Türkiye'de Irkçılık ve Devlet

linc.jpgTürkiye bugünlerde yine bir çalkantı halinde. Son olarak cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla alevlenen tartışmalar, ülke içinde artık gözle görülür hale gelen bir kamplaşmaya işaret ediyor. Bir yanda daha fazla özgürlük ve çoğulculuk propagandası yapan liberal hükümet öte yanda ise korkutma, bastırma ve susturma tekniğini sıklıkla kullanan laik ordunun yer aldığı bu iki kampın arasından geçen ince çizgi, ülkenin yeni siyasi ufkunu belirliyor. Ülkenin siyasi ufku derken, o ülkedeki siyasi tahayyüllerin ve yeni alternatifler üretme kapasitesinin sınırını kast ediyorum. Ve bu açıdan, Türkiye maalesef, dünyanın geri kalanından çok da farklı değil. Çağdaş siyaset, birbirinden farklıymış gibi gözüken ama aynı kapıya çıkan sözde karşıtlıklar arasında sanki bir tercih yapıyormuşuz hissi uyandırmak üzerine kurulu. Bugün Türkiye’de aralarındaki çatışma ve gerilim ne kadar şiddetli gözükürse gözüksün aslında gerek liberal hükümet ve yandaşları gerekse laik ordu ve taraftarları aynı amaca hizmet eden farklı görüntülerden ibaretler. Kendi aralarında çatışıyormuş gibi gözüken hükümet ve devlet, aslında aynı ulus-devlet modeli tarafından çizilmiş aynı sınırların ve bu sınırların içinde tanımlanmış bir ulusal kimliğin ve ulusal tahayyüllün yeniden ve tekrar üretilmesinden başka bir şeye hizmet etmiyorlar. Ordunun, ülke içindeki ve dışındaki çatışmalar karşısında şiddeti hala bir araç olarak gören anlayışı karşısında hükümetin uzlaşmacı ve müzakereci tutumu kimseyi yanıltmasın. Bir anlığına da olsa özgürlükçü görünen liberal AKP hükümetini, katı bir laikliği savunan muhafazakâr ordu ve CHP’ye tercih edenler, Şemdinli olaylarını inceleyen ve üst rütbeli subayları da soruşturmaya dâhil eden Van savcısının hangi hükümetin (ve bugünlerde savcıları darbe söylentilerine karşı göreve çağıran hangi başbakanın) bilgisi dâhilinde görevden alındığını veya Diyarbakır’da 2006 Nisan’ında askerler silahsız göstericiler üzerine ateş açıp yaşlı çocuk demeden 15 kişiyi öldürdüğünde “güvenlik güçlerimiz terörün maşası olanlar hakkında kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yapacaktır” sözünü kimin söylediğini anımsasınlar. Pek liberal ve uzlaşmacı hükümet ne ülke sınırları içindeki tek ‘meşru’ silahlı güç tekeli olan orduyu bir araç olarak kullanma imkânından ne de ulusun ve ulusal kimliğin tasarlanması ve bir norm olarak üretilmesi, normun dışına çıkanların ise toplumun güvenliğini tehdit ettikleri gerekçesiyle ortadan kaldırılması işlevini yerine getirmekten vazgeçmiştir.

Bu durumda, bugün süre giden tüm kavga, sadece bundan sonra Türklüğün ne olacağına, nasıl tanımlanacağına, ulusal sınırlar içinde neyin doğru neyin yanlış, neyin normal neyin anormal sayılacağına kimin karar vereceğinin kavgasıdır. Kısacası, bugün zaten iktidarda olanların iktidar paylaşım kavgasını izlemekteyiz hep birlikte. Bize dayatılan tercihlerden birini seçtiğimiz sürece de bizler için değişen bir şey olmayacak. Farklı olanlar, farklı konuşanlar ortadan kaldırılmaya; bu ülkede yaşanan kıyım ve savaşların acıları silinmeye; Musa Anterler ve Hrant Dinkler yine öldürülmeye devam edecek. Kadınlar, eşcinseller, Kürtler ve Ermeniler olarak kimliklendirilen topluluklar, normun karşıtı olarak üretilmeye ve bundan dolayı baskı ve zulüm görmeye devam ederken, ulusal kimlik ister tekil bir Türklük isterse çoğul bir Türkiyelilik adı altında olsun, saflaştırılacak, aklanacak ve temize çıkartılacak. Bu anlamda bu yazının ana fikri, şiddetin ve ırkçılığın sadece kaba kuvveti bir araç olarak gören, baskıcı, kapatıcı, kısıtlayıcı, egemen ve silahlı yapılarda değil, aynı zamanda özgürlükleri ve dolayısıyla normu üreten, hayatlarımızı yeniden biçimlendiren çağdaş çoğulcu ve liberal hükümet etme biçimlerinde de etkin ve geçerli olduğudur. Bu anlamda Michel Foucault’nun modern çağdaki yaygın devlet ırkçılığına dair geliştirdiği kapsamlı analizine başvurmadan önce, isterseniz Türkiye’deki sözde karşıt tarafları biraz daha yakından tanıyalım.

AKP hükümeti, iş adamlarının, hem sağın hem de solun liberal demokrat gazeteci, yazar, akademisyen ve sivil toplum örgütlerinin de desteğiyle dışarıda Avrupa Birliği yanlısı, içeride ise farklı kültür ve görüşleri içermeye yönelen bir iktidar biçimini temsil etmekte. Bu rejim ilk etapta, bastırmaya ve yok etmeye değil normu üretmeye ve kitleleri normalleştirmeye yönelen, kültürel hakları tanımak suretiyle başta Kürtler olmak üzere bugüne kadar dışlanan nüfus gruplarını ‘ekonomiye entegre ederek’ verimli araçlara dönüştürmeye çalışan, AB üyesi ve çok kültürlü bir ulus ve ulusal kimlik tahayyül eden, dolayısıyla devletin ve ordunun eski merkezi yapısının yerine, yaygın, yerel ve etkin bir iktidarı örgütleyen ve bu nedenle askerleri mümkün olduğunca pasifleştirmeye çalışan bir tür liberal yönetim anlayışını savunuyor gözükmekte. Buna karşın, laiklik fikrini adeta dinsel bir dogma haline getiren milliyetçi bir muhalefet, CHP, DSP, İP gibi siyasi partilerin, TSK’nin, TSK emeklisi subayların kurduğu veya önderlik ettiği Atatürkçü Düşünce ve İkinci Kuvvay-ı Milliye gibi isimler altında örgütlenen karşıt bir sivil toplumun önderliğinde yükselmekte. Şu anki hükümete muhalifmiş gibi görünen bu grup, hala tekil bir Türklük tanımında ısrar eden, farklılıklara tahammül edemeyen, merkezi ve muhafazakâr bir görünüm arz etmekte.

Dolayısıyla önümüzdeki siyasi söylem alanının öngördüğü bu iki tercih arasındaki karşıtlık, yani liberal hükümet ve laik devlet arasındaki bu çatışma, birçok ‘radikal’ köşe yazarımızın kaleminden özgürlükçülük ile muhafazakârlık, çoğulculuk ile tekilcilik, küreselleşmecilik ile aşırıya kaçan bir milliyetçilik arasında bir çatışmaymış gibi yansıyor. Çatışan tarafların birbirini gerici, kendilerini ise ilerici olarak tanımladığı bu kamplaşmada, geçmişin sağ ve sol arasındaki keskin ayrımı muğlâklaşır ve kafalar karışırken, birçok liberal ve solcu aydın AKP hükümetini, ordu ve CHP karşısında doğrudan veya dolaylı olarak destekleyen bir konumu benimsiyor.

Cumhuriyet Gazetesi’nin başlattığı ve hükümetin dinsel yobazlığın ve gericiliğin üreticisi, ilerici Kemalist değerlerin ise baş düşmanı olarak gösterildiği ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini hedef alan ‘Tehlikenin Farkında Mısınız?” sloganlı reklam filmlerinin absürtlüğü, her gün laiklik ve Türklük düşmanlarına dair yeni bir komplo teorisiyle zuhur eden emekli askerlerin aşırı milliyetçi sivil toplum örgütlenmelerinin ve “kurtar bizi asker” temalı darbe çığırtkanlıklarının yersizliği, TSK’nin basını korkutmak maksadıyla sızdırdığı ve hangi gazetelerin ve yazarların sakıncalı olduğunu ifşa ettiği andıç raporunun şiddeti, Nokta Dergisi’ne yansıyan emekli kuvvet komutanlarının darbe hazırlıklarına dair günlüklerin gerçekliği karşısında elbette birçok aydının genelde dolaylı da olsa hükümetin liberal ve özgürlükçü duruşuna destek vermesi şaşırtıcı olmasa gerek. TSK’nin, Güneydoğu’daki silahlı çatışmaların yerini büyük oranda demokratik kitle hareketlerine bırakmasından sonra eski etkinliğini, ülkenin ‘teröre’ karşı fedakâr ve yılmaz bekçileri olarak kurdukları eski yüce imajını kaybetmesiyle beraber paniğe kapılıp geçmişteki prestijini yeniden kazanmak amacıyla bölgede silahlı çatışmaları tekrar alevlendirecek tahrik edici çıkışlar yapması da yine solcu ve liberal aydınların kendilerini bir yandan orduya ve militarist anlayışa karşı konumlandırırken öte yandan liberal politikaları desteklemesinin bir diğer nedeni. Son olarak, daha sonra uzunca değineceğim Hrant Dink cinayetinin başta gelen nedenlerinden birinin, TSK’nin halihazırdaki ve emekli mensuplarının, ordunun yitirdiği gücünü geri kazanmak için bu kez sivil topluma yaslanması ve toplumu aşırı milliyetçi düşüncelerle besleyip kışkırtması olduğunun kabul edilmesi de yine liberal solcu ve sağcı aydınların ordu karşıtı ve liberal hükümet yanlısı bir konum edinmelerinde etkili oldu.

Oysa bu noktada gözden kaçan, aslında hem liberal hükümetin, hem liberal aydınların başka bir biçimde de olsa yine belli bir milliyetçiliği, belli bir ulusal kimlik ve ulusa dair belli bir tasavvuru yeniden ürettikleriydi. Liberal politikaların bugün Kürtleri, Alevileri ve bugüne kadar baskı gören bilumum toplulukların kültürel haklarını tanımaya yönelmesinin altında, (birçok solcu ve ilerici aydın tarafından da) bir ‘ekonomik yük’ ve bir siyasal ‘hastalık’ olarak görülen bu toplulukları normalleştirmek, ekonomiye ve siyasete etkin ve verimli nüfuslar olarak katılmalarını sağlamak amacının yattığı genellikle göz ardı edildi. Oysa farklı toplulukları, normalleştirilmesi ve düzenlenmesi gereken birer ‘sorun’, birer ‘patolojik vaka’ birer ‘ekonomik yük’ olarak tanımlayan liberal söylemin, örneğin Kürtleri ‘terörist’, ‘sapkın’ ve ‘kandırılmış’ gibi kategoriler altında normun karşıtı özneler olarak üreten eski militarist anlayıştan temelde bir farkı yoktu. Liberallere göre Türkiye’de müdahale edilerek iyileştirilmesi, normalleştirilmesi gereken bir Kürt ‘sorunu’, bir Alevi ‘meselesi’, bir yoksulluk ‘problemi’ vardı. Şiddet işte tüm bu öznelliklerin daha en başından birer sorun olarak adlandırılmasında ortaya çıkıyordu. Örneğin, TESEV adına ‘zorunlu göç raporunu’ hazırlayarak Güneydoğu’da yirmi yıldan uzun bir süredir devam eden çatışmalar dolayısıyla köyleri boşaltılan ve göç edenlerin sayısının devletin iddia ettiği gibi 300.000lerde değil 1.300.000lerde olduğunu rapor eden araştırmacılar için, sözü geçen zorunlu göçe maruz kalmış bu topluluklar büyük bir ulusal hastalığa dair sayısal göstergelerden ibaretti. Bu rapor ile devleti yalancı çıkaran ve böylece kendilerini devlet ve orduya karşı muhalif bir grup olarak konumlandıran araştırmacıların ‘hastalığın’ giderilmesine dair önerdikleri yöntemler ordununkinden farklı olsa da, niyet, yani bu nüfusların normalleştirilmesinin gerekliliği, aynıydı. Onlara göre yapılması gereken istatistikî bilgilerin işaret ettiği bu ekonomi dışına itilmiş grubu şiddet ve zor kullanarak dışlamak yerine onların nasıl güzellikle ekonomiye kazandırılabileceklerinin projeleri geliştirilmeliydi.

Bu anlamda bir diğer çarpıcı nokta, kendisini ordunun ve aşırı milliyetçiliğin karşıtlığı üzerinden var eden liberal söylemin de başlı başına bir disiplin, milliyetçilik ve ulusal kimlik normunu yeniden üretmesiydi. Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve diğer topluluklar bugün ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki diğer tüm vatandaşlarla aynı ortak siyasi ve ekonomik çıkarı, aynı ulusal tahayyülü ve aynı silahlı kuvvetin tek meşru şiddet tekeli olduğunu kabul etmeleri koşuluyla bu yeni ‘Türkiyelilik’ kategorisine dâhil olabilirlerdi. ‘Farklı’ kültürleri tanımaya yönelik liberal çoğulcu söylemin içindeki bu şiddet, farklı öznellikleri ‘aynı’ tahayyüle tabi kılıyordu aslında. Dolayısıyla, kültürel tanınma normun benimsenmesini zorunlu kılıyor; baskı gören toplulukların geçmişte farklılıklarından dolayı maruz kaldıkları zulüm, işkence ve acılarının silinmesini, farklılığı korumak ve otonomi için verilen uzun mücadelelerin yok sayılmasını, tüm bu savaşımın hiçbir şeyi değiştirmediğinin kabulünü gerektiriyordu. 2005’in Ağustos ayında başbakanla Kürt ‘meselesini’ görüşmek üzere bir araya gelen ve kendilerini topluluklar arasında ‘aracı’ olarak tanımlayan (ne var ki, nedense aralarında öteki topluluktan hiç kimse bulunmayan) liberal, solcu, insan hakları savunucusu aydınların, PKK’yi silah bırakmaya davet edip bunun karşılığında devletin Kürtler’i bir kültürel azınlık olarak tanıması için ellerinden geleni yapacaklarını söylemeleri bu yok saymanın, bu unutuşun bu şiddetin çarpıcı bir örneği olsa gerekti. Aracı mı yoksa korucu mu oldukları şüphe uyandıran bu aydınların önerisine, bir yıl sonra DTP’li belediyelerin “Barış için TSK Operasyonlarına Son Versin” kampanyasıyla karşılık vermiş olması oldukça manidardı. Bu kampanya, liberal anlamdaki uzlaşmacı siyasetin de aslında milliyetçiliğin yeni bir biçimi olduğunun ve liberallerin milliyetçiliğe bulaşmıyormuş gibi görünüp temize çıkmayacağının ifşa edilmesini sağladı.

Zira, liberal çoğulcu söylem bir nevi aklanma ve günah çıkarma siyasetiydi de aynı zamanda. Devletin, Ermeniler’in 1915’te maruz kaldığı kıyımı bir soykırım olarak tanımasını, en azından bu ‘meseleyle’ akademik platformlarda yüzleşilmesi gerektiğini savunan liberal tarihçi ve entelektüellerin kafasında, geçmişindeki karanlık sayfayla yüzleşmiş, özrünü dilemiş ve böylece bir çabukta aklanmış, geleceğe umutla bakan yeni bir Türkiyeli figürü olsa gerekti. Liberal söylem de, tıpkı muhafazakâr-milliyetçi söylem gibi ırkın tahayyülünü, saflaştırılmasını ve etkinleştirilmesini, bu süreçte hastalıkların, sorunların, sapkınlıkların ve anormalliklerin ortadan kaldırılmasını öngörüyordu kısacası. Bu noktada şimdi, Foucault’nun modern çağdaki tüm devlet ve iktidar mekanizmalarına içkin olduğunu söylediği, az veya çok her çağdaş rejimde karşımıza çıkan ‘ırkçılık’ söyleminin nasıl üretildiğine ve işlediğine bakmakta yarar var.

Irkçılık ve Devlet
Öncelikle Türkiye’de ırkçılığın yerleşik ve kökleşmiş bir akım olmadığını iddia edenlerin yanıldığını söylemekle başlamak gerekir. Sadece Türkiye’nin değil, bütün çağdaş ulus-devletlerin kuruluş ve işleyişinde ırkçılık, iktidar ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Foucault, Collége De France’ta verdiği, kitaplaştırılan ve ‘Toplumu Savunmak Gerekir’ başlığıyla çevrilen dersler dizisinde, günümüzde geçerli olan çağdaş ırkçılığın, iki farklı ırkın birbirine üstünlük kurmak amacıyla çatışması anlamındaki klasik yaklaşımdan ziyade aynı ırkın kendi içinde saflaştırılmasına dayanan yeni bir iktidar ve normalleştirme biçimi olarak ortaya çıktığını gösterir. Buna göre, enerjisini sadece hüküm sürdüğü topraklar üzerinde kendi egemenliğini sürdürmek için kullanan ve egemenliğini tehdit edenleri karşılığında ölümle tehdit eden, gerekirse onları yok eden hükümdar ve ailesinin keyfi kararlarına bağlı imparatorluk, feodal beylik veya krallıkların yerini ana kaygısı topraktan ziyade nüfus olan çağdaş ulus-devlet yönetimleri almıştır. Foucault’nun ‘yönetimsellik’ adını verdiği ve nüfusun eğitimi, sağlığı, refahı kısacası daha verimli ve etkili kılınmasını amaç edinen bu yeni modern rejim, aynı zamanda tek tek bedenlerin de nasıl daha sağlıklı, işler ve etkin hale getirileceğini düzenleyen çok daha yaygın bir iktidar biçimini öngörür. Bir yandan suçun patalojikleştirildiği, tıbbın bedenler üzerindeki temel kontrol aracına dönüştüğü, örgün eğitimin norma tabii nüfuslar ürettiği, normu sayısallaştıran istatistik ve haritacılık faaliyetlerinin yaygınlaştığı bir çağda, bir yandan da bedenlerin sağlığını, doğum kontrolünü, cinsel yaşamı düzenleyen, yaşam beklentisini artırmaya, ölüm oranlarını azaltmaya çalışan bir modern devlet çıkar karşımıza. Foucault’nun biyo-iktidar olarak tanımladığı bu yeni rejim, bastıran, kapatan, yok eden eski iktidar biçimlerinin aksine, hastalıkları iyileştirmeyi ve insanları yaşatmayı amaç edinen bir güçtür. Buna göre, çağdaş devlet sağlıklı, verimli, norma tabii bedenler ve nüfuslar üreten bir ilişkiler ve söylemler düzeni olarak ortaya çıkar.

Bu noktada çağdaş devletin ana işlevlerinden biri de yaşamın ve ölümün düzenlenmesidir. Ancak eski egemenlik biçiminin dilediğini öldüren dilediğinin ise yaşamasına izin veren yıkıcı anlayışının tersine çağdaş biyo-iktidar rejimleri dilediğini yaşatan, dilediğini ise ölüme terk eden yapıcı bir anlayışın yansımasıdır. Görüldüğü gibi, çağdaş rejimler içinde de ölüm söz konusudur, ancak bu ölümler daha çok iktidarın işine yaramayan, üretken emeğe katılamayan, hastalıkları iyileştirilemeyen, etkin kılınmaları için gerekli yatırım harcamaları onlardan elde edilecek kazançtan daha çok olan kitlelerin ölüme terk edilmesi biçiminde gerçekleşir. Tıpkı, Katrina kasırgasında yok olan New Orleans’ın yoksul mahallerinin dünyanın en zengin devleti olan ABD tarafından onarılmaya değer bulunmaması ve orada yaşayanların ölüme terk edilmesi gibi. Veya bu örneği dünya ölçeğine taşıyacak olursak, uzun yıllardan beri topyekûn bir kıta olarak Afrika’nın genelinin yok sayılması ve orada yaşayan milyonların ölüme terk edilmesi biçimde zuhur eder biyo-iktidarın etkileri.

Ancak tam da bu noktada, Foucault, çağdaş ulus-devletlerin öldürme biçiminin sadece ölüme terk etmek olmadığını vurgulayacaktır. Hepimizin de bildiği gibi, süregiden savaşlarda ulus-devletler sadece düşman olarak gördükleri diğer devletlerin nüfuslarını değil, aynı zamanda bakmak ve geliştirmekle yükümlü oldukları kendi nüfuslarını da aktif bir biçimde öldürmektedir. Peki, diye sorar Foucault, temel amacı ‘yaşatmak’ olan bir iktidar rejimi nasıl olur da kendi nüfusunu öldürebilir?

İşte bu, tam da ırkçılığın çağdaş biçiminin ortaya çıktığı noktadır. Zira çağdaş biyo-iktidar, düzenlediği nüfusun normalleştirilmesi üzerinden işler ve gündelik ilişkilerimizdeki bu normalleştirici güç, bir yandan yasaya tabii olan, ulusal, budunsal, ailevi kimliklere ait kılınmış özneleri üretirken bir yandan da ‘hastalıklı’, ‘anormal’, ‘suçlu’ veya ‘yozlaşmış’ olanın tanımını ve o tanıma ait kılınmış özneleri de üretir. Bir şeyin normal olarak tanımlaması için bir de anormale ihtiyaç vardır elbette veya başka bir deyişle anormal olan normal olanın bir sonucu, bir etkisi olarak ortaya çıkar. Aynı şekilde normun, yasanın ve neyin sağlıklı sayılacağının da yine hastalıklı, anormal ve sapkın olan üzerinden tanımlandığını söyleyebiliriz. Biyo-iktidarın, tıpkı bedenlerin iyileştirilmesini amaç edinen tıp mekanizması gibi, nüfusların içindeki patolojilerin iyileştirilmesi üzerinden işlediğini göz önünde bulundurursak, böyle bir rejimin toplumun sağlığı, iyiliği, refahı ve hayatta kalması adına kirli, karmaşık, hastalıklı, anormal, uyumsuz ve farklı olanların ortadan kaldırılmasını ve ırkın biyolojik ve toplumsal anlamda temizlenip arınmasını öngördüğü ortaya çıkar. İşte tam da bu nedenle, tarih boyunca eşcinsel, yoksul, deli, yaşlı, suçlu olarak tanımlanan kitlelerin aynı zamanda bir ‘hastalık’, bir tür patolojik bozuklukla bir arada düşünüldüğünü görürüz. Ana amacı elindeki nüfusu en verimli şekilde değerlendirmek olan biyo-iktidar mekanizması için birer ‘yük’ olan, tıpkı bedenin içindeki hastalıklı parçalar gibi toplumun içindeki kangrenler olarak görülen bu tür ‘eksiklikler’ sürekli elemine edilmeye çalışılmıştır. ‘Topluma savunmak gerekir’ düşüncesiyle işleyen biyo-iktidar, bu zayıflıklardan ırkı arındırarak, daha güçlü, daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü yeni bir ırk yaratmayı amaçlar. Ve eğer amaç, ırkın hayatta kalması ise zayıflıkların temizlenmesi elbette gerekli olacaktır. Dolayısıyla, çağdaş ırkçılık sadece Naziler’e özgü bir tarihsel hata değildir. Bilakis yaygın ve etkin biçimde tüm modern devlet mekanizmalarına içkin olarak işler. Nazilerin, safkan Ari ırkı elde etmek uğruna Yahudileri, eşcinselleri, Çingeneleri ve yaşlıları yok etmesi deneyiminde veya safkan sosyalist vatandaşın elde edilmeye çalışıldığı ve ‘yozlaşmışların’ Gulag kamplarına gönderildiği Sovyetler tarihinde karşımıza çıkanlar, yaygın ırkçılığın göze batan aşırı örnekleridir sadece. Yoksa, normun kendisine tabi bedenleri, arzuları ve özneleri ürettiği ve toplumu bu üretimin bir etkisi olarak ortaya çıkan hastalıklardan, sapkınlıklardan ve anormalliklerden arındırmaya çalıştığı çağdaş iktidar rejimleri, ırkçılığı az veya çok her daim üretmektedir. Kısacası, sağlıklı ve hastalıklı nüfus grupları arasında keskin bir ayrım tanımlayan yaygın bir ırkçılık, bio-iktidar ile işleyen tüm çağdaş devletlere özgü bir karakteristik olarak ortaya çıkar.

Bu noktada Foucault çağdaş biyo-iktidarın ve yönetimselliğin, eski tür egemenlik biçimlerini, yani disiplinci, baskıcı, kapatıcı iktidar türlerini dışlamadığını bilakis bir araç olarak kullandığını vurgular. Yani, çağdaş rejimler bir yandan özneleri, arzuları, sözü ve özgürlüğü üretirken öte yandan hastalık ve sapkınlıklara karşı bir güvenlik aracını her zaman elinde tutmuştur. Bu anlamda polis ve ordu, liberal hükümetin özgürlükçü söyleminin karşısında gözükse de aslında çağdaş biyo-iktidarın bir aracı olarak işlev görür.

Tüm bu açıklamalar belli bir ölçekte elbette Türkiye için de geçerlidir. Zira tüm ulus-devletler belli ve sabit bir ‘normal’ vatandaş tanıma dayandıkça, ırkçılık mekanizmasına başvururlar. Çağdaş bir ulus-devlet biçiminde kurulan ve belli bir ulusal kimlik anlayışını bir norm olarak üreten, hala resmi anlamda Türklük dışında bir etnik, kültürel veya tarihsel topluluğu kendi sınırları içinde tanımayan Türkiye Devleti’nin bu anlamda bir tür biyo-iktidar uyguladığı söylenebilir. Bu biyo-iktidarın sonucu olarak Türkiye’de Türklük ve Sünni Müslümanlık ‘normal’ öznellik konumu olarak üretilmiştir. Bu normun üretimi karşılığında ortaya çıkan Kürtlük, Alevilik ve diğer farklılıklar ise genellikle Türklük’ten ve Sünni Müslümanlık’tan sapmalar, hatalar, anormallikler olarak adlandırılagelmiştir. Bu ülkede Kürtler’in eksik insan olmak anlamında kuyruklu ve fazlasıyla kıllı, eksik Türk olmak anlamında da dağlı ve yazılı dilden yoksun varlıklar olarak görülmesi tesadüf değildir. Bu anlayışın geçmişte kalmış olduğunu söylemek de yanlıştır. Daha geçenlerde TSK mensubu bir komutan DTP’li belediye başkanlarını kast ederek ‘yaratıklarla’ müzakere etmesinin söz konusu olmadığını ifade etmiş, Kürt olanın patolojikleştirilmesinin güncel bir örneğini vermiş ve bu yaklaşımın ne kadar yaygın olduğunu gözler önüne sermişti. Bu topluluklar, kelimenin tam anlamıyla hep ekonomik, siyasi, kültürel bir ‘sorun’, bir ‘mesele’ olarak üretilmiştir. Dolayısıyla tarih boyunca ya iyileştirilmeleri ya da norma tabii olmakta uzlaşmıyorlarsa ortadan kaldırılmaları gerekmiştir.

Bu noktada, Türklüğün ve Kürtlüğün veya bu topraklar üzerinde tanımlanmış diğer türlü etnik ve kültürel aidiyet kategorisinin, özsel bir tarihsel kökene, otantik bir farklılığa ve değişmez bir doğaya sahip olmadığını belirtmekte fayda var. Bunun tersine, tıpkı Türklüğün Osmanlı İmparatorluğu’nun kozmopolit yapısını yitirmesi ve uluslaşması sırasında bir etnik kimlik olarak sonradan ve tarihsel bağlam çerçevesinde inşa edilmiş olması gibi Kürtlük ve diğer etnik kategoriler de bu merkezi ve baskın Türklük normunun üretimi sırasında, bu norm üretiminin karşılığında ortaya çıkmış öteki öznellik pozisyonlarıdır. Kısacası tüm kimliksel aidiyetler ve öznellikler aslında çağdaş yönetimsellik mekanizmalarının bir sonucu olarak var olurlar.

Foucault’nun belirttiği gibi normalleştirme, sapkınlıkların ve hastalıkların bastırılması ve susturulması üzerinden değil tam tersine üzerine çok konuşulması ve bir mesele haline getirilmesi ile işler. Yani biyo-iktidar sözü bastırması değil üretmesi anlamında da yıkıcı değil yapıcı bir iktidar rejimidir. Türklük, Kürtlük, Ermenilik ve daha birçok kimliksel aidiyet işte bu söz patlamasının bir sonucu olarak üretilir. Örneğin, bugün Türkiye’de en çok konuşulan, üzerine en çok söz edilen konular, aslında bastırıldığı, susturulduğu ve yok sayıldığı söylenen Ermeni soykırımı iddiaları veya Kürtler’in akıbeti gibi mevzulardır. Bu söz patlaması ile tartışma düzenlenir, taraflar belirlenir, iyi ve kötü arasındaki sınır çizilir, olası hareket alanı kurulur ve öznelerden taraf tutması, kendi arzularıyla bir öznellik konumunu benimsemeleri beklenir. Aynı durum yazının başında bahsettiğim cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayısıyla aralarında karşıtlık belirgin bir biçimde inşa edilen liberal hükümet ve laik ordu arasındaki tartışmada da söz konusudur. Bu iki kurum arasındaki çatışma, devamlı surette söze dökülerek bir sorun haline getirilir, tartışmanın sınırı ve tarafları belirlenir ve öznelerden bu seçimde bir tarafı tutmaları beklenir. Bunun bir diğer çarpıcı örneği Türkiye genelkurmay başkanının ABD’yi ziyaretinde Washington’da yaptığı açıklamalardır. Bu açıklamalara bakılırsa, Türkiye Cumhuriyeti, bugün, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir tehdit altındadır. Gerek içeride ve gerekse dışarıdaki hastalıklı fikirler, sapkınlıklar, bölücüler ve vatan hainleri, Türklüğü, yasaları ve ülkenin bütünlüğünü tehdit etmektedir. Elbette, tüm bu tehditler karşısında ordu, yasayı, Türklüğü ve ülke bütünlüğünü savunan bir güvence olarak kendini konumlandırır. Bizleri, yozlaşma ve sapkınlaşma tehdidi karşısında, güvenliği, yani ordunun varlığını, arzu eden bireyler olarak yeniden üretir ve kendine tabi kılar. Görüldüğü gibi çağdaş iktidarın işlevi ‘yozlaşmanın’ ve ‘sapkınlığın’, yani tehdide dair bir kategorinin de üretilmesidir. Yani biyo-iktidar, iyi ve kötüye, norma ve anormale dair kategorik ayrımı koyarak hareket edebileceğimiz ve tercih yapabileceğimiz alanın sınırını çizer.

Bu anlamda normun veya anormalin tanımı ve içeriği hep değişir. Örneğin geçmişte bu yazıyı yazmak Türklüğe hakaret sayılabilirken belki bugün sayılmayabilir. Geçmişte Kürtlük, teröristlik ile özdeş olarak üretilirken bugün ‘terörist Kürtler’ ve ‘Kürt kökenli vatandaşlar’ gibi içeriksel bir ayrıma gidilebilir. Önemli olan normun veya sapkınlığın içeriğinin ne olduğunu değil norm ve sapkınlık biçiminde ortaya çıkan ve içeriği keyfi olarak doldurulabilecek kategorilerin üretilmesidir. Dolayısıyla çağdaş biyo-iktidar mekanizmasını ayrıcalıklı kılan, normun veya anormalin ne olduğunu belirlemesinden ziyade nüfusun sağlıklı ve hastalıklı, sadık ve sapkın, uyumlu ve tehlikeli gibi karşıt kategoriler üzerinden üretilmesini sağlamasıdır. Bu anlamda biyo-iktidar, temelde özneleri üretme ve bu öznelerin hareket alanını ve tercih sahalarını belirleme gücüdür. Türk ve Kürt’ün ne olduğunun tanımı sürekli değişirken norm yani Türklük ve karşısında onu var edecek bir sapkınlığın üretimi hep devam eder. Normalleştirmeye içkin ırkçılık mekanizması da bu noktada varlığını sürdürür.

Dolayısıyla çağdaş iktidar, insanlara belli bir seçimi dayatan değil, seçim yapacak özgür bireyleri ve seçim alanlarını üreten bir rejimdir. Böylece, normun veya öznelliğin içeriği değişirken, biyo-iktidar bir normalleştirme, iyileştirme ve kontrol etme stratejisi olarak işlemeye devam eder. Öyleyse, biyo-iktidara karşı çıkmak mümkün değil midir? Özneler için önceden belirlenmiş konumlardan birini seçip bunun üzerinden politika yapmak, ezenlere karşı ezilenleri savunmak her zaman ezen-ezilen ilişkini yeniden üretmiştir. Peki bizim için öngörülen bu tercih alanını sorgulamak söz konusu olamaz mı? İyi veya kötü taraflardan birini seçip normun içeriğine eklemlenmek ve dolayısıyla tıpkı iktidar gibi başka biçimlerde normu yeniden üretmek yerine iktidarın normalleştirici mekanizmasına karşı topyekün bir direniş mümkün olabilir mi? Kısacası bize atfedilen öznellik konumlarından her birini reddetmek, biyo-iktidarın tercihlerimizin alanını belirleyen gücüne meydan okumak ve bu alanın dışına çıkmak söz konusu olabilir mi? Örneğin Hrant Dink’in yapmaya çalıştığı gibi…

Hrant Dink’i Kim Öldürdü?
Hrant Dink’in katli, devlet, ırkçılık ve biyo-iktidar arasındaki bu ilişkinin kesişim noktasında gerçekleşti. Bu cinayet, tam da verili kategorilerin dışına çıkma girişiminin ve normun içeriğine değil normu dayatma gücüne ve iktidarına karşı direnişin gündeme geldiği bir sırada, bu direnişle baş çıkılamamasının bir yansıması olarak vuku buldu. Belki tam da bu nedenle, Hrant Dink’in katli, gündelik hayatlarımıza yayılan biyo-iktidarın ve ırkçılığın su yüzüne çıktığı, bir anlamda çözüldüğü ve hepimize bulaştığı ana denk geliyordu. Herhalde bu yüzden olacak cinayetin failinin kim olduğuna dair tartışmalar bu denli sarpa sardı. Evet Hrant Dink 19 Ocak’ta öldürüldü, öldürüldüğü günden bu yana cinayetin gerçek faili aranıyor, ne var ki, hala uzlaşma sağlanamadı.
Bir cinayetin faili ve azmettiricisi olarak belki de bugüne kadar hiç bu kadar çok kişinin, grubun ve görüşün adı geçmemişti. Hiç bu kadar çok gerçek ve tüzel kişilik zan altında bırakılmamıştı. Zanlılar listesi, elbette listeyi açıklayanların görüşlerine göre değişmekteydi. Katil kimine göre Ogün Samast’tı, kimine göre ‘derin devlet’, kimine göre 301. madde. Kimine göre de milliyetçi basındı Hrant Dink’i öldüren. Ne var ki, bugüne kadar gündeme gelen tüm bu birbirinden farklı, hatta birbirine karşıt suçlamaların ilginç bir ortak paydası vardı: Cinayetin failleri türlü türlüydü, ama en nihayetinde bu cinayet, bir başkası tarafından, bizden olmayan bir iktidar tarafından ve bizim dışımızda gelişen dinamikler nedeniyle işlenmişti. Peki, Ogün Samast’ı derin devletten, derin devleti görünürdeki devletten, görünürdeki devleti de kendimizden ayırmak, kısacası kendimizi böylesi bir iktidarın dışında konumlandırmak gerçekten bu kadar kolay mıydı? İşte bugün, uzun zamandır sormayı unuttuğumuz ancak şimdi yeniden hatırlamak zorunda kaldığımız soru, iktidarı ve yasalarını, sanki bizden ayrı faillermiş gibi tasavvur eden böylesi bir iç ve dış ayrımı yapıp işin içinden sıyrılıp sıyrılamayacağımızdır.

Bu noktada Foucault gibi hükümet etme ve iktidar kurma pratiklerini inceleyen Gilles Deleuze’ün görüşlerine göz atmak anlamlı olacaktır. Deleuze, ırkçı ve ayrımcı söylemlerin aslında en temelde kişisel ilişkilerimizde, gündelik yaşantımızda, kullandığımız dilde ve sürdürdüğümüz pratiklerde farkında olarak veya olmadan yeniden ve tekrar tekrar üretildiğine dikkat çeker ve bunu mikro-faşizm olarak adlandırır.
Hem Foucault’nun hem de Deleuze’ün altını çizdiği gibi devlet derinde, karanlık işler çeviren bir komplo düzeneği değildir. Bilakis devlet, gündelik ilişkilerimiz kadar yüzeyde ve görünürdedir ve bu iktidar, hem düzenin korunmasını hem de aksaklıkların, kazaların ve hastalıkların öngörülüp engellenmesini amaçlayan toplumsal ilişkilerimizin bir sonucu olarak, her yerdedir. Bürokrasi, ordu, polis, eğitim ve adalet kurumları işte böylesi yaygın bir iktidarın yoğunlaşmış ve görünür biçimleri olarak ortaya çıkarlar. Yani devlet bizim dışımızda, bizden ayrı ve bağımsız bir yapılanma değildir. Bilakis, devlet birbirimiz üzerinde kontrol ve denetim sağlamaya çalıştığımız, var olan normu muhafaza etmeye yöneldiğimiz gündelik ilişkilerimizin bir sonucudur. Yani, eğer Hrant Dink’in ölümünden derin veya görünür devletin sorumlu olduğunu düşünüyorsak, dönüp bakmamız gereken sadece bürokratlar, askerler, bakanlar, milletvekilleri ve polisler değildir. Aynı zamanda dönüp kendimize ve gündelik ilişkilerimizi nasıl kurduğumuza bakmamız gerekir. Bugüne değin karşımıza çıkan ve alıştığımız normları sorgulayan, bize öğretilenden veya inandıklarımızdan farklı sözler söyleyen, farklı ihtimalleri aralayan, tabi kılındığımız ulusal, dini veya ailevi kimliklerimizi sorgulayanlarla kurduğumuz ilişki biçimi nasıldı? Farklılıkları, ait olduğumuz kimliklerimizi dönüştürmek için bir imkân olarak mı gördük yoksa alışkanlıklarımızı, değerlerimizi ve varlığımızı tehdit eden, dolayısıyla bastırılması ve yok edilmesi gereken anormallikler, sapkınlıklar olarak mı damgaladık? Bugüne kadar bu ülkede farklı bir söz söyleyenleri, farklı bir dil kullananları, inandığımız değerleri sorgulayanları, evimizin düzenini baştan aşağı yeniden kurmak pahasına içeri mi buyur ettik yoksa düzenimiz bozulacak diye ödümüz kopup onları darbelerle ve silahlarla susturduk veya bu suskunluk karşısında sessiz mi kaldık?

Sapkınından, bölücüsüden, beyni yıkanmış hastalıklısından, satılmışından, meczubundan, Ermeni dölünden, vatan haininden geçilmeyen bu ülkede, insanları bu kategorilerle, bu kelimelerle damgalayanları gerçekten kararlılıkla eleştirdik mi yoksa bugüne kadar tüm sapkın olarak gördüğümüz farklılıklar karşısında bizler de çevremizdeki herkes gibi Türklüğümüze sığınarak bu kelimeleri, bu kategorileri bilerek veya bilmeyerek başkalarını karalamak için kullandık mı? Normun dayattığı kimliksel aidiyetlerimizi ne kadar sorguladık, bizlere tehdit ve düşman olarak gösterilenlerin aynı iktidar mekanizmalarınca üretildiğini ne kadar umursadık? İşte bu noktada bugün kendimize sormamız gereken soru, gündelik ilişkilerimize yayılmış böylesi bir ırkçılıktan, ayrımcılıktan, faşizmden ne kadar uzaklaşıp uzaklaşamadığımızdır.

Kısacası, bize atfedilen özne konumlarını ve kimliksel aidiyetleri üstlendiğimiz ve bu öznelliklere ait belirlenmiş davranış kalıplarını hayata geçirdiğimiz sürece, var olan eşitsiz, ayrımcı ve ırkçı tahakküm ilişkilerini yeniden üretiriz. Zira çağdaş iktidar mekanizmaları, Foucault’nun analizini hatırlayacak olursak iyi ve kötünün, normalin ve anormalin tanımını yaparak ve hareket edebileceğimiz, tercih yapabileceğimiz alanın sınırını çizerek işler: Ya bizdensindir ya da sapkınsındır. Ya yasaya tabi olursun ya da anormal, hastalıklı ve tehlikeli olarak damgalanırsın. Bu söylem, gündelik hayatlarımızda, “ya sev ya terk et” biçimindeki ayrımcı slogan olarak sık sık karşımıza çıkar ve bu seçimi bize dayatır. “Sevmiyorum ama terk de etmiyorum” seçeneğini ise en büyük tehdit olarak görür. Çünkü böylesi bir yaklaşım, normun karşıtı olan bir anormallik ve sapkınlık olarak kodlanamadığı için bildik yöntemlerle ortadan kaldırılamaz. Dahası, iktidarın belirlediği ve dayattığı verili tercihlerin ve kategorilerin dışına çıkarak, iktidarın normu dayatma gücüne, yani iyiyi ve kötüyü tanımlama hakkına meydan okur ve böylece insanları sadık ve sapkın olarak ayırarak işleyen ırkçı tahakküme karşı koyar.
Hrant Dink de belki tam da bu yüzden, yani “ya sev ya terk et” söyleminin, bu ikili karşıtlığın dışına çıkıp “sevmiyorum ama terk de etmiyorum” dediği için hedef oldu kurşunlara. Hrant Dink, 301. maddeden yargılanmasına sebep olan cümlelerinde hem Ermenilerin hem de Türklerin, soykırım meselesine dair karşıtlık veya taraflık üzerinden kurdukları takıntıdan artık kurtulması gerektiğini anlatmak istememiş miydi? Birçokları, Hrant Dink’in anlatmak istediği bu fikri kaleme aldığı gazetedeki yazısının, mahkemece çarpıtıldığını ve Hrant Dink’in öyle demediği halde sanki “Ermeniler soykırıma uğradı” demişmiş gibi damgalanıp ‘yanlışlıkla’ bir Türk düşmanı ve vatan haini olarak yargılandığını yazdılar. Oysa bunu yazanlar, Hrant Dink’in tam da Türkiye devletinin iktidarını üzerine inşa ettiği ve Türklüğe dair yasanın kurucu öğelerinden biri olan bu soykırım takıntısını topyekûn sorguladığı, kendisi için belirlenmiş karşıt veya taraf konumlardan her ikisini de reddettiği ve böylece iktidarın sınır çizme gücüne meydan okuduğu için, çok daha büyük bir tehdit olarak algılanıp yargılandığını anlayamadılar. Hrant Dink, hem 1915’ten beri Ermenileri vatan haini, savundukları görüşü de bir sapkınlık olarak algılamak üzerinden inşa edilen bir Türklüğe, hem de 1915’ten bu yana Türkleri hastalıklı katiller olarak görmek üzerinden inşa edilen bir Ermeniliğe karşı çıkıyordu. Böylece belki de Hrant Dink, bu iktidarı, açık açık “Ermeniler bu topraklarda soykırıma uğramıştır” diyen birinden çok daha fazla tehdit etmişti.

Evet, Hrant Dink bize, iyinin ve kötünün ötesinde düşünmeyi öğütlemişti. Çünkü bu takıntılardan, bu intikam arzusundan, bu düşmanlıktan kurtulmadığımız sürece, aynı acıları, aynı yıkımları tekrar ve yeniden üreten ulusal kimliklere ve aidiyetlere tabi kılınacağımızı öngörüyordu. O, ya sev ya terk et dayatmasının, soykırım oldu olmadı tartışmasının, ya vatanseversin yahut hainsin ayrıştırmasının, ırkçı kategoriler içinde illa bir taraf tutma zorunluluğunun, kısacası bilinen Ermeniliğin ve Türklüğün ötesinde, yeni ve farklı öznelliklerin arayışına girmişti. Üstelik bu topraklarda yaşamaya ve arayışını ne olursa olsun bu toprakları terk etmeden sürdürmeye karar vermişti. İşte tam da bu yüzden, varlığıyla her gün kimliklerimizi ve aidiyetlerimizi böylesi tehdit eden birisiyle yaşamaya tahammül edemedik.
Evet, bu anlamda Hrant Dink’i biz, hepimiz, el birliğiyle öldürdük. Hem de 19 Ocak’tan çok daha önce öldürdük onu. Hrant Dink’i, ‘Türklüğü aşağılamak’ gibi bir suçtan, yani bugün katil ilan ettiğimiz 301. maddeden dolayı yargılanmak üzere gittiği mahkemede yalnız bıraktığımız gün çoktan öldürmüştük aslında. Hrant Dink’i, 1915’te bu ülkede yaşayan Ermeniler’in başına neler geldiğini araştırmak üzere düzenlenen akademik toplantılar, meclisin en üst düzey yetkilileri tarafından tehdit ve zorbalıkla engellendiğinde, o meclisin ulusal irademizin temsilcisi olduğundan şüpheye düşmediğimiz gün bir kez daha öldürmüştük acımasızca. Hrant Dink’i, bu ülkede devletin yetkilileri birilerine ‘Ermeni dölü’ gibi yakıştırmalar yaptığında, sonra da bize bu Ermeni döllerini ‘temizleme’nin en kutsal vatan borcu olduğunu söylediğinde bu sözleri ve bizlere verilen bu görevi yadırgamadığımız anda zaten öldürmüştük. Ait kılındığımız ulusal kimliği yeniden üreten davranış biçimlerini hayata geçirdiğimiz, kendimizi düşmanlık, karşıtlık, nefret ve intikam üzerinden var ettiğimiz her an Hrant Dink’i öldürmüştük düşünmeden. Gündelik hayatlarımızda her gün, her yerde, okulda, işte, sokakta, basında karşı karşıya kaldığımız ırkçılığın, ayrımcılığın, faşizmin dilini bilerek veya bilmeyerek kullandığımız veyahut sessiz kalarak onayladığımız her seferinde Hrant Dink’i öldürmüştük bir kez daha.

Ne var ki, Hrant Dink’i öldürdüğümüzü ancak onun gazetesine sarılı cansız bedenini gördüğümüz 19 Ocak’ta anladık. Ve 19 Ocak günü, alnımızda kapkara bir leke, hepimiz Hrant Dink, hepimiz Ermeni olduk. Peki ya gerçekten de Hrant Dink veya Ermeni olabilir miydik? Hayır. Zaten Hrant Dink de her gün Ermeni, her gün Hrant Dink olmamızı istemezdi herhalde. Ama Hrant Dink’i öldürenlere karşı, kendi ayıbımıza karşı, bugüne kadar sessiz kalışımıza karşı duyduğumuz öfkemizle beraber sadece ama sadece bir günlüğüne hepimiz Hrant Dink olduk. Zaten kimlikler de sabit olmazdı ya her gün değişmiyor muyduk? Peki, bir günlüğüne Ermeni olabilirken, Türklük de bir günlüğüne olabiliyor muydu?

Evet, çok geçmeden öğrendik ki, birileri bu soruya cevap vermişler, televizyonlara çıkıp “Ne Hrant Dinki ne Ermenisiymiş! Hepimiz Türküz ve Hepimiz Mehmediz!” buyurmuşlardı. O zaman hepimiz bunu söyleyenlere çok kızmıştık. Peki, ya bu kızgınlığımız ve öfkemiz ne kadar sürdü? Sonunda Hrant Dinkler mi Mehmetler mi kaldı geriye?

İşte, bugün ve burada kendimize sormamız gereken soru, o zaman çok kızdığımız bu birilerini bugün hala haklı çıkarıp çıkarmadığımızdır. Kendimize sormamız gereken soru, hepimizin Hrant Dink ve hepimizin Ermeni olduğu günün ertesinde ve ondan sonraki tüm günlerde yine aynı Türkler ve aynı Mehmetler olarak uyanıp uyanmadığımızdır. Zira onlar haklı çıkmaya, bizler Mehmetler olmaya devam ettiğimiz sürece, Hrant Dink gibiler yine ölmeye, Mehmet olmayanlar zorla sürgün edilmeye, Mehmet olanlar en temel hakları olan yaşam haklarını devretmek karşılığında ‘vatan borcu’nu ödemeye, asla Mehmet olmayacak olan kadınlar ve eşcinseller de her gün aşağılanmaya ve ezilmeye devam edecekler.

Türkiye'de Irkçılık ve Devlet” üzerine bir yorum

  1. Hükümet ve devlet şeklinde sınıflandırdığın blokların arasındaki farkın Türkiye’deki siyasetin ufkunu belirlediği tespitine katılmamak elde değil. Gerilimli fark görüntülerinin altındaki ulusal kimliğin ve ulusal tahayyülün yeniden üretilmesine hizmet etme açısından BU blokların aynılığını da yazında çok iyi ifade ediyorsun. Fakat günümüz Türkiye siyasetine kapsamlı bir bakış atan, fark görüntüsünün altındaki aynılığı gösteren böyle bir yazıda, siyaseti kimlik meselelerine indirgemek pahasına zikrettiğin kampların emeğe karşı duruşuna dair hiçbir şey söylememen şaşırtıcı. Normu sadece baskın ve meşru kimlikle bir tutarken, ülkedeki milyonlarca yaşamak için emeğini satmak zorunda olanların zorunlu işçiliklerine ya da işsizliklerine dair söz söylemeden, emekçilerin oylarıyla iktidara gelmiş AKP’nin, bir zamanlar emekçilerin siyasi temsilcisi olmaya soyunan CHP ile benzerliğinin bu sunumu eksik kalmaya mahkum. Yazının bence en büyük sorunu ülke siyasetinin sadece belli bir yanını açıklama gücüne rağmen, her yana sinmiş bir ırkçılığın siyasetin genel çerçevesini oluşturduğunu söylemesi; tüm iyi niyetimle bu sorunun kaynağının yazının üslubuyla ilgili olduğunu zannediyorum.

    AKP’nin neo’luğunu da liberalliğini de gösteren 4,5 yıllık iktidarı boyunca sosyal politika
    alanında işveren örgütlerinin baskısı altında ezilen, sosyal devleti yerle bir ederken yerel yönetimler ve cemaatler aracılığıyla sosyal yardım uygulamalarını yerleştiren siyaseti… İş Yasası tasarısına işveren örgütlerinin dayatmalarını ekleyen, iş güvencesini yine bu örgütlerin talepleri doğrultusunda daraltan, grevleri erteleyen, kamu görevlilerinin grev ve toplusözleşme hakkı tanımayan kısıtlamalar karşısında hiçbir şey yapmayan, Emekli-Sen’in yoluna taş koyan, çiftçilerin örgütlenmesini engelleyen, istihdamı eğretileştiren AKP, kültür alanında AB’ciyken emek alanında AB’nin normlarına uygun hareket etmedi. Çokkültürcü siyasetle flörtleşen ama kritik noktalarda geleneksel gerici reflekse başvuran AKP’nin kültür alanında liberalliği de güdük kaldı. CHP’nin emek eksenli bir muhalefeti dillendirmemek istemesiyle burada konuşmak fuzuli. Bu kampların aynılığının önemli bir boyutu emek karşısındaki duruşlarından geliyor.

    Siyaset sahnesinde sesleri duyulmayan ve bu toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, ırkçı siyaseti üretilen öznelikleriyle, belirlenen tercih sahalarıyla ve hareket alanlarıyla yeniden ürettiği saptaması şık bir analizin parçası. “Özneler için önceden belirlenmiş konumlardan birini seçip bunun üzerinden politika yapmak, ezenlere karşı ezilenleri savunmak her zaman ezen-ezilen ilişkini yeniden üretmiştir” diyorsun. Lakin, siyaset alanının dışına itilmiş ve siyasi varoluşları nüfusun bir parçası olma özelliklerine indirgenmiş insanlardan bahsediyorsak, “tercih sahasının sınırlarının sorgulanmaya” tercih edilmemiş zorunlu özne konumlarının bu siyasi daralmayla ilişkisinden bahsetmek neden ezen-ezilen ilişkisini yeniden üretsin? Emek eksenli bir siyasetin alanını zorunlu öznelikleri işçilik olan insanlar dışında kim açacak? İktidarın normalleştirici mekanizmalarına, biyo-iktidarın belirlemelerine direnmek ve hapsolunan kurak siyasi alanın dışına çıkmak entelektüellere bahşedilmiş bir güç olarak kalmaya mahkum mu?

    “Gündelik hayatlarımıza yayılan biyo-iktidarın ve ırkçılığın” siyasetsizlikle ilgisi var. Siyasetsizliğin kırılması için emek eksenli bir hareket elzem. Böyle bir hareketin olmadığı coğrafyada tüketim ve eğlence faaliyetlerinin yoğun olduğu alanlarda kimlik siyaseti yapmaya, entelektüellerin mücadeleleriyle teselli bulmaya mahkumuz; ırkçılığın kaynağını kalabalıkların “özneliklerinin” derinliklerine yerleştirip, şiddetin failliğini o kalabalıklara atfetmeye meylederiz; “vahşi kalabalıklardan korkan” elitist siyaset bilimcilere ya da sosyologlara dönüveririz.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s