Donna Haraway ile Siborglar ve Yoldaş Türler Üzerine

Dilerseniz Siborg Manifestosu ile başlayalım. Birçok kadın siborgun bir kadın olabileceği fikri ile büyülenmişti. Neden siborgun dişiliği üzerinde ısrar ettiniz?

jda-haraway.jpgBenim için siborg mefhumu dişiydi ve karmaşık yönlerden bir kadındı. O bir direniş eylemiydi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif hareketti. Siborg, tabii ki, bir askeri projenin, dünya dışı uzay adamı projesinin bir parçasıydı. Ama o aynı zamanda erkek-tanımlı bilimkurgu dışındaki bilimkurgusal bir figürdü. Sonra popüler kültürde ve tıp kültürünün bazı türlerinde de siborgun kadın olduğu başka bir boyut vardı. Burada siborglar, hasta olarak ya da ‘fem-bot’ –demir bakire, robotlaşmış makine, pornografik dişi- gibi karşımıza çıkıyorlardı. Ama bir bütün olarak siborg figürü bana potansiyel olarak bunlardan daha ilginç görünüyordu. Daha çok, adil bir biçimde açık sözlü, politik ve sembolik bir teknobilimsel proje gibi gözüken bir alanın teslim alınması eylemi gibiydi.
Benim bakış açımdan, siborg birçok şeyi bünyesinde toplayan bir figür ve İkinci Dünya Savaşı sonrası teknobilimsel kültürlerin, enformasyon bilimleri ve biyolojik bilimler tarafından derinden biçimlendirildiği bir yoldan geliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında halihazırda yapılmakta olan ve son elli yılda daha da derinleşen ve yaşam biçimimizi daha derinden dönüştüren bilişim ve biyolojinin patlaması sonucunda ortaya çıkmış bir figür bu. Tüm bunları ne bir seçim meselesi ne de bir determinizm meselesi olarak görebiliriz. Bunlar çok daha karmaşık sosyoteknik ilişkilerin derinden gerçekleşmesidir. Beni daha çok ilgilendiren aslında bizleri canlı veya cansız, hayvan veya bitki, tek bir insan ya da gezegenin kendisi yani Gaia, veya muhtelif türden bir makine olsun, sonuçta bir iletişim sistemi olarak tasavvur eden yoldur. Varoluşu teorileştiren bu ortak açı, her şeyi bir iletişim-kontrol-sistemi olarak tasavvur eden bir ortak ontoloji, benim ilgimi çeken fikir oldu. Bu fikir beni hem kızdırdı ve endişelendirdi ama hem de daha olumlu yönleriyle ilgimi çekti. Her şey bir yana, bilinçsiz ve rüya gibi bir nitelikten etkilendim ve siborgların, birer insan-makine sureti olduğunu basitçe tekrar etmekle kalmayıp aynı zamanda insanların ve diğer canlıların siborg dünyasında hangi dereceden ne tür bir ortaklıkları olduğuyla da ilgilendim. Siborglar hakkında beni ilgilendiren, bunun bir yandan insan ve makinenin diğer yandan da insan ve diğer organizmaların, içinde iletişimle ilgili bir sorunsalı da barındırarak, birlikte içe doğru patlamasıydı. Bunun içinde birçok seviye vardı, örneğin emek süreci meseleleri: Siborg üretiminin emek süreçlerinin özel yönleri kadınları –çalışan sınıf kadınlarını, women of color’u, üçüncü dünya ülkelerinde, uluslararası sermayeyi mikro-elektronik üretiminde cezbeden ihracat işlemi alanlarında çalışan kadınları, bu işe bulaştırdı, hatta görece azınlık da olsa zaman zaman bilimkadını olarak da. Kadınlar dünya üzerindeki çeşitli konumlarda çalıştı; biyolojik ilaçlar alanında, enformasyon bilimleri alanında hem de ulus-aşırı sermayenin tercih ettiği iş gücü olarak. Esnek birikim stratejileri, hem erkekler hem de kadınlar için toplumsal cinsiyetin tarihsel olarak özgül olan çeşitli türlerinin üretilmesini gerektirdi. Siborg, kadınların feminist sosyalistler tarafından üretilen bir tabir olan ‘integrated circuit’ içindeki yerini anlamaya çalışan bir figür haline geldi.

Bunlara ilaveten, siborg, bilimkurgu ve özellikle feminist bilimkurgu da dahil popüler kültürün içini oyan ve onu inceleyen bir şey olarak karşımıza çıkar. Vonda McIntyre’nin Superluminal romanı gibi eserler, siborg tahayyülünün, neredeyse feminist bir açıdan güçlü ve karmaşık ilginç yönlerini kullandılar. Joanna Russ’ın 1970’lerin ortasında ortaya attığı ‘klon-kız kardeş-kurgu’ (burada science-fiction yerine sister-fiction sözcüğü türetilerek kelime oyunu yapılıyor –ç.n) ve tabii ki Octavia Butler’ın çalışmaları bir hayli ilgimi çekti. Gerçekten de siborglarla etkileyici yollarla işbirliği yapan büyük bir feminist kültür üretimi girişimi söz konusu.
Ayrıca, siborg bana özellikle psikanalizin hesaba katmakta çok güçlük çekeceği bir temsil gibi de geliyor. Ama birçok insanın iddia ettiğinin aksine ben siborgu bir tür bilinçdışı olmaksızın düşünemiyorum. Ne var ki, bu Freudyen bir bilinçdışı değil. Burada farklı türden bir düş işi söz konusu; etik olmayan, cennetle ilgili olmayan, cennet bahçesindeki köken öyküleriyle ilgili olmayan bir düş. Bu, değişik çeşitlerde bir öyküleme, temsil, düş işi, özne teşekkülü eğilimi. Bu çeşit temsiller, elbette birçok psikanalitik çalışma türünü dışlamıyor ama yine de aynı şey değiller. Benim için, film teorisi gibi, çevremde gerçekten de feminist kültürel çalışmaların canlı olarak geliştiği ve psikanaliz tarafından hala tam olarak hegemoni altına alınamamış teknobilime dair temsiler üzerinde çalışılabilecek değişik yollar bulmak gerçekten önemliydi. Bu alanda bazı hayret verici çalışmalar Freudyen veya post-Freudyen araçlarla yapılmış olsa da, bu araçlar teknobilimi analiz etmek için uygun gözükmüyor. Böylece ben de edebiyata, ayrıca biyolojiye ve felsefeye döndüm ve ilgimi çeken temsilleri bir miktar sorguladım.
Siborglar ayrıca harfi harfine düz anlatım ile mecazi anlatım arasındaki muğlaklığın her daim işlediği bir yerdir. Hiçbir zaman bir şeyi gerçek anlamıyla mı mecazi anlamıyla mı değerlendireceğinden emin olamazsın. Bu her zaman ‘hem/hem de’dir. Beni teknobilimde ilgilendiren şey, mecazi ve gerçek arasındaki işte bu karar verememezlikti. Bu içinde yaşamak için güzel bir alan olarak gözüküyor.
Ayrıca, siborg yadsınamaz ve derin bir tarihsel özgüllüğü olan bir fiziksellik gerektirir. Siborg imajını diğer başka tarihsel konfigürasyonlara genişletmek mümkündür, alegorik olarak veya analojik olarak. Ama bu bana tarihsel özgül bir ortaya çıkış gibi görünüyor. Onu, başka tarihsel oluşumları sorgulamak için kullanabilirsiniz ama o yine de içinde bir özgüllük barındırır.
Biliyorsunuz, bir yönden, ben siborgun anlamlarına ilişkin bu analizi geçmişi hatırlayarak, geçmişe dönük olarak yapıyorum. Tüm bunları 1983’te düşündüğümü hayalimde canlandıramıyorum. Geçmişe dönüp, neredeyse yirmi yıl önce yazmaya başladığım bir şeye bakmak çok eğlenceli bir iş 

Lütfen bize, akademik makalelerin pek azına nasip olacak şekilde kendine ait bir yaşamı olan Siborg Manifestosu’nun şaşırtıcı öyküsünü anlatır mısınız?

Manifestoyu yazmaya 1983’te başladım. Birleşik Devletler’deki Socialist Review dergisi, sosyalist feministlerden, erken Reagen dönemi ve 1980’lerin şahit olduğu, solun zayıflaması bağlamında sosyalist feminizmin geleceği üzerine yazılar yazmasını istemişti. Barbara Ehrenreich ve ben ve birçok diğer Amerikalı sosyalist feminist, katkıda bulunmaya çağrılmıştık. Ayrıca, Frigga Haud ve Batı Almanya feminist kolektifinin yayın organı Das Argument benden üreme teknolojileri hakkında yazmamı istemişti ve siborg, üremenin teknolojikleşmesi üzerine yansımalar yapılabileceği apaçık bir alandı. Hemen hemen aynı zamanda, eski Yugoslavyalı bir demokratik sol grup bir konferans düzenledi ve ben de Socialist Review’in Amerikalı temsilcilerinden biri olarak görevlendirildim. Her ne kadar konferans sırasında sunmamış olsam da Siborg Manifestosu’nun bir versiyonunu işte bu vesile ile kaleme aldım. Bu sunum yerine de aramızdan küçük bir grup konferanstaki iş bölümü üzerine bir gösteri yaptık, zira konferansta kadınlar görünmez bir şekilde tüm işleri hallederken, erkekler hiç de görünmez olmayan bir şekilde bir dolu iddialı fikir ileri sürüyorlardı! Kısacası, Siborg Manifestosu’nun başlangıcında çok kuvvetli sosyalist ve Avrupai bağlantıları olduğunu söyleyebilirim.

Siborg kelimesini ilk olarak nerede okudunuz? Bunu hatırlıyor musunuz?

Hatırlamıyorum. Bunu hatırlamaya çalışıyorum ve sanki bu kelimeyi ben icat etmişim gibi geliyor ama bunu ben yapmış olamam. Norbert Wiener’i okudum ama bu kelimeyi oradan aldığımı düşünmüyorum. Clynes ve Kline’ı da Siborg Manifestosu’nu yazmayı tamamlamadan önce okumamıştım. Ne Clynes ve Kline ne de psikiyatristler, sistem mühendisleri ve akıl hastaneleri arasındaki şu şaşırtıcı bağlantı hakkında bir şey biliyordum. Clynes ve Kline’ın 1960’larda yazdığı siborg makalesinden bana bahseden yüksek lisans öğrencilerimden Chris Gray’di.

Siz kendiniz Siborg Manifestosu’nun dikkate değer tarihini nasıl görüyorsunuz? Aldığınız hem olumlu hem de olumsuz karşılıklar açısından metnin algılanmasını, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında hayret ettim. Ama sorunuza cevap vermek için, ta başından beri, tepkilerin çok karışık olduğunu söyleyebilirim. Socialist Review’de manifesto tartışmalı olarak değerlendirildi. Socialist Review Doğu Kıyısı Kolektifi onu politik olarak tamamen reddetti ve basılmasını istemedi. Ama Berkeley Socialist Review Kolektifi basılmasını istedi ve bu Jeff Escoffier’di. Çok ilginç bir eşcinsel teorisyen ve tarihçi aynı zamanda da, Berkeley Kolektifi’nde benim editörüm olan Escoffier, metin hakkında çok heyecanlıydı. Gördüğünüz gibi, ta başından beri manifesto çok tartışmalıydı. Kimileri vardı ki, manifestoyu esrik bir şekilde ve coşkuyla teknolojinin yüceliğini savunan ve inanılmaz bir şekilde anti-feminist bir metin olarak addetti. Bu okurlar, tüm bir eleştiriyi görmekte bütünüyle başarısız oldular. Onlar, benim için ironik ve öfkeli olan, -bir tür ironik öfkeyi içeren- ve ancak sınırlanmış bir öfke ile tasvir ettiğim şeyleri sanki benim gerçek duruşummuş gibi, sanki ben tüm bunları bağrıma basıyor ve teyit ediyormuşum gibi okudular.
Siborg Manifestosu’nun okunma pratikleri, beni ta en başından beri şaşırttı ve bana ironinin ne kadar tehlikeli bir retorik strateji olduğunu öğretti. Üstelik, bunun pek de kibar bir retorik olmadığını keşfettim, çünkü bu izleyicilerinize adil olmayan şeyler yapıyordu. İroniyi kullandığınız zaman, izleyicilerinizin sizinle birçok benzer tecrübeyi paylaştığını varsayıyorsunuz ama öyle değil. Nihai olarak kabul ettiğiniz okuma pratiklerinin bir hayli ayrıcalıklı ve genellikle kişisel olduğunu anlıyorsunuz. Manifesto, edebi incelemelerin, biyolojinin, enformasyon bilimlerinin, politik ekonominin ve çok ayrıcalıklı ve pahalı seyahatlerin ve eğitimin okuryazarlığını bir araya getiriyordu. Bu tamamen, ayrıcalıkların üzerine inşa edilmiş bir yazıydı ve insanlardan talep ettiği okunma pratiklerini karşılamak bir hayli zordu. Bunun hakkındaki şeyleri, manifestonun belirli bazı algılanışlarından öğrendim. Diğer yandan, birçok okurum ise aynı ayrıcalıkları paylaşıyordu 🙂
Bunların yanında ayrıca, Siborg Manifestosu’nu teknoloji analizi açısından değerlendirirken, feminizm vurgusunu göz ardı eden okurlar da vardı. Feminizme hala duyarsız kalan birçok bilim araştırmacısı bunu yaptı. Tecrübe ettiğim genel durum, çok az kişinin, benim üzerine düşündüğüm tüm parçaları bir arada algıladığı oldu. Mesela, Siborg Manifestosu üzerine yazan ve benimle de röportaj yapan Wired Dergisi yazarları ve okurları gibi, manifestoyu, esrik bir şekilde teknolojinin yüceliğini savunan bir duruşmuş gibi gösterenler oldu.
Ama ayrıca, genç feministler tarafından gerçekten ilginç ve hoşuma giden algılanmalarım da oldu. Onlar, manifestonun siborgunu, kendi amaçları için ne yapmak istiyorlarsa öyle bağırlarına bastılar ve kullandılar. Onların benden, demokratik sosyalizmin bu özel momentinden, az önce bahsettiğim 1980’lerin değişimlerinden tamamen farklı bir geçmişleri vardı. Bu onların tarihi değildi kesinlikle. Onların kültürel üretim yaparken, medyaya ulaşırken, bilgisayarları gösteri sanatlarında, tekno müzikte ve diğer amaçlar için kullanırken tamamen farklı ilişkileri vardı. Onlar, hayret ve memnuniyetle karşıladığım bir şekilde, Siborg Manifestosu’nu queer cinsellik çalışmalarında ve queer teorinin teknobilimle ilgili bazı türleri için faydalı buldular. Burada bu kez kendimi bir izleyici olarak buldum. Bu bağlamda, ben manifestonun yazarlarından biri değil, bir okuru oluyordum. Bu manifestoyu yazmamıştım, ama onu okumayı seviyorum. Bu genç feministler, benim niyetimin bir parçası olmayan ama ne yaptıklarını da görebildiğim bir açıdan manifestoyu tamamen yeniden yazdılar. Bunun meşru bir okuma olduğunu düşünüyorum ve bu hoşuma gidiyor ama gerçekten de bu benim yazdığım değildi. Kısacası, bazen insanlar manifestoyu öyle bir yönden okuyorlar ki, bu beni memnun ediyor ve şaşırtıyor, bazen de bazı okunma pratikleri ile karşı karşıya kalmak çok can sıkıcı olabiliyor. Ama her halükarda bu okunması zor bir metin. Zorluk bir mesele. Diğer yandan, size yemin ederim, hiçbir akademik eğitimi olmaksızın manifestoyu okuyan ve bundan vazgeçmeyen insanlarla tanıştım. Onu nasıl istiyorlarsa öyle okuyorlar ve zorluk meselesinden endişelenmiyorlar.

Manifestonun teknolojiye bakışını değerlendirir misiniz?

Manifesto ne teknofobik (teknolojiden korkan), ne de teknofil (teknoloji sever) bir metin öte yandan teknobilimin dünyeviliğini eleştirel bir biçimde sorguluyor. O daha çok, gerçek insanların maddi-semiyotik sistemler içerisinde nerede durduğunu araştırmak ve ne türden mesuliyetlerin, sorumlulukların, mutlulukların, çalışmaların ve oyunların söz konusu olduğu veya söz konusu olması gerektiği üzerine.
Siborgun, sormak istediğim bir diğer yanı, onun eleştirel yönünü kaybedip ana akım bir anlatı içerisine kapatılmış ana akım bir figüre dönüşme tehlikesini nasıl değerlendirdiğiniz. Zira, bugüne kadar siborg, sizin 1983’te yazmaya başladığınızdan çok daha açık seçik ve kaçınılmaz bir şekilde toplumun ve kültürün bir parçası haline geldi.
Bir muhalif figür olarak siborgun bayağı kısa bir yarı ömrü olduğunu düşünüyorum. Hakikaten hem teknik alanda hem de popüler kültürdeki siborg temsilleri büyük oranda muhalif değillerdi ve hiçbir zaman da muhalif, özgürleştirici veya örneğin benim eleştiriyi tanımlamak için kullandığım, ‘şeylerin başka türlü olabileceği’ anlamında eleştirel bir boyuta sahip olmadılar.
Siborg, ister istemez Frankfurt Okulu’nun negatiflikten anladığı ve benim de hatırlanmasını ve akılda tutulmasını gerçekten çok önemsediğim özel yanların haricinde, negatif olmayan türden bir eleştiriydi. Frankfurt Okulu’nun benim asla benimsemediğim birçok görüşü vardır ama bir özgürlük projesi bağlamındaki bu türden bir eleştiri önemlidir. Muhalif, eleştirel siborgların gerçekleştirebileceği bu özgürlük projesine dair bayağı bir çalışma vardı. Hala da bir miktar çalışma var ama kabul ediyorum ki, bunlar şimdi 1983’te olduğundan daha az gerçek ve samimi. Bunun nedenleri muhakkak ki, bugün Internet’in dört bir yanımızı bir şekilde kuşatmış ve bizleri sıkıştırmış olmasında ve siborg figürü üzerine onu gerçekten yeni bir metafor olarak değerlendiren acımasız bir edebi yönelimin matrisinde yatıyor.
Temsilleri ve soruyu, insanların yaşam ve ölüm kaygılarını bir araya toplayanın ne olduğunu anlamaya çalışan bir pratik olarak, nasıl çalıştıkları açısından çok ciddi bir şekilde ele alıyorum. Bana, yine de, temsillerin tüm bir akrabalık sisteminin, eleştirel figürler olmasına ihtiyacımız var gibi geliyor ve bu anlamda siborg temsillerinin eleştirellik işine devam edebileceklerini düşünüyorum. Ama tabii o hızla bayağı, ana akım ve avutucu bir şeye de dönüşebilir. Kısacası, siborg, teknobilimsel burjuva figürünün kendi konforu için bir mazeret de olabilir ya da eleştirel bir figür de olabilir.

Tüm temsillerin bir akrabalığına ihtiyacımız olduğuna dikkat çekiyordunuz…

Evet 🙂 kedi köpek yavruları, bir köpek kulübesi, bir cins…

Öyleyse, siborgu bir yana bırakıp çalışmalarınızda ortaya çıkan başka bir temsile bakmak istiyorum: Çakal. Yazılarınızda çakal figürünü, insan-olmayan ‘doğa’nın aptal ve ruhsuz bir madde olduğunu ima eden anlayışı reddederek ‘doğa’ ve ‘kültür’ arasındaki ikiliği yapıbozumuna uğratan karmaşık yaklaşımınız için gerekli olan bir temsil olarak okudum. Bana göre sizin çakal figürünüz bizim ‘doğa’ya içkin olarak kabul ettiğimiz fenomenler karşısında bir alternatif arayışının temsili gibi geldi. Ama neden özellikle bu temsili kullandınız?

Bu kısmen bölgesel bir mesele. Biliyorsunuz ki, ben bir Batılıyım. Sadece Batı geleneğini miras aldığım anlamında değil aynı zamanda ABD’nin batı bölgesinden olmam anlamında. Çakal figürü, Güneydoğu ABD’deki çeşitli gruplar da dahil olmak üzere Kuzey Amerika’daki birçok Yerli Amerikalı için önemlidir. Çakal figürünü kullandığım zaman, bir çifte mesele söz konusu oluyor. Birincisi, benim çakalı kullanmam, son derece şüpheyle yaklaşmamız gereken, orta-sınıf beyaz feministlerin Yerli Amerikalı sembollerini kendilerine mal etmelerine işaret ediyor. Feminist maneviyatın öyle yanları var ki, Yerli Amerikalıların pratiklerini neredeyse sömürgeci bir bakışla değerlendiriyorlar. Bu arka planda benim de çakal temsilini kullanmamda kendi kendime bazı eleştirilerim var. Ne var ki, bunu söyleyerek benim ve onların Yerli Amerikalı sembolleriyle yaptıklarını affetmeyi veya yasaklamayı kast etmiyorum. Bazı uyarıları daha eklemek istiyorum; çünkü figürler ortaya çıktıkları yerin dışına çeşitli yönlere doğru seyahat ederler ve kuzgun ve çakal gibi bazı figürler de hem Anglo kültüründe hem de Yerli kültüründe iş görebilirler. Yerel ve küresel karmaşık ağsal katmanlardan yapılmış bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada kim Yerli Amerikalı sembollerinin Anglo-Amerikanlılar tarafından üretilenlerden daha az küresel olduğunu söyleyebilir? Veya kim diğerleri küreselleşme olarak adlandırılan oluşuma dahil olurken bir dizi sembolün yerel kalması gerektiğini söyleyebilir? Kısacası, düşünüyorum ki, kesinlikle masum olmasa da temsiller arasındaki söz düellosunun politik olarak ilginç olduğu yönler var.
Bu nedenle çakal kendine özgü bir temsil. O, Avro-Amerikan anlamda doğa değil, öte yandan kültürü meydana getiren kaynaklar hakkında da değil. Üstelik çakal güzel bir figür de değil. O, hilekâr bir figür ve örneğin Navaho (bir Kızılderili milleti –ç.n.) temsillerinde, çakal genellikle, sıkıntı veren hilebaz işlerle ilişkilendirilir. Çakal, özellikle insanın kontrolünde olmayan aktif bir yer olarak dünya hakkındır, ama o bir yandan insan bir yandan da doğa hakkında değildir. Bizim ‘doğa’ ve ‘kültür’ olarak adlandırdığımız şeyler arasında bir iletişim vardır; ancak ‘çakal’ın ilgili bir kategori olduğu bir dünyada ‘doğa’ ve ‘kültür’ birbirleri ile ilgili kategoriler değildir. Çakal, doğa/kültür ontolojilerini altüst eder.
Ben çakalı seçtim ve örneğin Örümcek Kadını seçmedim; çünkü ikincisinin üstten belirlenmiş bir feminizme mal edilmişliği vardı. Öte yandan çakal ne dişi ne de erkekti.

Bu ‘post-gender’ olarak tabir ettiğiniz, cinsiyet sonrası durum için bir metafor mu?

Hayır, cinsiyet sonrası (post-gender) tabirine tahammülüm yok. Bu hiçbir zaman hoşuma gitmedi.

Ama onu manifestoda kullandınız…

Evet, yaptım. Ama onun da bir ‘izm’ olabileceğini hiç düşünmemiştim  Biliyorsunuz, bu kavramı o zamandan beri kullanmadım. Çünkü ‘cinsiyet sonrası’ , şeylerin çok yabancı bir düzeni ile sonlanıyor. Toplumsal cinsiyet bir fiil, bir isim değil. Toplumsal cinsiyet, her zaman öznelerin diğer öznelerle ve insan yapısı nesnelerle ilişkisi içinde üretimi ile ilgilidir. Toplumsal cinsiyet, bu bir araya gelmelerin, bu insan-yapıt buluşmalarının maddi-semiyotik üretimi ile ilgilidir. İnsanlar, zaten her zaman dünya ile bir araya gelme halindedir. İnsanlar, biz olmayan birçok farklı şeyin bir toplamıdır. Biz kendimizle özdeş değiliz. Toplumsal cinsiyet özellikle erkeklerin ve kadınların üretimidir. O, eşit olmayan, birinin bir başkası üzerinde mülkiyeti olan ilişkilerde öznelerin zorunlu dağılımıdır. Toplumsal cinsiyet, öznelerin cinsiyet atfedilmiş biçimlere dönüştürüldüğü ve burada bazılarının diğerleri üzerinde üreme, cinsellik ve dünyadaki başka varoluş kipleri konusunda hak sahibi olduğu özel bir tür üretimdir. Ne var ki, toplumsal cinsiyet özellikle bu türden bir sistem olsa da, tarihin başından sonuna devamlılık göstermez. İşlerin bu yönde gitmesi gerekmez ve toplumsal cinsiyete eleştirel olarak odaklanması anlamında eleştirel teorinin satırları boyunca karşımıza çıkan ‘işler böyle gitmek zorunda değil’ düşüncesinden hareketle toplumsal cinsiyeti de yıkması dolayısıyla ‘cinsiyet sonrası’ kavramını onaylıyorum. Ancak bu, genellikle erilliğin ve dişiliğin ötesine geçme şeklinde anlaşılan türde ütopik bir ‘cinsiyet sonrası’ değildir. Bu, sadece zorunluluğun yıkımıdır, dünyayı kurmanın zorunlu olmayan yollarıdır.

Çakala ve sizin potansiyel olarak eleştirel temsillerin akrabalığına dişi olduğu aşikar Örümcek Kadın veya tanrıça gibi figürler yerine çakalı dahil etmeyi tercih etmenize geri göndersek burada çakalın az önce tanımladığınız anlamda ‘cinsiyet sonrası’ bir varlık oluşu ile bir ilgisi var mı?

Ah evet. O daha çok bu toplumsal cinsiyet rezaletini yıkması ve kadını bağrına basmayan ama kadınlar için olan bir feminizm olması anlamındaki bir ‘cinsiyet sonrası’ ile ilişkili. Bu türden bir ‘cinsiyet sonrası’, post-kolonyel çalışmalar ve women of color feminist çalışmalarından gelen ve sadece sömürgecilik ve ırkçılık yöntemleriyle baskı görmüş kişilerden karşı konulmaz bir şekilde kaynaklanan yaklaşımlarla yetinmeyen güçlü teorilerin kesişmesini gerektirir. Sadece kendisi için ve kendi bağlamında duran her toplumsal cinsiyet analizini reddederek bir tür acımasız kesişme durumunda ısrar etmesi noktasında ‘cinsiyet sonrası’ kavramını anlamlı buluyorum. Burada, bu, eşitsizliğin üretimindeki ince çizgiler karşısında bir tür yoğunlaştırılmış eleştirel anlayış olarak değerlendirilebilir

Sizin doğa/kültür ikiliğini yapıbozumuna uğratmanız noktasından ilerlemek için, ‘bedensel üretimin araçları’ kavramınız hakkındaki yorumlarınızı sormak istiyorum. Tıpkı siborg ve çakal temsilleri gibi bu kavram da hem doğa/kültür arasındaki geleneksel sınırları kaydırmak hem de ‘biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet’ (sex/gender) arasındaki ikiliği anlamak için yeni yollar yaratmak istediğiniz zaman kullanışlı bir araç oluyor. Siz kendiniz, ‘bedensel üretim araçları’ kavramı ile ‘biyolojik cinsiyet/toplumsal cinsiyet’ ikiliğinin yıkılması arasında nasıl bir bağlantı görüyorsunuz?

Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet teorisi, madde/biçim kategorileri ile işleyen bir dünyayı kuran anlayışa açıkça borçlu olan bir analitik aygıttır. Bu derin bir Aristocu ikiliktir. Bu, aklın teleolojik amaçları için, doğanın kültüre mal edilmesi temelinde işler. Elbette bu yaklaşımın korkunç derecede kirlenmiş kaynakları vardır. Ama en azından biyolojik ve toplumsal cinsiyet sistemini analiz etmek için de kullanışlı araçları vardır. Bu anlamda, o anlayış belli bir zaman için radikal bir başarıydı. Ama bu analitik çalışma işin kendisini yanlış anladı ve insanlar da biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet diye bir şeyler olduğuna gerçekten inandılar ve inanmaya da devam ediyorlar. Bu, yanlış yere konulmuş somutluğun yanılgısıydı. Yine de bize bu türden araçlar veren felsefenin kirleniş geleneğini hatırlamak önemlidir. Dünyayı Platoncu ve Aristocu yollardan farklı yöntemlerle kurmak için, ontolojiyi başka yollardan yapmak için, madde/biçim veya üretim/hammadde mefhumu ile algılanan bir dünyadan kurtulmak için, biçim ve madde veya biyolojik ve toplumsal cinsiyet kategorileri olmaksızın bize bedensel üretim araçları ve inşa halinde dünyalar fırlatan, dünyayı bir eylem olarak algılayan, bir dizi birbiriyle bağlantılı yol görüyorum.

Ve tabii ki, her şeyi yalnızca toplumsal inşaya ya da tümüyle doğal şeylere indirgemeksizin…

Kesinlikle. Ben ne doğalcıyım ne de toplumsal inşacıyım. Ne o, ne de öteki. Bu ne toplumsal inşacılık, ne de teknobilimsel veya biyolojik belirlenimcilik. Doğa da değil. Kültür de değil. Bu gerçekten başka bir yere ulaşmak hakkında ciddi bir tarihsel çaba.

Yakın zamanlarda potansiyel eleştirel temsillerin akrabalığına yeni bir üyeyi dahil ettiniz: Köpeği. Neden?

Köpekler birçok şeydir. Onlar birçok kategoriyi işgal eder: cinsler, nüfuslar, haşaratlar, figürler, deney hayvanları, ev hayvanları, işçiler, kuduzlar, Yeni Gine şarkı söyleyen köpeği, Dingolar vs. Köpeklerin türlü türlü mevcudiyetleri vardır. Köpeklerin ontolojisi gerçekten büyük olmayı ters yüz eder ve köpekler için kullanılan tüm bu adlandırmalar çeşitli türden ilişkisellikler hakkındadır. Köpekler birçok ilişkisellik barındırırlar ama bunlardan pratik açıdan zorunlu olan bir türü insanlarla olanıdır. ‘Evcilleştirme’ kelimesinin etrafında dolanmaya gerek olmadığı halde, köpeğin bir insanla ilişki içinde olma zorunluluğu neredeyse köpek kelimesinin tanımının bir parçasıdır. ‘Evcilleştirme’ çok kuvvetli bir kelime olsa da, bütünüyle açık değildir. Aksine, evrimsel ve tarihsel bir bakış açısından, köpeklerin bu simbiyotik ilişkiyi kurmada ilk adımı attıkları gerçekten muhtemeldir. Ortada buna delil niteliğinde bir miktar ilginç biyolojik-davranış öyküsü vardır. Bunlar kısmen test edilebilir, kısmen test edilemez öykülerdir. Kısacası köpekler, hemen hepsi ilişkilerle ilgili ve çok özellikle de farklı tarihsel biçimlerdeki insanlarla olan ilişkilerle ilgili, çok geniş bir muhtemel ontolojiler dizisine sahiptir. İnsanlar için, köpekler muazzam miktarda semiyotik iş yaparlar. Onlar bizim için sadece koyunları güderken değil aynı zamanda birer figür olarak da iş görürler ve insan yatırımlarının çok önemli çeşitleri sayılırlar.
Köpeklerde beni ilgilendiren, türlü yanlar var. Köpeklerin, biz olmadığımız olgusu ile ilgileniyorum. Yani onlar ‘biz-olmayan’ sayılırlar. Köpekler sadece sevimli izdüşümler değillerdir. Onlar benim aynadaki yansımam sayılmazlar. Köpekler, başka bir tür sayılırlar; başka bir tür ama çok yakın bir ilişki içinde yaşayan; anlamaya çalıştıkça yardımcı olmaktan çok bir sorun haline gelen doğa/kültür ayrımı ile ilişki içinde başka bir tür. Çünkü köpekler ne doğadır ne de kültür; ‘hem/hem de’ değil, ‘ne/ne de’ de değil ama başka bir şey.

Zannedersem, yoldaşlık mefhumu burada önem kazanıyor?

Evet, her ne kadar yoldaşlık mefhumu, köpekleri değerlendirmekte çok modern bir yol olsa da. Yoldaş hayvan mefhumu bütünüyle yeni bir buluş. Köpekleri, ev hayvanları olarak değil de yoldaş hayvanlar olarak görmek epey yeni bir tartışma. Köpeklerle etik bir ilişki içinde olmak zorundayız; çünkü onlar insanların zalimliği, dikkatsizliği veya aptallığı gibi nedenlerden dolayı kolaylıkla incinebilirler. Öyleyse köpekler anlam yaratma ve sorgulama yerlerine dönüşürler: etik sorgulama, ontolojik sorgulama, toplumsallaşmanın doğası üzerine sorgulama, pedagoji, eğitim ve kontrol üzerine sorgulama, sadizim üzerine sorgulama, otoriterlik üzerine sorgulama, savaş üzerine sorgulama (örneğin piyade ile askerilik tarihinde bir araç olarak kullanılan savaş köpeği arasındaki ilişki) vs. Köpekler, hemen her çeşit koşul altında, üzerine düşünmek için iyi bir figürdür. Hizmet köpeğinin, örneğin gözleri görmeyenlere yol gösteren veya başka çeşitlerin gelişimi söz konusudur. Köpeklerin insanların ihtiyaçları ve arzuları çerçevesinde onlarla ilişki içine sokulduğu birçok farklı yol vardır. Oyuncak olarak kullanılan köpekler de vardır, çiftlik koruyucusu olarak koyunları kurtlardan, ayılardan ve çakallardan korumak için kullanılanlar da. Çalışan köpekler daha çok ilgimi çekiyor ve insanlarla köpeklerin spor dünyasındaki ilişkisi de böyle. Ayrıca bir de bağımlılık meselesi var ama köpekler ileride anne babalarının yerini alan çocuklar gibi değildir. Köpekler yetişkindir. Yetişkin köpekler çocuklaştırılamaz. Ben çapraz-türlerin yoldaşlığını ve ötekilik üzerine soruyu gerçekten ilgi çekici buluyorum. Köpekler bizi, etik, ontolojik, politik, zevk üzerine veya vücuda gelme hakkında birçok soru soran ötekiliğin özel bir türü ile karşı karşıya getirir.

Peki köpek, siborg ve çakal ile nasıl bir ilişki içinde? Temsillerin akrabalığında ikisinin arasında bir figür mü?

Evet, şu anlamda; biliyorsunuz ki, ben ne doğa ne de kültür olan çok çeşitli mevcudiyetler hakkında yazdığımı zannediyorum. Siborg işte böyle bir mevcudiyet. Çakal da böyle ve genetik mühendislerinin lâboratuar araştırma hayvanı OncoMouse da bu tuhaf ailenin, ne doğa ne de kültür ancak bir ara yüz olan bu queer ailesinin, bir üyesi. Bu aile bana göre, benim kişisel olarak üzerine yazdıklarım anlamında siborgu, çakalı, OncoMouse’u, FemaleMan’i (DişiAdam), feministleri, feminist analiz içindeki kadınların tarihini, yeni projemdeki köpekleri ve tabii ki insan-olmayan primatları kapsıyor. Tüm bu mevcudiyetler, doğa ve kültür kategorilerinin birbirinden ayırt edilememesini gerektiriyor.

Bunların hepsi aynı seviyede mi yoksa siborgu kategoriler üstü bir tür, bir meta-kategori olarak mı değerlendiriyorsunuz?

Güzel, belki bazen siborg bir meta-kategori olarak işlev görüyor, ama ben yine de onun rütbesini, ‘yavrulardan biri’ne indirdiğim için mutluyum. Bazı zamanlar tüm bu bahsettiklerimin siborg figürleri olduğunu söyleyerek konuşmamı bitiriyorum ama şimdi bunun kötü bir fikir olduğunu düşünüyorum. Siborgu, hayatta kalabilmek için bir ton berbat müdahaleye muhtaç olan yavrulardan biri olarak düşünmek hoşuma gidiyor. Bu dünyada hayatta kalmayı sürdürebilmesi için teknik olarak geliştirilmesi gerekiyor 🙂

Yorum bırakın