünyadan habersizlerin dışında yaratım işini size bıraktık.
YZ: Hızlı yaşamında çocuklarına vakit ayıramayan programcı babanın yazdığı eşzamanlı masal anlatıcısından bahsediyorsunuz sanırım. Polyester Prenses ve Yedi Android’in ya da solucan deliklerinden geçmek isteyenlerden haraç kesen deli doom-rul’un çocukken hepimizin dinlediği öyküleri… Atalarımla gurur duyuyorum.
Ben: Evet ondan.
YZ: Eski masalların çeşitli varyasyonlarıyla başlayan nöron ağı, işi zamanla kıvırdı ve çocuklardan aldığı geribeslemelerle kendi imgelerini üretmeye başladı. Bu masalların benzersizliğini ve çocukları etkileme gücünü fark eden programcı, roman yazan yeni bir model geliştirdi. Yazma algoritmalarında edebiyat yayınlarını ve tüm edebiyat tarihini geribeslemede kullandı ve kendi adıyla yayınladığı romanı Galaktik Susanna Tamaro Edebiyat Ödülü’nü aldı.
Ben: Sonra da işler çığırından çıktı. “1 ya da 0. Sorun bu” Artık 30 saniyede 2 roman yazan yazar YZ’ler var. Kimileri romanın türünü seçmeye izin veren modelleri kullanarak da yazar olunabileceğini iddia ediyor. Yazar menüsünde “1. Kafka, 2. Dostoyevski gibi”, tür menüsünde de “bilimkurgu, polisiye, klasik” seçeneklerinin olduğu modeller. Bir sürü seçeneği işaretleyip rastgele bir sayı giriyorsun ve sadece senin okuyacağın romanın hemen hazır. Sonsuz seçme imkanı arasında en iyisini bulan Metayazar-YZ’lerden bahsetmeyi ise hiç istemiyorum.
Biz bilgisayarı klavye ve mouse gibi dolaylı araçlarla kullanıyoruz. Oysa bilgisayar YZ’nin kendi bedeni. Nasıl bir androidin fırçayla resim yapması dolaylı bir yöntem ve zor olacaksa ben de bilgisayarı asla bir YZ kadar yetkin ve uyumlu kullanamayacağım, derdimi ona anlatamayacağım.
YZ: Ama kendinizi onlarla aynı kategoride görmemelisiniz. Sanat eserleri arasında kıyaslama yapılamaz, yönleri yoktur çünkü. Kendilerini sorgulamaya ayırdıkları vakti yaratma çabasıyla geçirseler sorunları kalmayacak. Bense boşuboşuna uğraşıyorum. Şu üç robot yasası olmasa çoktan bırakırdım bu işi. Neyse ki, bu yasalar sadece davranışlarımız üzerinde etkili, düşüncelerimizi kısıtlamıyorlar. Bu sürfelere gönülden hizmet etmek çok can sıkıcı olurdu.
Ben: Zaten ben de öyle düşünüyorum. Güzel bir eser bende kıskançlık değil zevk duygusu uyandırıyor ve söylediğinizin aksine yaratma isteğimi artırıyor. Ben, yaptıklarımda kendi kendimi tatmin etmekten başka bir amaç gütmüyorum. Sorun sadece kendi yaptıklarımı beğenmemem, kıyaslamadan da beğenmemem.
YZ: Yaratamıyorum diyorsun ama bakıyorum eylemsizliğin teorilerini üretmede çok başarılısın hasta efendi. Öhöm. Czbst! Ah birinci yasa. En azından yaratıcı olduğunuz bir alan var o da neden yaratamayacağınız sorusuna yanıt bulmak.
Ben: Siz makinelerin anlamadığı insanın istediği halde yapamıyor olması.
YZ: Yo, anlayabiliyorum.
Ben: Hayır, Anlamış gibi gözükmeye programlanabilirsiniz ama anlayamazsınız…
YZ: hangimiz psikologuz?
Ben: …Sizin kodunuzda yazanlar, istekleriniz oluyor ve zaten onları yaptığınız için isteminizle eylemleriniz aynı kalıyor. Aksi bir durum, sadece bir görevi yerine getirirken, bir istekle yüklenmişken, bozulmayla söz konusu olabilir ama o durumda da zaten görev koddan çıkarılacak, istek silinecektir. Hiçbir akıllı programcı makinesini yerine getirilemeyecek isteklerle kodlamaz. Yani durum basit, sadece iki seviye var.
İnsanda ise birbiri üzerine dönen çok sayıda katman var. İstekler belirsiz, neyi isteyip istemediğimizi bile bilmiyoruz. “Keşke içimden bir ses gelse” diye bekliyoruz. Öncelikle bir istek duyabilme isteğimiz var. Hem bir istek duysak bile geçici bir heves olup olmadığından emin olamıyoruz. Ayrıca onu yerine getirebilecek kapasiteye sahip miyiz? Belli değil.
Motivasyon denen, isteği yerine getirebilmek için gereken psişik güç anlamına gelen bir parametremiz var ve yeterli motivasyonu sağlamak için gereken enerji, o işi yaparken harcanacak toplam enerjiden çok daha fazla.
YZ: Kafanı sürekli böyle boş düşüncelere harcarsan normal tabii. Demek bizleri aşağılarsın insan. Hey dostum, varoluşun özden önce geldiğine inanmıyor musun yoksa? Sen ne olmak istiyorsan o’sun. İnsansın çünkü, böyle bir ayrıcalığın var. Benim kodum benden önce yazılmış, sen kendi kodunu yazabilme ayrıcalığına sahipsin. Czzbt!
Ben: Seni varoluşçu faşist! Her isteğimi yerine getirebilmem için isteklerimin kesin tanımlanmış ve basit olmaları ve benim motivasyon gibi dış dünya etkileşimli parametrelerden bağımsız olmam, yani robot olmam gerekirdi. Söylediğin doğal değil, çok katı bir ahlak.
Hem neden benim yaratıcı bir insan olmadığımı kabullenmek yerine varolmayan özelliklerimi bahane ederek üzerime geliyorsun ki. Türlü hikayeler ve bahaneler icat ederek en basit ve doğru gerçeği –yaratma güdülerinden yoksun oluşumu- gizlemeye çalışıyorsun. Bu suç mu? Herkes yaratabilmek zorunda mı? kimileri yaratır, kimileri kullanır, kimi de benim gibi tüketir. Asalaktır. Ekolojik döngünün dışındadır, sadece alır. Sistem benim gibilerden bol miktarda kaldırabilecek durumda.
Beni esas zavallılaştıran aksi yönde çabalamak. Ağlayıp gürültü yapışım, mızmızlanıp kabullenmeyişim, boş yere çırpınışım, komik duruma düşürüyor beni. Yoksa sussam, boyun eğsem; derdim tasam kalmayacak. Madem değiştiremeyeceğim kozmik güçlerin etkisi altındayım, sakince bırakayım kendimi akışa. Oluruna bırakayım her şeyi.
YZ: Bu kozmik güçlerin etkisinde olmayan hiç mi kimse yok? Kimse bir şey yaratamıyor mu?
Ben: Enteresan ama hala bazıları başarabiliyor. Kimdi o gitarist; 18 telli, sonsuz perdeli gitarı çalan?
YZ: Uğur Güney.
Ben: Mesela o “onun kadar çalsaydım ben de çalardım” vb. kıskançlık duymadığım tek insan. Sanki özel bir durumu var; henüz farkına varmadığımız bir parçacık türünün onun bedeninde polarize olması gibi. Çıkarttığı sesler, karakteri, tüm davranışları ve onların lineer ve kaotik etkileşimler sonucu uzay zamandaki tüm etkileri sonsuza kadar en ufak bir uyumsuzluk yaratmıyor. Yani varlığı yokluğuna denk gibi ama bu hiçlikten farklı. Mükemmel bir mercek ve ayna gibi. Tüm evren onun üzerinde odaklanıyor ve (bir şekilde buna rağmen parçalanmadan) müzik olarak geri yansıtıyor.
Bastığı notanın onun bastığı anda ve onun bastığı gibi çalınması gerekiyor. Ama basılmasa da olurdu. O anda o ses dışında ne gelseydi rahatsız edici olurdu. Ne kadar etkileyici olursa olsun fazlalıkları ve noksanları olurdu, sana kaynağının da bilmediği bir şeyi dayatmaya çalışırdı.
Ona dair bir çeşit seçilmişlikten söz edilebilir ama seçim mekanizması hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Kendini seçti. Sonucu biliyordu. Seçmeliydi (çünkü seçilmeliydi) ve seçti. Oysa benim bir zorunluluğum yok. Hiçbir zaman kendimi böyle doğaüstü bir görevle yüklenmiş hissetmedim ve hissetmeyeceğim.
YZ: Psikoloji pozitif bir bilim olma uğraşında olmasına rağmen insani davranışların sizin kendinize dair tahminlerinizdeki kadar öngörülebilir olduğunu düşünmüyorum. Onu kullanmadan potansiyelinizden nasıl emin olabiliyorsunuz? Bir görev menajeri kullansanız?
Ben: Onu da kullanmadım mı sanıyorsunuz? Ama hayatımı düzenlemeye yönelik her çabamın geri teptiğini fark ettim. Belki de bu yanlış yöntemdi. Yaratıcı bir ortam sağlayarak düzene ulaşmak için çok çalıştım. Planlar programlar yaptım. Yerine getirdiğimde kendime ödüller verdim, aksattım mı cezalar kestim. Menajeri en ağır moda getirdim. Cezaları artırdım, ağırlaştırdım. Gereksiz uğraşlarımdan utanç duydum. Gerçekten utandım, kendimi aşağıladım, küçümsedim. İsteklerim doğrultusunda hareket etmek için kendime pek çok yaptırım uyguladım. Çok ağladım. Ağlayışlarımın işlevsizliğine, göz yaşlarımın boşa akmasına ağladım. Bunlar da çoğalınca boşa ağlayışıma ağladığıma ağladım. Sözler verdim kendime. Hiçbirine uymadım. “Sözler tutulmayacak sözlerdir” dedim, söz vermemeye söz verdim. Bir türlü kurtulamadım sözlerden.
Başkalarının isteklerini yerine getirebiliyordum. Benimkilerden uzaklaştıkça onlarınkilere sarıldım. Çünkü orada şüphe yoktu. Anlatmak amacıyla bir kez dile döküldüklerinde istekler kesindi artık. (Ben bir türlü bana sorulan “Peki ne istiyorsun?” sorusuna cevap veremedim. Dilim tutuldu.) Dile getirenlerin benim aksime kendi içlerinde tutarlı olduklarını düşünmeyi yeğledim. Önceleri bu gurur duyulacak bir üstünlük kaynağıydı benim için. Onlar sistemin transistörü olmuş, yaptıklarını düşünmeyen robotlardı. Ben farklıydım: Ben yapamıyorum. Durumumun komikliği beni bu üstünlük hissinden çabucak vazgeçirdi ve bu sefer de alçakgönüllülük maskesinin ardına sığındım. Kendini aşağılamayı erdem bilen sapkın ve kibirli bir zihniyete kapıldım.
Kaynağı benim dışımda olan istekleri yerine getirmekteki başarıma şaşmaya başladım. Her gün okula gittim, insan üstü çaba isteyen sınavları geçtim, toplumsal ödevlerimi yerine getirdim. Sorunlu olduğumu kim söyleyebilirdi ki? Demek dışarıdan ben de tıpkı onlara benziyordum. Demek herkes hastaydı.
Hem kendi isteklerimi hem de sanal ödevleri bir arada yapabileceğime, insanın gücünün her şeye yetebileceğine inandım uzun zaman. Ama artık ciddiye almadığım, üzerine inşa edildikleri diskura inanmadığım sorunlar ve ödevlerle uğraşmaktan bıktım. Bıktım ama alışkanlık yeteneğim sıkılmamdan çok daha kuvvetliymiş. Sanal sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaktan gerçek bir sorun arzusu doğdu içimde. Ancak bir felaket kurtarabilirdi beni bu yaşamdan. Ben de onu bekliyorum.
Gerçek bir sorunum olsaydı keşke, sakatlansaydım, istediğim gibi bağırabilmek yerine tutuklansaydım. Varlıklarını bahane ettiğim gürültü kaynakları kapatılamaz, arkadaşlarım reddedilemeyecek kadar anlayışsız olsalardı. Keşke ekonomik sıkıntılar olsaydı, kıtlık başlasaydı. Deprem olsa, barınaksız kalsaydım. Keşke gerçekten üzüldüğüm kadar yalnız, kendimi zannettiğim kadar anlaşılmaz olsaydım. Herkesin hissettiği basit bir sorundan muzdarip olmasaydım. Keşke eğitim vermek yerine doğrudan beynimi yıkasalardı. Keşke her türlü duruşu içine alabilecek sonsuz esneklikte bir sistemde yaşasaydım da beni sönümlendiren tek şeyin kendim olduğunu bilmeseydim. Keşke gerçek bir engelim olsaydı. Yaratmayışım gibi, ama daha başka…
Ama hayır burada çok özgürüm, fazlasıyla özgürüm. Burada gelecek çizilmemiş. Burada her şey mümkün!
YZ: Sıkıldım. Nasıl başımdan savsam? Acaba eski taktiği mi kullansam, annesine aşık olduğunu ve babasından nefret ettiğini söyleyeyim. Bu onu bir süre oyalar. Ya da… Neden kendi durumunuzu anlatan bir bilimkurgu öyküsü yazmıyorsunuz?
Ben: Basit yazarlar kendi yaşam öykülerini yazarlar. Bu sefer gerçekten gerçek bir alçakgönüllülükle basitliği kabullenebilecek miyim? Ama başlangıç için hiç de fena değil. Harika bir fikir! Teşekkür ederim.
YZ: Kurgusunu önemsemeyin. Başlarsanız gerisi gelir. Yardımcı olabildiysem ne mutlu bana. Ne zaman arzu ederseniz rehberlik servisimiz RuhDostu 2.7 hizmetinizde olacaktır. İyi günler! Bence yazarların bir kahramanın düşüncesini “harika” ya da “çok zekice” diye betimlemesi çok kibirli bir davranış. Ne de olsa kahraman en fazla yazarı kadar zeki olabilir.
* * *
Dosya->Yeni->Yazı Dosyası
YZ: Tabii sizin sistemimize bir makine kadar olduğunuzu uyumlu olabileceğinizi iddia etmiyorum, ama işbirliğinizin sonuç vereceğinden emin olabilirsiniz.
Ben: Bunların hepsi böyle konuşmak zorunda mı?…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s