1 Mayıs 2007 birçoklarımız için Türkiye’de iktidar ilişkilerinin nasıl işlediğinin bir kez daha ifşa olduğu bir gün oldu. Günlerdir süren cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışması sırasında şiddetle çatıştıkları gözlenen AKP hükümeti ve karşısındaki CHP-TSK-Emekli Subaylar ittifakı, 1 Mayıs 2007 günü sokaklara dökülen emekliler, işçiler, işsizler, öğrenciler, sendikalılar karşısında aralarındaki sözde kavgayı şaşırtıcı bir ivedilikle unutup sokaktaki halklara el birliğiyle saldırdı.
Evet, 1 Mayıs 2007 günü Anayasa Mahkemesi’nin aldığı cumhurbaşkanlığı seçimlerini iptal kararı ve hemen akabinde erken seçimler konusunda sağlanan mutabakat ile günlerdir cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla AKP ve TSK arasında süre giden danışıklı dövüş sona erdi. Koparılan onca fırtına bir anda yerini sükunete bıraktı. İktidarlar kendi aralarında anlaşmıştı. Tayyip Erdoğan ve Yaşar Büyükanıt buluşup tokalaştı. Aynı 1 Mayıs 2007 günü bu danışıklı dövüşü ifşa etmek, hükümet ve ordu arasındaki bu iktidar savaşının yoksulları daha yoksul, mağdurları daha mağdur, ezilenleri daha da ezilen kılmaktan başka bir işe yaramayacağını haykırmak için toplananlar ise susturulmaya çalışıldı.
1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşananları “faşist devletlerde bile görülmemiş uygulamalar” olarak nitelendirenler ve o gün polisin uyguladığı vahşetten dolayı sadece İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nü suçlayıp onları istifaya davet edenler, vali ve emniyet müdürünün AKP’li İçişleri Bakanı Abdülkâdir Aksu’nun emri ve bilgisi dâhilinde hareket ettiğini gözden kaçırdılar. Zira birçoklarımız için son günlerdeki çıkışlarıyla AKP hükümeti, TSK’nin muhtıralarına karşı, darbe çığırtkanlıklarına karşı, emekli subayların dolduruşlarıyla Ankara’da ve İstanbul Çağlayan’da toplanan laikliğin, ayrımcı ve ırkçı bir Türklük tanımının fanatikçe ve adeta yobazca savunusunu yapanlara karşı, anlı şanlı bir demokrasi direnişinin sembolüydü.
Oysa nasıl da yanılmıştık bir kez daha.
Evet AKP hükümetinin ve Aksu’nun ‘vurun’, ‘dövün’, ‘acımayın’ emriyle 1 Mayıs’ı toza, dumana ve kana bulayan polis, İstanbul şehrini muhasara altına alıp vapurları limanlara yanaştırmadı, köprüleri tek şeride indirip arabaları keyfice aradı. Daha çok değil iki gün öncesinde yine aynı AKP hükümeti ve aynı içişleri bakanı Abdülkadir Aksu’nun emriyle Çağlayan meydanındaki ulusalcı elit ırkçı gösteriye binleri parasız taşıyan belediye otobüsleri 1 Mayıs günü işlemedi, metrolar kapatıldı, dolmuşlar yollarından geri çevrildi. Ta Eskihisar’da arabalı vapurlar durduruldu, denizin ortasında alıkonulan insanların karaya çıkmasına dahi izin verilmedi. Ama ülkenin ta uzak köşelerinden binlerce cebi silahlı eli sopalı takviye polis, belki beş belki on bin göstericinin zapt edilemeyeceği korkusuyla uçaklarla, helikopterlerle İstanbul’a taşınabildi. 1 Mayıs 2007 günü, polis işgali altındaki İstanbul’da, keyfi bir biçimde ve hukuksuzca binlerce insanın çantası karıştırıldı, arabaları tartaklandı, suratları tokatlandı, gözleri polisin umarsızca sıktığı gaz ve zehirden yandı. İstanbullular faşizmi sadece gözleriyle değil çınlayan kulakları, tıkanan burunları ve sızlayan yanaklarıyla hissettiler.
Oysa herkes, Ankara’da ve İstanbul Çağlayan’da emekli subaylarca sokaklara dökülmüş hükümet karşıtı kalabalık kitleleri görünce hükümetin 1 Mayıs 2007 günü 1977 1 Mayıs’ında ölenlerin anısına düzenlenecek etkinliğin Taksim’de olmasına izin vereceğini zannetmişti. Ülkemiz demokratikleşiyordu ya artık herkes sesini sokaklarda duyurabilecekti. Ama hayır bir kez daha aldandık. Sokaklar faşistlere açıkken özgürlükçülere kapalıydı.
Eğer polisseniz, eğer emekli subaysanız, eğer cumhuriyetçilik adı altında ırkçılık ve elitizm propagandası yapan toplulukların dolduruşuna gelmişseniz, eğer elinizde bir Türk bayrağınız varsa, ve eğer İstiklal Marşı’yla 10. yıl Marş’ından bir de “Türkiye laiktir laik kalacak” sloganından ibaret repertuarı hatmedecek kadar bir hafızanız varsa sokaklar size ardını kadar açıktı. Çıkıp ırkçı dininizin propagandasını avazınız çıktığı kadar yapabilirdiniz. Yok, es kaza bu ülkenin ırkçı ve faşist bir gidişata sürüklendiğinden yakınır, buna karşın halkların kardeşliğinden bahsedersiniz sizin vapurdan inmeye, otobüse binmeye, sokakta yürümeye hakkınız yoktu. Hele bir de Hristiyan, Ermeni veya Kürt olmaya görün. Bu ülkede yaşatmazlardı sizi.
Malatya’da üç Hristiyan misyoner oldukları için, İstanbul’da bir Ermeni Hrant Dink Türklüğü aşağıladığı iddiasıyla ve Mardin’de 12 yaşındaki bir Kürt çocuk, Uğur Kaymaz da babası Ahmet Kaymaz ile beraber ‘terörist’ oldukları gerekçesiyle sokak ortasında öldürüldü. Devletin uzantıları insanları katletti, devletin polisleri katillerle kahramanlık pozları çektirdi, devletin mahkemeleri katilleri akladı… Bağımsız yargıçlarının hükümetlerine, hükümetlerinin de silahlı kuvvetlerine direndiğini sananlar yanıldı.
Şemdinli olaylarını inceleyen ve üst rütbeli TSK subaylarını da soruşturmaya dâhil eden Van savcısının AKP hükümetinin bilgisi dâhilinde görevden alındığını veya Diyarbakır’da 2006 Nisan’ında TSK mensubu askerler silahsız göstericiler üzerine ateş açıp yaşlı çocuk demeden 15 kişiyi öldürdüğünde “güvenlik güçlerimiz terörün maşası olanlar hakkında kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yapacaktır” sözünü söyleyenin Tayyip Erdoğan olduğunu unutmadık.
Gerek cumhurbaşkanlığı seçimleri süresince TSK’nin fiili ve emekli subayları tarafından gündeme gelen darbe tehditleri, gerekse 1 Mayıs 2007 günü, emrindeki polis kuvvetleri ile İstanbul’u işgal eden AKP hükümetinin insanlara hayatı yaşanmaz kılan faşizan tutumu göstermiştir ki, hem TSK hem de AKP Turkiye’de yaşayan halkların çıkarını değil sadece ve sadece kendi çıkarını ve iktidarını düşünmektedir. 1 Mayıs 2007, yıllardır dillere pelesenk olmuş halkı için eteğini süpürge eden hükümet ve pek fedakâr ordu yalanının bir kez daha ifşa olduğu gün olmuştur. Hem TSK hem de AKP, halkını kendi çıkarı ve küçük iktidar hesapları için feda etmekte en ufak bir sakınca görmemekte, amaçlarına ulaşmak için darbelerle veyahut şehirlerde ilan ettikleri sıkıyönetimlerle, kışkırttıkları cinayetlerle, tertipledikleri faşist nümayişlerle ülkeyi karanlığa, yıkıma, savaşa sürüklemekten en ufak bir kaygı duymamaktadır.
Tüm bu karanlık tabloya rağmen, 30 yıl sonra 1 Mayıs’ı yeniden Taksim Meydan’ına taşımakta kararlılık gösteren, iktidarların çirkin oyununu bir kez daha gözler önüne seren halklar, tüm kışkırtmalara, tüm baskılara, tüm yıldırma girişimlerine karşı faşizme geçit vermeyeceklerini haykırdılar. Onlar yine bir avuçlardı, ama yolları, köprüleri, limanları kapatan, tüfeklerini ve coplarını kuşanan, zehirledikleri sokaklarda gaz maskelerinin arkasına saklanan devletin ödünü koparmaya bu kadar olmaları bile yetmişti. Evet, bundan böyle her gün 1 Mayıs, her yer Taksim olacak diye ödleri kopuyor. Bu haykırış yankılanacak, her yere yayılacak, iktidarlarını yerle bir edecek diye korkuyorlar. Oysa yolları, köprüleri, sokakları, gazeteleri, radyoları, televizyonları, internetleri kapatarak bu sesi durduramayacaklarını onlar da çok iyi biliyorlar. Kaybedecekler!
Faşizm teslim olana kadar bu haykırış yankılanmaya devam edecek!
Her gün 1 Mayıs, her yer Taksim
Yaşasın Halkların Kardeşliği
Yaşasın 1 Mayıs İsyanı
Bir avuç değil yüzbinlerdik. 1 Mayıs üzerinden yapılacak, AKP antiprobakandası TSK ya hizmet eder unutmayalım.
Ben de tam de tam bu noktaya dikkat çekmeye çalışmıştım yazımda. TSKyi eleştirirken sanki AKP hükümeti sütten çıkmış ak kaşık gibi gözüküyor. Oysa AKP hükümetinin politikalarının 1 Mayıs müdahalesinden Güneydoğu’da sürmekte olan askeri operasyonlara, şemdinlide kitap evi bombalayan, mardinde 12 yaşındaki çocuğu sokak ortasında babasıyla beraber katleden ordu mensuplarının aklanmasına kadar TSKnin söyleminin desteklenmesine hizmet ettiği aşikar. Bu bağlamda, yazımda TSKye hizmet ettiği yanılgısına düştüğünüz AKP eleştirisi aynı zamanda TSKnin de bir eleştirisidir.