“Siyahi Dergisi'nin 8. sayısında yayımlanmıştır.”
Üçüncü dünya anarşizmleri meselesine Ortadoğu’dan bir bakış
Son Kurban Lübnan
Lübnan’daki savaşın ardından ilan edilen ateşkesin daha ilk saatlerinde, bombardıman dolayısıyla harabeye dönen şehirlerin yıkıntılarından yükselen dumanlar henüz gökyüzünü griye, öldürülen çocukların cesetleri ise henüz yeryüzünü kızıla boyarken, kan ve barut kokusu altında, savaşın her iki tarafı da zaferi kazandığını, düşmanını bozguna uğrattığını, özgürlüğünü ve bağımsızlığını koruduğunu ilan ediyordu. Savaşın tüyler ürpertici görüntülerine eşlik eden bu zafer haykırışlarını insanlığın geçirdiği histeri nöbetlerinden biri olarak izledik hep beraber. Belki de karanlık bir ironinin, Orwellci disütopyalardan devşirilmiş “yıkım zaferdir”, “kıyım özgürlüktür” gibi sloganlar üzerinde yükselen bir dünyanın, yansıması olarak gördük olan biteni. Ne var ki, aslında belki de savaşı ve sonrasında yaşananları değerlendirirken hiç de yan anlamlar, ironiler veya histerik saplantılar aramaya gerek yoktu. Her şey kelimenin tam anlamıyla, doğrudan ve açıkça ifade edilmişti. Zafer gerçekten kazanılmıştı. Hem de her iki taraf tarafından. Savaşı hem İsrail Devleti hem de Hizbullah Örgütü kazanmıştı çünkü. Savaşı, İsrail Ordusu, Hizbullah milisleri, askeriliği dünyanın en ulu ve kutsal vazifesi olarak gören, sorunların ancak kaba kuvvet ile çözülebileceğini savunan zihniyet kazanmıştı. Savaşı, devletlerin ve orduların veyahut devlet modeline göre örgütlenmiş hiyerarşik ve militarist örgüt ve grupların insanlığın bekası için gerekli ve zorunlu olduğunu tekrarlayıp duran söylem kazanmıştı. Savaşı, etiyle kemiğiyle insan suretindeki milyonları insan saymayan onları keyfi bir şekilde terörist ilan edip insanlıktan çıkaranlar kazanmıştı. Ve en nihayetinde savaşı kazanan bir kez daha, insanlığı aynı olana, sabit kategorilere, liberal demokrasinin sözde çoğulcu söylemi içinde aynı iktidarın aynı diline tabi kılan düşünme ve anlamlandırma biçimleri olmuştu. Böylesi bir savaşın en büyük zararı, dünyada çok az yerde karşımıza çıkabilecek bir çeşitliliği ve farklılığı bir arada barındırabilmiş Lübnan halklarına vermiş olması ise hiç şaşırtıcı olmasa gerek.
İsraillileşen Devletler
Evet, bu yazı Lübnan’da yaşanan savaş üzerinden iktidarların yeni tahakküm kurma biçimlerini tartışmayı ve bu tahakkümün dürttüğü yeni direniş imkânlarını beraberce düşünmeyi amaçlamaktadır. Zira geçtiğimiz aylarda Lübnan’da yaşananlar münferit bir çatışmanın sıradan görüntüleri değildi. Bilakis bu savaş, İsrail’in 1948’deki kuruluşundan bu yana geliştirdiği düşünce ve eyleme geçme biçiminin; yani devlet terörünün tüm dünyaya yayıldığının ve artık baskın ve yaygın bir devlet ve iktidar biçimi olarak benimsendiğinin acı bir göstergesi ve son halkasıydı. Topyekûn bir güvenlik aygıtına dönüşen devletler, bundan böyle var oluş gerekliliklerini, vatandaşlarını, terörden ve teröristlerden korudukları gerekçesine dayandırıyor. Ne var ki, insanları terörist ilan eden, keyfi kararlarla vatandaşlıktan çıkarıp ‘öldürülebilir’ bedenlere dönüştüren, kısacası bugün koruduğunu ilan ettiği vatandaşını yarın hiçbir insani hak tanımadığı bir teröriste dönüştüren de aynı devletler. Kısacası terörün kaynağı ve üreticisi devletlerin ta kendisidir. Çok değil birkaç yıl öncesine kadar artık yok olmaya yüz tuttuğu, varlıklarına gerek kalmadığı, güçlerinin tükendiği söylenen devletler bugün egemenliklerini tesis etmek için git gide daha çok kaba kuvvet, korkutma, tehdit ve zorbalığa başvuran, şiddet kullanarak şiddeti kışkırtan yapılar olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Ve bu denli yoğun bir şiddet karşısında ortaya çıkan kaçınılmaz tepki karşısında, kendisini vatandaşlarının güvenliğini güvence altına alan varlığı zorunlu bir kurum olarak lanse ediyor.
Oysa Michel Foucault çağdaş iktidar rejimlerini incelediği son dönem yazılarında modern yönetim mekanizmalarının salt kendi var oluşlarını yeniden meşru kılmayı amaç edinen egemenlik iddiasındaki yapılar olmaktan ziyade üzerinde kontrol sahibi oldukları nüfusların refahı ve idaresi ile ilgilenen yönetimsel yapılara dönüştüğünü söylüyordu. Foucault’nun yönetimsellik kavramıyla açıklamaya çalıştığı şey, yönettiği nüfusun refahını, ekonomisini, sağlığını, eğitimini dolayısıyla verimli işleyişini amaç edinen yaygın ve disipline edici modern iktidarlardı. Bu tespit bundan yirmi yıl öncesine kadar da oldukça geçerliydi. Ne var ki, devletler bugün aslında sadece nüfusun son derece azınlıkta kalan belirli bir kesimi için bu işlevi yerine getiriyorlar. Nüfusun geri kalan çoğunluğu için ise devlet denen yapı günden güne daha da paranoyaklaşan, yani aslında korkaklaşan, güvenlik konusunda saplantılı, o yüzden de son derece kırılgan, merkezi ve militarist bir güç odağı olarak işlev görüyor. Geçen yıl Katrina kasırgası sırasında izlediklerimiz dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü olarak lanse edilen ABD’de bu gücün yönetimselliğin üretken araçlarından ziyade egemenliğin yıkıcı araçları olarak hizmet ettiğini ve olağanüstü hal rejimi uygulayıp tüm hakları askıya alarak insanları kaba kuvvetle yerlerinden etmek için kullanıldığını gösterdi. Katrina kasırgası sırasında tanık olduklarımız 21.yüzyılın en etkin devlet mekanizmasının nasıl da korku politikasına tabi kılınmış bir güvenlik aygıtına dönüştüğünün belki de en ibret verici görüntüleriydi. ABD yönetimi, bırakın başka dünya halklarını, kendi halkının, kendi nüfusunun dahi verimli ve etkin bir şekilde örgütlenmesiyle hatta hayatta kalmasıyla bile ilgilenmiyordu. Derdi daha çok, başına bela olan siyahlar ve yoksullardan kurtulmaktı. Ve böylece WallStreet’te milyarlarca dolar saniyeler içinde el değiştirirken, belki bir el hareketiyle kurtarılabilecek koskoca bir şehir on binleri de yanına katıp sessiz sedasız sular altına gömüldü. Zira o şehrin nüfusu insan bile sayılmıyordu, dolayısıyla ilgiyi hak etmiyordu. Demek ki, ABD ve daha birçok zengin olarak tanımlanan Batılı ülkenin kendi içerisinde de Afrikalar vardı. Öte yandan devletlerin milyonları insan saymama ve insanlıktan çıkarmalarının tek yöntemi New Orleans veya Afrika’daki halklara yaptıkları gibi belli bir nüfus grubunu görmezden gelmek değildi. Aynı zamanda aktif müdahaleler ile de bunu yapıyorlardı. ABD ve İngiltere’nin Irak ve Afganistan müdahalesi ve işgalinden, Hindistan’ın Keşmir’e, Rusya’nın Çeçenistan’a, Türkiye’nin Kuzey Irak’a keyfi müdahale ve operasyonlarına kadar genişletebileceğimiz örnekler dizisi, kaba kuvvet kullanarak ve tek yanlı olarak kişileri ve toplulukları yaşama haklarından yoksun bırakıp insanlıktan çıkarma ve böylece ‘müdahale edilebilir’ ve dolayısıyla ‘öldürülebilir’ kılma ediminin artık genel bir mantık olarak işlediğinin son on yılda karşımıza çıkan dışavurumları oldu. Tüm bu örnekler, bugün modern Batı’nın geliştirdiği siyaset ve yönetim yapısının demokrasiyi değil daha çok toplama kampını çağrıştırdığını ortaya koyan Giorgio Agamben’i haklı çıkarmakta. Zira Agamben’e göre egemen, yönetimi altında tuttuğu insanları keyfi olarak vatandaşlıktan çıkarma, haklarından mahrum etme ve dolayısıyla onların yaşam ve ölümü hakkında karar alıp uygulama yetki ve imkânına sahip zümredir. Bugün modern Batılı devletlerin bu imkânlarını hem kendi göçmen ve yoksul vatandaşları hem de kendi uluslarının ötesinde özellikle Ortadoğu halkları üzerinde sıklıkla uygulandığını görüyoruz.
Bu bağlamda dünyanın gitgide İsrailleştiği yolundaki tespitlere de katılmamak elde değil. Özellikle 11 Eylül’den sonra tanık olduklarımız, İsrail’in Filistin’deki işgal edilmiş topraklar üzerinde inşa ettiği tecrit duvarlarının, arama noktalarının, mülteci (toplama) kamplarının ve bunları inşa eden söylemin hızla tüm dünyaya yayılması oldu. Böylece müdahale edilebilir alanların sınırı Güney Lübnan ile Gazze Şeridi arasındaki dar bölgeden tüm bir dünya sathına genişlemiş oluyordu. Terör tehdidinin kaynağı da artık basitçe ‘herkes’ti. Bundan böyle hemen herkes keyfi olarak terörist ilan edilebilir, insanlıktan çıkarılabilir ve bir anda kendi yaşamı üzerindeki söz hakkı elinden alınabilirdi. Bu noktada 11 Eylül saldırısının gerçekleştiği saatlerde, eylemin failleri olarak ilk başta Filistinlilerin suçlanması dikkat çekicidir. Zira dünya, 11 Eylül’ü takip eden günlerde terörist tanımının İsrail topraklarındaki Filistinlilerden, dünya üzerindeki tüm coğrafyalarda yaşayan ve devletlerin müdahale alanı içinde yer alan tüm bir insanlığa doğru genişlediğine tanık olacaktı. Kısacası bundan böyle şu meşhur sloganın metaforik anlamlarının çok ötesine geçmiştik. İsraillileşen devletler karşısında artık hepimiz gerçekten de birer Filistinliydik.
İçinde yaşadığımız koşullar göz önünde bulundurulursa Filistinlilik halimizin hiç de mübalağalı olmadığı ortaya çıkacaktır. ABD’de kabul edilen terörle mücadele yasasının (Antı-Teror Act) benzerleri hızla başta İngiltere olmak üzere birçok AB ülkesi meclislerince onaylandı ve yürürlüğe girdi. Türkiye’de de benzeri bir terörle mücadele yasası anti-otoriter ve özgürlükçü birey ve grupların oluşturmaya çalıştıkları muhalif kamuoyuna karşın meclisten geçti. Böylece devlete telefonlarımızı dinlemekten yazışmalarımızı okumaya, bizleri süresiz olarak alıkoymaktan giyim kuşamımızı gerekçe göstererek keyfi olarak tutuklamayabilmeye kadar geniş bir alanda müdahale yetkisi tanınmış oldu. Daha doğrusu devlet kendi kendisine bu yetkiyi verdi. Böylece en nihayetinde hepimiz kelimenin tam anlamıyla ‘potansiyel terörist’ olarak kodlanmış olduk.
Artık gün geçmiyor ki, bir havaalanında, bir metro istasyonunda terör alarmı verilmesin, insanlar alıkonulup üstleri aranmasın, aşağılayıcı muamelelere maruz kalmasın. Geçtiğimiz aylarda Londra Heatrow havaalanında yaşananlar, İngiltere devletinin saldırı ihtimaline dair sözde bir spekülasyon yaratıp kendi vatandaşlarını nasıl da keyfi bir biçimde ve kolaylıkla terörist olarak kodlayıp seyahat imkanlarını askıya alabildiğinin ve onları süresi belirsiz bir zamana kadar alıkoyabildiğinin en çarpıcı göstergesiydi. Çok geçmeden bu örnek takipçilerini bulacaktı. Çek Cumhuriyeti’nde ve daha birkaç Doğu Avrupa ülkesinde de arka arkaya terör alarmları verildi ve vatandaşlar süresiz ve keyfi bir şekilde alıkonuldu.
Üçüncü Dünya’da İktidar ve Direniş
Yakın tarih bugünkü dünyada geçerli olan iktidar biçiminin Foucault’nun yönetimsellik diye adlandırdığı biçimden uzaklaştığını gösteriyor. Artık devletler, nüfusun refahı ve etkin bir şekilde çalışmasını sağlayan, hizmet götürdükçe varlığını meşru ve gerekli kılan bir araçtan ziyade, tam olarak elit kararlarıyla ve bürokrasiyle işleyen, yeniden merkezileşen, gitgide daha da halklara düşman olan bir güvenlik ve paranoya aracına dönüşüyor. Yönetimsellik, yerini şiddet ve güvenlik devletine bırakıyor. Bu da tüm bir siyasetin güvenlik, tehdit ve şiddet gibi kavramlar üzerinden işlemesine neden oluyor. Gazetelerde, siyaset bilimi kürsülerinde devamlı ve tekrar tekrar kullanılan kavramlar, devletler, teröristler, onların güçleri, güçler dengesi, güçler dengesizliği… Ve bizler de bu çerçevede, bu kavramsal sınırlar içinde düşünmeye kodlanıyoruz. Sanki siyasete dair ne varsa her şey devletler ve karşılarındaki (sözde terörist) örgütler arasında olup bitiyor ve tüm bu süreçler uzmanlar, liderler, subaylar ve örgüt liderlerinin evreni içinde geçiyormuş gibi algılıyoruz olan biteni. Ve böylece tüm bu kodlama düzeni içinde bu sürece dahil olan, hem etkilenen hem de etkileyen halklar, sıradan insanlar, madunlar ve mağdurları bir çırpıda göz ardı etmiş oluyoruz. Zira bu güçler dengesi oyunu içinde onlara yer yok.
Köşe başlarını tutan yorumculara göre “ABD hegemonyasını ancak AB, Çin ve Rusya’dan oluşan bir koalisyon dengeleyebilirdi” veya “İran ABD’ye kafa tutmasa Amerika Ortadoğu’da at koştururdu.” –tüm bunlar basitçe güçler dengesi üzerine kurulmuş ulus-devletlerden oluşmuş bir dünya varsayımı üzerinde şekillenen ve tüm siyasi çatışma ve müzakerelerin ulus-devletlerin temsilci yöneticileri arasında gerçekleştiğini farz eden düşünceler.
Oysa gerçekte dünya ulus-devletlerden değil, sıradan insanlardan ve onların dünyayı beraberce paylaştığı hayvanlar, bitkiler ve diğer canlı ve cansızlardan oluşmakta. Her türlü devlet ve türevi yapı, sıradan insanları ve onların özel ihtiyaç ve beklentilerini genelleme ve soyutlama mekanizmalarıyla temsil ettiği iddiasında olan, homojenleştirici tahakküm araçlarından başka bir şey değil. Bu anlamda devletlerin bu dünya üzerinde yaşayan ve ölen, hareket eden, düşünen, değişen, dönüşen insan topluluklarını sabitleyen, sınırlandıran, aynılaştıran bir tarzda ve salt kendi bekasını amaç edinerek yeniden örgütlendiğini görüyoruz. Zaten son yıllarda devletlerarası savaşlardan ziyade devletler ittifakının, egemenliklerini tehdit eden örgütlü halk topluluklarına karşı yürüttüğü savaşlara tanık olmaktayız. İsrail’in Hizbullah ve Hamas’a, Türkiye’nin PKK’ya, Cezayir’in FIS’e, Kolombiya’nın FARC’a, Rusya’nın Çeçen militanlara, Sri Lanka’nın Tamil Gerilları’na, Meksika’nın Zapatista Ordusuna veya ABD ve İngiltere’nin Irak ve Afganistan’daki direniş gruplarına karşı yürüttüğü savaş son on yıl içinde çatışmanın ekseninin ulus-devletler arasındaki gerginliklerden ziyade devletler ve örgütlü topluluklar arasındaki gerilimlere doğru kaydığını gözler önüne seriyor. Ve bu tür çatışmalarda ulus-devletlerin birbirlerini nasıl destekledikleri de gözlerden kaçmıyor. Bu süreç bazen açıkça ‘küresel terörizme karşı işbirliği’ adı altında dile getirilirken bazen de bir danışıklı dövüş şeklinde işliyor. Örneğin bugün İran Devleti ve ABD her ne kadar gerilimli bir ilişki içinde gözüküyorlarsa da ABD’nin Afganistan ve Irak’taki varlığı İran devleti buna göz yummasa ve hatta örtülü olarak destek vermese çok daha zor hayata geçerdi, belki de hiç mümkün olmazdı.
Dolayısıyla Ortadoğu halklarının ve dünyanın umudu ne Ahmedinecad, ne Saddam ne de bir başka devlet başkanı olabilir. Zira devletleri yeniden üreten ve üretecek formlar hayal kırıklığını da yeniden üretmeye devam edeceklerdir.
Ne var ki, ulusal liderlere ve ulus-devlet modeline bel bağlayan sömürgecilik karşıtı hareket başından beri bundan muzdarip olmuştur. Cezayir bağımsızlık mücadelesinin baş destekçilerinden ve sömürgecilik karşıtı yazının öncülerinden Franz Fanon’un uyardığı gibi sömürgeciye karşı sömürgecinin araçlarıyla karşı koymak, sömürge düzeninin bir benzerini yeniden üretmekten başka bir sonuç doğurmayacaktı. Eğer siz milliyetçi ulus-devlet modeline göre örgütlenmiş Batılı sömürgeciye karşı yine milliyetçi bir tepkiyle karşı koyar ve ulus olarak tanınma iddiasıyla yola çıkarak o biçimde örgütlenirseniz, diyordu Fanon, Batı’nın kendi düşünme biçimlerini aynen kabul etmiş ve ona boyun eğmiş olacaksınız. Nitekim gerçekten de öyle oldu. Cezayir’den Mısır’a, İran’dan Hindistan’a sömürge sonrası kurulan devletler, Batılılar tarafından tanınmak ve meşru görülmek için Batılı ulus-devlet modelini örnek aldılar. Böylece, sömürgecilik ve milliyetçi düşünce üzerine yazdıklarıyla bu alanda yeni bir çığır açan Hintli düşünür Partha Chatterjee’nin de vurguladığı gibi sömürge karşıtı savaşın sonucunda olan yalnızca sömürge yönetiminin yerini ulusal orta sınıf elit bürokrasisine bırakmış olmasıydı. Dolayısıyla sömürüye maruz kalan köylüler ve alt sınıflar için herhangi bir şey değişmemişti. Elit bürokrat orta sınıfların dayatması ile gerçekleştirilmeye çalışılan modernleş(tir)me, kalkın(dır)ma, laikleş(tir)me ve homojenleş(tir)meya dayalı ulus yaratım sürecinde en çok fedakârlık yapması beklenenler ve bu uğurda en çok baskı görenler yine madunlar ve alt sınıflar oldu. Sosyalist olsun liberal olsun sömürge-sonrası devletlerin hükümetlerinin icraatları tam da sömürgeci Avrupalı ülkenin kötü bir taklidinden ibaretti. Bu konuda en çarpıcı araştırmalardan birini yapan ve Afrika’da sömürge sonrası iktidar mekanizmalarını inceleyen Mahmood Mamdani’nin vurguladığı gibi Avrupalıların kıtaya tanıttıkları ve kabileleri bölüp birbirlerinden ayırarak onlar üzerinde iktidar kurmayı sağlayan Apartheid rejimi bağımsızlık sonrası kurulan çoğu yeni Afrika ulus-devletinin temel kuruluş dinamiği olarak aynen benimsenmişti. Üçüncü dünyanın geri kalanında da sömürge veya yarı-sömürge sonrası kurulan ulus-devletlerin lider ve yönetici kadroları Batı’dan devraldıkları disiplin altına alma ve normalleştirme yöntemlerini uyguluyorlardı. Bu anlamda Mısır’da Nasır yönetiminden İran’da Şah rejimine, Hindistan’da Nehru döneminden Türkiye’de cumhuriyet sonrası ilk uygulamalara, Cezayir’de Kurtuluş Cephesi’nin iktidarından Gana’da Nkrumah yönetimine kadar birçok yeni ulus-devlet önce Batılı sömürgeciyi ve tabii sonra da birbirlerini örnek alarak iktidarlarını kurdular ve pekiştirdiler. Böylece sömürgeciliğe karşı kapsamlı ve etkin bir direniş hareketini örgütleyen üçüncü dünya halklarının bu direnişi, mücadele sürecinde beliren birçok farklı özgürlükçü ihtimal ve imkânların yok edilmesi pahasına, ulus ve devlet yapılarının tahakkümcü düzenine teslim olmuş oluyordu.
Ne var ki, ulus ve devlet formunda örgütlenen ve bu noktada Batıyı kendilerine model alan sömürge sonrası ülkelerinde gerek ulus olmanın gerektirdiği homojenleştirici hegemonya gerekse devlet olmanın gerektirdiği yaygın ve etkin disiplin mekanizmaları Batılı ideallerinin başarısından oldukça uzak oldu. Ulus yaratım süreci içinde göz ardı edilen, yok sayılan ve bastırılan farklı etnik gruplar ve dini cemaatler yeraltında varlıklarını sürdürdüler ve ulus-devlet elitleri için her daim problem olmaya devam ettiler. Bu yeni devletlerin toplumun derinliklerine yayılmış olmaktan uzak, fazlasıyla merkezi disiplinci kurumları, eğitim, sağlık, hukuk ve cezalandırma mekanizmalarını kullanarak toplumu denetim altına almakta güçsüz ve yetersiz ve birçok direniş karşısında etkisizdi. Dolayısıyla sömürge sonrası ulus-devlet inşası projesi, hedeflediği her üç alanda da yani laikleşmekte, modernleşmekte-kalkınmakta ve homojen bir ulus yaratmakta hep eksik ve yetersiz kaldı. Bu başarısızlığın yarattığı hayal kırıklığı 80li yıllarda ve sonrasında İran gibi ülkelerde köktendinci bir tepki siyasetine yol açsa da, aslında İran’da kurulan İslam Cumhuriyeti de yine Birleşmiş Milletler üyesi saygın ve tanınan bir devletti ve devletin ismindeki din vurgusu bir cemaati değil ulusal sınırları işaret ediyordu. Kısacası üçüncü dünya ulus-devleti, ulus-devlet olmaya çalıştıkça hiçbir zaman Batılı ideale ulaşamadı, hep Batı’nın kıyısında, bozuk ve hatalı bir kopya olarak kaldı.
Elbette burada üçüncü dünyanın ‘eksik’, ‘geri’ veyahut ‘geç’ kalmış olarak algılanması, modernliğin kıstasının Batılı söylemin ürettiği kriterlere göre değerlendirilmesinden ileri geliyor. Ona dünyanın ancak üçüncü sınıf vatandaşlığını layık gören Batı karşısında kendisine atfedilen bu konumu kabul ederek söze başlayan sömürge sonrası aydının düştüğü bir yanılgı bu. Oysa maduniyet araştırmalarının diğer üyeleri gibi Chatterjee de sömürge sonrası ülkelerde yaşananların bir ilerleme-geri kalma meselesinden ziyade ‘farklı’ olma durumu olduğunu ortaya koyuyor ve bugünkü Hindistan, Türkiye ve Mısır gibi ülkelerin deneyimini tanımlamak için ‘farklı modernlikler’ kavramını ortaya atıyor. Zira Batı’nın doğrudan veya dolaylı müdahalelerine maruz kalan her topluluk modernlik deneyimiyle ‘farklı’ bir etkileşim içine girmiştir ve her coğrafya ve topluluğun girdiği bu farklı etkileşim farklı çatışma ve uzlaşmalardan sonra bambaşka yapılar ortaya koymuştur.
İşte tam bu noktada, tarih yazımında failliği göz ardı edilen madun ve alt sınıfların etkisi gün ışığına çıkmaktadır. Sömürge sonrası ulus-devletlerde Batılı modeli bire bir taklit edip ona yetişmeyi amaçlayan elit-bürokratik projenin Batılı normlara göre başarısızlığa uğraması ve ‘farklı’ bir modernliğin ortaya çıkması işte bu madun ve alt sınıfların dolaylı ve dolaysız direniş ve tepkisi dolayısıyla olmuştur. Sömürge sonrası ulus-devletleri kuran yönetici sınıfların fantezileri ile bu ülkelerde hali hazırdaki gündelik yaşam pratikleri arasındaki önü alınmaz uçurum, bir yandan yeni ulus-devletin hegemonya tesis etmedeki güçsüzlüğünün öte yandan da madun sınıfların dayatılan projelere direnişinin bir göstergesidir.
Peki tüm bunlar neyi ifşa etmekte, nasıl bir potansiyele işaret etmektedir?
Tüm bunlar ilk etapta sömürge sonrası devletlerin hegemonik ve kapsayıcı bir güçten yoksun olduklarını, aslında sık sık başarısızlığa uğradıklarını, bu başarısızlıklarını örtbas etmek için de türlü taktik ve yöntemlerle beraber ‘geri kalmışlık’, ‘yetişememişlik’ söylemine sığındıklarını ifşa etmektedir. Ama bundan daha da önemlisi, tüm bunlar sömürge karşıtı kurtuluş ve direniş mücadelelerinde göz ardı edilen, kaybolduğu ve yok olduğu düşünülen türlü özgürlükçü direniş olasılık ve imkânlarının aslında hep var olduğuna ve şu anda da var olmaya devam ettiğine işaret etmektedir.
Küresel İntifada
Sharif Gemie, Siyahi Dergisi’nin ilk sayısında da yayınlanan ve “Üçüncü Dünya Anarşizmi Sorunu” başlığını taşıyan yazısında şu soruyu soruyordu: “Herhangi bir anarşist felsefe ille de Avrupa Aydınlanması'nın merkezi kavramlarından mı yola çıkmalıdır?” Ve aynı yazı içinde bu soruya şu yanıtı veriyordu: “Anarşizm…, belirli bir siyasal felsefeye dayanan bir hareket değildir. Anarşizmin tarihsel gücü anarşizm düşüncesinin derinliği veya berraklığı değil, tabana dayalı taktik yetenekleri olmuştur”.
Gemie’nin de vurguladığı gibi anarşizm, marksizm gibi belli somut ve sabit bir doktriner proje ortaya koyup toplumu o projeye uydurmaya çalışan bir düşünme biçimi değildir. (Zaten öyle olsaydı bir tahakküm kurma biçimi olurdu. Oysa anarşizmin temel kalkış noktası her türlü tahakküm biçimini ortadan kaldırma hedefidir.) Anarşizm hep hâlihazırda zaten eylemlilik halindeki toplumsal dinamiklerden yola çıkarak bir düşünce ve ideal geliştirmeye çalışmıştır. Dolayısıyla dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan farklı eylemlilikleri anarşizme uygun olup olmadığı çerçevesinde yargılamak söz konusu değildir. Aslında tarihin her döneminin, dünyanın her farklı bölgesinin ve insanlığın her farklı topluluğunun anarşizmi kendine has olmuştur. Tüm bu farklı deneyimleri anarşizm altında birleştirebilecek tek ilke ise her türden zorbalığa ve otoriteye karşı gösterilen direniş, dayatılan koşulları zorunlu olarak var olması gereken yegâne düzen olarak görmemek ve farklı örgütlenme ve yaşama biçimlerini tahayyül edebilmek irade ve arzusundan ibarettir.
Yukarıda yazılanlar göz önünde bulundurulduğunda, dünyanın yaşadığımız şu döneminde genelde üçüncü dünya özelde de Ortadoğu’nun böylesi bir anarşist direniş için çok zengin bir potansiyeli barındırdığı açığa çıkacaktır. Zira genelde üçüncü dünya özelde de bugünkü Ortadoğu hem ulus-devlet egemenliğinin bir hegemonya kurmakta zayıf kaldığı hem de madun ve alt sınıfların direniş pratikleri içerisinde geliştirdikleri farklı örgütlenme biçimlerine dair tahayyüllerini muhafaza edip geliştirdikleri ve yer yer hayata da geçirdikleri bir coğrafyadır. Bu bağlamda Gemie’nin verdiği Birinci İntifada örneği son derece yerindedir. Filistin halkının hiçbir devlet, merkezi örgüt veya kurumun dayatması olmaksızın İsrail işgaline karşı tabandan örgütlenerek başlattığı bu direniş hareketi, anarşizmin en başat yöntemlerini ve ilkelerini hayata geçirmiş olması anlamında çarpıcıdır.
Aslında bugün tüm dünyanın gözünü Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafyaya dikmiş olması hiç de tesadüf olmasa gerek. Zira aslında ABD’den İsrail’e devletler kendilerini Ortadoğu’da yeniden üretiyor, Irak’tan Afganistan’a devletler Ortadoğu’da çözülüyor, ve Hamas’tan Hizbullah’a ve Irak’taki onlarca farklı direniş grubuna kadar farklı yönetim pratikleri Ortadoğu’da yeniden kuruluyor. Ortadoğu’da gerek tanımlar, gerekse sınırlar akışkan ve geçişken bir yapı arz ediyor. Her şeyin sınırı, sadece ülkelerin değil iktidarların ve tanımların sınırı da Ortadoğu’da her geçen gün yeniden çiziliyor. Devletin ne olduğu, meşruiyeti, kuralları, kanunları belki de en çok Ortadoğu’da muğlaklaşıyor. Kısacası Ortadoğu, sınırların bizatihi kendisinin yani sınır mefhumunun en çok tartışma konusu olduğu, en değişken ve geçişken coğrafyalardan birisi. Ve işte tam da bu yüzden, yani bu şekilde sınırda yaşama, sürekli sınırda olmayı tecrübe etme ve sınırları zorlama hali nedeniyle Ortadoğu halkları şiddete bu denli yoğun bir biçimde maruz kalıyor.
İsrail’in Hizbullah’tan, ABD’nin Irak’taki direnişçilerden bu denli korkması, burada yaşayan insanlar üzerinde bu kadar şiddet uygulaması boşuna değil. Zira bu muğlak, geçirgen ve farklı birlikteliklere olanak tanıyan yapılar, ABD ve İsrail gibi savaş makinelerinin hem egemenliğini hem de hegemonyasını tehdit eden alternatif ağlar üretmiş durumdalar ve bu ağları üretmeye devam ediyorlar. Ortadoğu’da gelişen direniş hareketlerinin ABD ve yandaşlarının tahakkümcü pratiklerinden en büyük farkı tepeden inme yöntemlerle değil tabandan destek alarak genişleyip etkinlik kazanmaları; gitgide merkezileşip içine kapanarak paranoyaklaşan ulus-devletlere karşı, açık, esnek, değişken, eklektik ve yaygın yapılar olarak ortaya çıkmaları. Dolayısıyla baş edilmez olmaları.
İşin ilginci, örgütlenmesini görünüşte din, mezhep veya etnik kimlik gibi bağlarla temellendiren bu grupların aslında din, mezhep ve etnik kimliklere dair aidiyetleri gündelik pratikler ve ihtiyaçlar karşısında kolaylıkla göz ardı edebilmeleri. Şii Hizbullah’ın Sünni Filistin halkına destek çağrısı bunun bir göstergesi. Bu tip gruplar her ne kadar din üzerine temelleniyor gibi gözükseler de aslında tahakküm karşısında işbirliği yapmak için daha kapsayıcı olmaya, bunun için kimliklere ve aidiyetlere dair sınırları yıkmaya ve esasında daha güçlü bir direniş ekseninde örgütlenmeye çalışıyorlar.
Bir diğer ilginç nokta da bu örgütlenmelerin devlet olma iddiasıyla yola çıkmalarına karşın hiçbir zaman tam anlamıyla devlet olamamış olmaları –belki de aslında devlet olmak istememeleri- (bu grupların saygın devletler olarak Birleşmiş Milletlerce tanınmadığı herkesçe aşikar.) Böylece bu yapıların fiili durumda hep oluş ve direniş halinde kalmaları, değişime ve farklı kişi ve gruplarla bir arada hareket etmek için yeni yöntemler geliştirmeye her zaman açık olmaları söz konusu. Her ne kadar Zapatistalar gibi net ve doğrudan bir özgürlükçü söylemleri olmasa da hayata geçirdikleri pratikleri Zapatistaları andırıyor. Var oldukları coğrafyalarda etnik ve dini kimlerin ötesindeki kapsayıcılık iddiaları, kendi temel ihtiyaçlarını kendi öz-örgütlenmeleri ile karşılama girişimleri ve yerelde verdikleri mücadeleyi küresel bir direniş çağrısına dönüştürmeleri dikkate değer. Elbette bu grupların şiddet kullanımı, yer yer hiyerarşikleşen yapısı, başka ulus-devletlerle ilişkilenme biçimleri anarşizmin Batılı tanımlarıyla çelişen olgular. Yine de daha önce vurgulandığı gibi halihazırdaki pratikleri belli bir doktrine uydurmak zorunda değiliz. Buradaki gayemiz toplumsal pratikler içinde var olanı yıkıp yenisini tahayyül eden özgürlükçü potansiyeli açığa çıkarmak.
Dolayısıyla tüm bu koşullar altında, git gide İsrailleşen devletler ve bir açık hava toplama kampına dönüşen bir dünya karşısında, direnişi sömürgecilik karşıtı pratiklerin bastırılmış ve unutturulmaya çalışılan alternatif tarihinde, tabanda, yerelde, öz-örgütlenmelerde, sıradan insanların sıra dışı tepkilerinde aramak yerinde olacaktır. Zira ancak bu şekilde, var olan hegemonik ve hiyarşik yönetim anlayışını yeniden üretmeksizin, ulus ve devlet formunun dışında farklı bir arada olma biçimleri geliştirmek söz konusu olabilir. Bu anlamda, herkes önce işe kendi devletini, hükümetini eleştirmekle başlamalı. İsrail ve ABD’nın hayata geçirmeye çalıştığı ve kişisel hakları hiçe sayan keyfi müdahale mantığını ve terörle mücadele yasalarını kendi halklarına dayatmaya çalışan her hükümet öncelikle kapsadığı sınırlar içinde yer alan halklar tarafından alaşağı edilmeli. Bu hiç de bir ütopya değil, zira devletler aslında hiç de zannettiğimiz kadar güçlü ve yenilmez değiller. Onları güçlüymüş gibi farz edip ona göre hareket eden, bu fanteziyi yaratan aslında bizleriz. Oysa devletlerin, telefonları dinlemeye, mektupları okumaya, fiziksel şiddet uygulamaya, İsrail’in yaptığı gibi köprüleri ve hastaneleri, kadınları ve çocukları bombalamaya kalkışmaları, en zararsız varlıklar karşısında dahi aslında ne kadar güçsüz, kifayetsiz ve korkak olduklarının, gerçek bir hegemonya kurmakta zorlandıklarının ve dolayısıyla işleri ancak kaba kuvvetle çözebildiklerinin bir dışavurumu olsa gerek. Devletlerin kendilerini süper güçler, mutlak hegemonyalar olarak sunduğu bir dünyada, bu korkaklığı, hegemonyadaki bu yarığı görünür kılan, devletlerin başarısızlıklarını, yetersizliklerini ve güçsüzlüklerini ifşa eden ve sınırları, tanımları, en önemlisi de aidiyetleri muğlaklaştıran ve böylece ortadan kaldıran tüm yapı ve gruplar bir tür adı konmamış anarşinin ve direnişin eylemcilerine dönüşüyor. Ortadoğu’da adı anarşi olmasa da anarşik yöntemler ve eylemler sıklaşıyor Dolayısıyla üçüncü dünyada ve Ortadoğu’da insanlar belli kimlik ve aidiyetlerin ötesinde sadece tahakküme karşı olma temelinde bir araya geldikleri birlikteliklerin temelini atabilirler. Nasıl olsa artık sadece Filistinliler değil hepimiz devletlerin gözünde potansiyel teröristler olmak ortak paydasında buluşmuş durumdayız. Eh madem hepimiz teröristiz o zaman “Yaşasın Küresel İntifada!”
——————————————————————————–
1)Michel Foucault, “Yönetimsellik”, Entelektüelin Siyasi İşlevi’nin içinde, Ayrıntı Yayınları, 2005, İstanbul
Afganistan’da gözaltına alınan tutukluların, yargı önüne çıkma ve temyiz hakkı dahi tanınmaksızın alıkonulduğu ABD’nin Guantanamo toplama kampı Agamben’in verdiği örneğin somut kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette Guantanamo kampı bugün dünya üzerinde yaşayan insanlar için somut mevcudiyetinin ve içinde barındırdığı 500 kadar tutuklunun maruz kaldığı şiddetin ötesinde çok daha şiddetli bir sembolik tehdidin sembolüdür: “Herhangi bir gün, herhangi bir yerde, herhangi biriniz, insan dahi sayılmayan mahluklar olarak tanımlanıp ve öylece tutuklanıp Guantanamo Kampı’na götürülebilir ve ömrünüzün sonuna kadar orada kendi yaşam ve ölüm hakkınız hakkında karar almaktan dahi yoksun bir biçimde hapis kalabilirsiniz.” Bu konudaki bir başka yazım için bkz: Altyazı Sinema Dergisi, Haziran 2006 Sayısı: “Guantanamo Yolunda”
2)Paris’te yaşanan son göçmen ayaklanması iktidarların, nasıl nüfusun belli bir kesimini insan dahi saymadığının çarpıcı bir göstergesi olsa gerek.
3)Koray Çalışkan, “Ortadoğu’da Aslında Neler Oluyor?”, Radikal 2 Gazetesi, 6 Ağustos 2006
4)Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, Sosyalist Yayınları, 1994, İstanbul
5)Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, İletişim Yayınları, 1996, İstanbul
6)Mahmood Mamdani, Citizen and Subject, Princeton University Press, 1996, New Jersey-ABD
7)K. Murat Güney, “Üçüncü Dünya ya da Hatalı Kopyalar”, Davetsiz Misafir Dergisi, Sonbahar2003
8)Sharif Gemie, “Üçüncü Dünya Anarşizmi Sorunu”, Siyahi Dergisi, 1. Sayı