"Türkiye'de İktidarı Yeniden Düşünmek" — Önsöz Yazısı —

Türkiye’de iktidarın kuruluş ve işleyiş dinamiklerini yeniden düşünmeyi öneren bu kitap, sosyal bilimler alanında düşünce üreten akademisyenlerin, doktora ve yüksek lisans öğrencilerinin kolektif çabasıyla hazırlanmıştır. Amacımız, Türkiye’de bugüne kadar hep dolaylı olarak incelenen ama kendisi tek başına tam olarak sorunsallaştırılmayan iktidarı sorunsallaştırmak, iktidarın işleyiş biçimlerini analiz edip görünür kılmaya çalışmaktır. Bunu yaparken, iktidarı sadece merkezi devlet yapısı ve bürokrasisi olarak değil, gündelik hayatlara yayılmış türlü söylem ve eylemlerde karşımıza çıkan dağınık ve karmaşık bir ilişkiler ağı olarak değerlendiriyoruz. Böylece, sadece devletle karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda değil, kendi aramızda kurduğumuz gündelik ilişkilerimizde de kendisini yeniden üreten ırkçılık, ayrımcılık, cinsiyetçilik, militarizm gibi tahakküm ilişkilerini ifşa etmeyi ve bu tahakküm ilişkilerine karşı daha keskin bir muhalefeti nasıl örebileceğimizi el birliğiyle düşünmeyi amaçlıyoruz.

Genel olarak Türkiye’de iktidar meselesine, özel olarak da 1980 sonrası dönemde yaşanan siyasal ve toplumsal dönüşümlere odaklanan makalelerden oluşan böylesi bir kitabı hazırlama düşüncesinin bir diğer gerekçesi de Türkiye’nin akademik ve entelektüel çevrelerinde sıklıkla karşımıza çıkan bir tıkanmışlık ve kendi kendini tekrardan öteye gitmeyen bir tutuculuk karşısında duyduğumuz tepki. Türkiye’deki akademik ve entelektüel çevrelerin en başta gelen sorunlarından biri, kalıplaşmış anlayışları yerinden eden radikal görüşleri ve yeni düşünce akımlarını, bir açılım ve dönüşümün kaynağı olarak görmek yerine, çoğunlukla, kendi küçük iktidar alanlarını tehdit eden tehlikeli oluşumlar olarak algılamaları. Elinizde tuttuğunuz kitap, işte tam da bu noktada, bir yandan genel olarak Türkiye’de iktidarın işleyiş mekanizmalarını sorgularken bir yandan da kendi özel konumlarını sarsacağı gerekçesiyle yeni düşünce ve eleştirilere kendisini kapatmış muhafazakâr bir akademik ve entelektüel zümrenin iktidarının altını oymayı amaçlamakta.

Kitapta karşınıza çıkacak makaleler boyunca Türkiye’nin sosyoloji, siyaset bilimi ve tarih alanında önde gelen akademisyenlerinin görüşlerinin esaslı ve kapsamlı eleştirileri ile karşılaşacaksınız. Kısacası niyetimiz, Türkiye’de iktidar meselesini yeniden düşünmeyi öneren makaleler içeren bu eserin ortaya koyduğu fikirler ile bir yandan da akademik iktidar odaklarını kendilerini dönüştürmeye zorlamaktır. Şüphesiz, Türkiye’deki akademik ve entelektüel hayatın zenginleşmesi ve çeşitlenmesi bu ve bunun gibi müdahalelerle mümkün olacaktır.

Kitabımızın bir diğer özelliği, başta da belirttiğim gibi kolektif bir çalışmanın ürünü olmasıdır. Her biri kendi alanlarında yoğun düşünsel emek sarf etmiş araştırmacıların makalelerinden oluşan bu kitap, zaman zaman birbiriyle çatışan farklı görüşleri, hocalar ve öğrenciler arasında herhangi bir akademik hiyerarşi gözetmeksizin bir araya getirmektedir. Bu makaleleri aynı kitap içerisinde buluşturan ortak etmen ise her bir makalenin, konusu ister edebiyat ister sivil toplum isterse hukuk olsun, Türkiye’de iktidarın işleyişine dair yeni sorular ortaya atması ve ilgili konuya dair kapsamlı bir araştırmanın sonucunda kaleme alınmış olmasıdır. Kitabımızda makaleleri yer alan yazarları buluşturan bir diğer ortak nokta da her birinin yeni düşünce akımlarına açık olmaları ve özellikle 1980’lerden sonra dünya akademisinde daha geniş biçimde kabul görmeye başlayan post-yapısalcı yeni analiz araçlarını ve eleştirel perspektifleri ilk defa Türkiye özelinde tartışmaya açmalarıdır. Sadece içerik açısından değil aynı zamanda hem hazırlanış süreci hem de tekil bir anlatıyı dayatmaktan ziyade incelenen konuların karmaşıklığını ortaya koyan çoğul ve çekişmeli bir tartışmayı yansıtmayı tercih etmesi itibariyle de bu kitabın post-yapısalcı eleştiriden beslenmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, hem içeriksel hem de biçimsel olarak bu çalışma, içinde yaşadığımız zaman ve mekânın karmaşıklığını ve kapsamını ortaya koyabilmek için ortaklığı ve işbirliğini bir yöntem olarak benimseyen kolektif çalışmanın öneminin altını bir kez daha çizmektedir.

Kitapta yer alan makaleler, böylesi bir kolektif çalışmanın ürünü olarak konu itibariyle büyük çeşitlilik gösteriyorlar. Ancak, daha önce ifade ettiğim gibi hepsini buluşturan ortak nokta, Türkiye’de iktidarın işleyiş biçimlerini, özneler ve iktidar arasındaki ilişkileri, iktidarın değişen ve dönüşen etkilerini tartışmaya açmaları. Burada biraz durup, böylesi bir çalışmayı hazırlama konusunda bana en büyük ilhamı veren ve şu an elinizde tuttuğunuz kitapta bu giriş yazısından hemen sonra karşınıza çıkacak bir metinden, Meltem Ahıska’nın ilk olarak 1999 yılında Defter dergisinde yayımlanan “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik” başlıklı makalesinden bahsetmek istiyorum. Bu kitapta yer alan diğer tüm metinlerin anlaşılması ve yorumlanmasına dayanak teşkil edecek bu çok önemli makalenin yeniden basımına verdikleri izinden dolayı Metis Yayınları’na ve tabii gerek dersleri gerek yazılarıyla benim ve benim gibi daha birçok öğrencisinin hayata ve dünyaya bakarken gözünden kaçırdığı binlerce ayrıntıyı keşfetmesini sağlayan Meltem Ahıska’ya bu vesileyle bir kez daha teşekkür etmek isterim. Benim bu yazının başında dile getirdiğim ve böylesi bir kitabı hazırlama ihtiyacı duymamızın temel gerekçesi olan, Türkiye’de iktidarın kendi başına bir mesele olarak bugüne değin sorunsallaştırılmamış olduğuna dair vurgumun kaynağı da Ahıska’nın bu makalesinde dikkat çektiği çok önemli bir ayrıntıydı. Ahıska şöyle diyordu: “Denilebilir ki, Türkiye’de hükümet etme hiçbir zaman teknik düzeyinde sorunsallaştırılmadı ama (ya da bu yüzden) hiçbir zaman da normalleşmedi.” Tam da bu yüzden Türkiye’de iktidarın işleyiş biçimini sadece yüzeydeki söylemlere ve görünürdeki yapılara bakarak anlamak mümkün değildir. Zira Türkiye’de iktidar bir yandan görünür alanda yani söylem düzeyinde katı, uzlaşmaz ve himayeci bir biçimde işlerken diğer yandan başa çıkamadığı, gücünün ve bilgisinin yetmediği veya kâğıt üstündeki projelerle gerçekliği bağdaştıramadığı durumlarda söylemdışı başka mekanizmalara başvurmakta, kişisel ilişkiler ağı içinde örgütlenen ve anı kurtarmaya bakan pragmatik, muğlak ve öngörülemeyen pratikleri devreye sokmaktadır. Burada sözü edilen, planlamanın, hukukun, sistematik bilginin kapsamadığı, yenik düştüğü bir alanda yürütülen bir politikadır. Kısacası Türkiye’de iktidar, görünen yüzünün yanında bir yandan da görünmeyen, dile gelmeyen, bilimsel ve rasyonel bilginin alanına dâhil edilemeyen türden yöntemlerle işlemektedir. İşte tam da bu noktada, Ahıska, Türkiye’de iktidarın söylemde kurduğu fantazi ile yaşanan gerçeklik arasındaki yarığın ne denli büyük olduğunu ifşa ediyor, Türkiye’de iktidarın işleyişinin dinamiklerini anlamanın, tam da fantazi ve gerçeklik arasındaki bu yarığın nasıl idare edildiğini incelemekten geçtiğini vurguluyordu. Zira iktidar, fantazi ve gerçeklik arasındaki bu yarığın varlığı üzerinden kendisini kuruyor ve yeniden üretiyordu.

Oysa Türkiye’de birçok sosyal bilimci bugüne kadar iktidar denince ilk akla gelen yapı olarak sadece devlete ve devletin söylemlerine bakmış, bu söylem ile yaşanan gerçeklik arasındaki uçurumu da basitçe devletin ve Kemalist projenin gerçekleri görmekteki ‘başarısızlığı’ veya katı ve anti-demokratik devletçi geleneğin halkların çoğulluğunu, gerçek taleplerini ve tarihsel ve kültürel deneyimlerini ‘inkârı’ olarak adlandırmıştı. Örneğin sosyolog Çağlar Keyder’e göre “Türk milliyetçiliği kitlelerin sessiz ortaklar olarak kaldığı ve modernleşmeci seçkinlerin halkın hoşnutsuzluğunu içermeye çalışmadığı bir durumun aşırı örneğidir.” Keyder, bu görüşlerini, Türkiye Cumhuriyet’nin Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa Birliği arasında kalmış bir parantezden ibaret, ‘başarısız’ bir proje olduğunu söylemeye kadar vardırır. Keyder’in görüşlerinde en açık ifadesini bulan bu ‘inkârcı, baskıcı ancak son kertede başarısız otoriter devlet’ imgesi, Kemalist projeyi eleştiren başka birçok önde gelen liberal yazar ve akademisyen tarafından da kabul görmüş ve son yıllarda git gide daha çok tartışılan Türkiye’de ‘demokratikleşme’ sorununun önündeki en büyük engeli Kemalist modernleşme projesinin toplum üzerinde yarattığı hasar olarak göstermişti. Örneğin Ayşe Kadıoğlu, Türkiye’de demokratik açılımların önündeki en büyük engelin Kemalist devletin vatandaşlarını ‘aydınlanmamış toy zihinler’ olarak tasavvur etmesi olduğunu söylerken bugün ortaya çıkan Türk kimliğinin de bir toplumsal mühendislik projesinin sonucu olarak ortaya çıkmış suni bir oluşum olduğunu iddia ediyor.
Peki, Türkiye’de iktidar, eğer Keyder veya Kadıoğlu’nun iddia ettiği gibi halkın tüm talep ve beklentileri ile birlikte tarihsel ve kültürel deneyimlerini de inkâr eden, dolayısıyla gerçekleri temsil etmede her zaman başarısız olmuş suni söylemlerden ibaret bir projeye dayanıyor ise nasıl olmuştur da birçok çatışma ve gerilime rağmen bunca yıldır bir şekilde işlemeye devam etmiştir? Keyder’in ‘sessiz ortaklar’ olarak tabir ettiği halk kitleleri gerçekten de iktidarın söylemlerine boyun eğmekten başka bir imkânı ve iradesi olmayan pasif yığınlardan mı ibarettir? Yoksa Türkiye’de halk, kendi talep ve beklentilerini, tarihsel ve kültürel deneyimlerini, söylemde inkâr eden devlet ile görünmeyen söylemdışı başka mekanizmalar aracılığıyla bir şekilde sürekli pazarlık halinde olup aslında her daim iktidarın bir parçası mı olmuştur? Türkiye Cumhuriyet’nin kuruluşunun üzerinden geçen 86 yılın ardından, bugün, bu noktada karşımıza çıkan ve adına ‘bugünün gerçekleri’ dediğimiz aidiyetlerimiz, yaşam ve siyaset biçimlerimiz, acaba sadece devletin tek yanlı dayatmalarının bir sonucu mudur yoksa bu politikaların halk tarafından müzakere edilmesi ve bazen direniş bazen pazarlıklarla yeniden şekillenmesinin bir ürünü müdür? Sadece iktidarın söylemlerine odaklandıkları için Türkiye’deki iktidarı gerçekleri görmezden gelen, inkâr üzerine kurulu doktriner bir projeden ibaret varsayan tüm yaklaşımların gözden kaçırdığı nokta, Türkiye’de iktidarın tam da devletin söylemleri ile halkın gerçekleri arasında kurulan uçurum ve bu uçurumun kıyısında inşa edilen Türk kimliği üzerinden işlemeye devam ettiğidir. Tüm diğer kimliksel aidiyetler gibi Türk kimliği de Türkiye’deki vatandaşlık algısı da elbette sunidir ama bu durum, ne Türk kimliğinin ne de vatandaşlık algısının ‘gerçek’ olmadığı anlamına gelmez. Bilakis, her türlü kimlik ve aidiyet kategorisi siyasal ve toplumsal pratikler aracılığıyla sürekli olarak müzakere edilir ve
gerçek yaşantıları devamlı olarak değiştirip dönüştürür.

Bu noktada Ahıska’nın şu tespitlerini tekrar ve yeniden hatırlamakta fayda var: “Kitlelerin sessiz ortaklar olarak saptanması, bir yandan devlet seçkinlerini suçlu ilan ederken bir yandan da Türkiye tarihine Kemalistlerin kendi ‘başarı’ varsayımlarının gözlüklerinden bakmak değil midir? Kitleleri, bütün bir milleti, Kemalist çerçevede temsil ettiğini ilan eden ‘proje’nin stratejilerini fazla ciddiye alıp bunun gerisindeki taktikleri, toplumsalın alanında çoğaltılan taktikleri görmezlikten gelmek değil midir? Kemalistlerin zorla dayattıkları iktidar yapısından söz edilen her noktada tarihin tek öznesi seçkinler gibi görünüyor; halkların kendi deneyimi ise var olan düzeni hiç etkilememiş edilgen bir nesne, bir projenin nesnesi olmaktan öteye gitmiyor. Dolayısıyla, fantazi-gerçeklik ikilisi bir türlü kavramsallaştırılamıyor.”

Fantazi ile gerçeklik arasındaki bu yarığı iktidarın ‘başarısızlığının’ bir göstergesi olarak değerlendiren ve aslında Türkiye’de iktidarın tam da bu söylem ve eylem arasındaki farklılık üzerinden kurulduğunu kavramsallaştıramayan liberal akademisyen ve yazarların içine düştükleri ironik bir başka durum da bir yandan Kemalizmin söylem düzeyindeki elitizmini ve tepeden inmeciliğini eleştirirken diğer yandan kendilerinin de aslında son derece elitist bir söylemin üreticilerine dönüşmeleridir. Bu anlamda, Türkiye’deki iktidara yönelik özellikle 1980’lerden sonra tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi alanlarında yoğunlaşan liberal demokratik eleştirilerin, ‘ideal toplum düzeni’ ile ‘varolan gerçeklik’ arasındaki yarık üzerinden kendilerine yeni bir iktidar alanı açmaya çalıştıklarına tanık olduk. Böylece, bir zamanlar Kemalistler tarafından tanımlanan modernleşmeci, laik ve kalkınmacı ‘ideal modelin’ içeriğinin yine Batılı ama bu kez liberal demokratik prensipleri, çoğulculuğu, çokkültürcülüğü öne çıkaran bir başka söylemsel fantaziyle yer değiştirdiğini söyleyebiliriz. Bundan yıllar önce Kemalizmin gündeme getirdiği kaygılar çerçevesinde Yakup Kadri’nin dile getirdiği ve bugün gündelik konuşmalar içinde bir klişe haline gelen “modernleşmek için kurumlar kurmak ve yasalar yapmanın yeterli olmadığı önemli olanın kafaların içini değiştirmek olduğu” yönündeki söylemin benzerlerine bugün liberal akademi içinde de sıklıkla rastlıyoruz. Örneğin sosyolog Nilüfer Göle’ye göre 80’ler sonrasının liberal özgürlük vaadi Türkiye’de bir kuralsızlık ve köşe dönmecilik olarak anlaşılmış, liberalizmin kendine ait bir etik yapısı olduğu göz ardı edilmiştir. Göle, liberalizmin ahlaki öncülleri, sağlam kanunları ve düzenlemeleri burada yerleşmediği için ‘kot pantolon giymenin’ liberalleşme zannedildiğinden yakınmaktadır. Göle şöyle demektedir: “Liberalizm, herkesin başıboş kalması olarak anlaşılınca anarşist bireycilik, hedonist tüketicilik ve keyfi modernizm anlamına gelmeye başlamıştır. Liberalizmin bu şekilde yorumlanmasıyla oturmuş bir vatandaşlık tanımı, kentli davranış biçimleri, meslek etiği, girişimcilik ahlakı, kurumlar ve düzenlemeler gibi önemli etkenler göz ardı edilmiştir.” Göle’ye göre tüm bu sorunlar alt edildiğinde ve kafalar değiştiğinde, kısacası düzen rasyonelleştiğinde, liberal demokrasinin özgürlüklerinden herkes ‘adil’ bir şekilde yararlanacak böylece adalet ve özgürlük arasındaki ters orantı doğru orantıya çevrilebilecektir. Benzeri bir şekilde Çağlar Keyder’e göre de, sistemin rasyonalize edilmesi anlamında modernist projede diretilmelidir. Keyder’e göre liberal demokrasinin nimetlerinden tam olarak yararlanabilmek için, cumhuriyetin başından beri süregelen tepeden inmeci modernleş’tir’menin failleri olan devlet seçkinleri ve bürokratlar alt edilmeli, halkın tamamı modernizmi içselleştirmelidir. Kısacası buradaki vurgu aynı Göle’nin ve yıllar önce Yakup Kadri’nin cümlelerinde olduğu gibi ‘kafaların içinin değiştirilmesi’ gereği üstünedir.

Görüldüğü gibi birçok açıdan farklı noktalarda dursalar da Yakup Kadri’nin, Göle’nin ve Keyder’in yaklaşımları birçok açıdan birbirlerine bir hayli benzemektedir ve üçü de hem kendi içlerindeki paradoksal hem de temel aldıkları sınıflandırmalar açısından sorunludur. Kendi içlerinde paradoksallardır; çünkü hem ‘seçkinci bir dış güç veya düzenlemeyle veyahut zorlamayla’ kafaların değişmeyeceğini söylemekte hem de bir şekilde (seçkinci olmadığını söyleyen seçkinci bir ağızla) kafaların içinin değişmesi gerekliliğinde ısrar etmektedirler. Öte yandan her üç yaklaşım da, sınıflandırmalarını Batılı bir ideal modele göre yapmakta ve sorunu da bu ideal ile varolan gerçeklik arasındaki kopukluk olarak tespit etmektedirler. Yakup Kadri’ye göre, kuralları bir türlü içselleştiremeyen bir millet, Göle’ye göre liberalizmi ‘hedonist tüketicilik’ olarak algılayan bir halk, Keyder’e göre henüz kitlesel olarak modernleşememiş bir toplum, ulaşılması gereken hedeften ‘geri’ kalmıştır. Ulaşılması gereken hedefler çağına göre bir zamanlar sanayileşmek ve laikleşmek, bugün için ise demokratikleşmek, çokseslilik ve çokkültürlülüğe yer açmak, Avrupa’nın sosyal adalet düzenini ya da Amerikan liberalizminin özgürlük ve demokrasisini Türkiye’de de yerleştirmek olarak belirirken sorunun bu ‘ideal modeller’ ile ‘Türkiye toplumunun gerçekleri’ arasındaki büyük fark ve yarık olarak tanımlanması, liberal akademisyenlerin tam da eleştirdikleri Kemalist projenin liberal bir yeni versiyonunu yeniden ürettiklerini, eleştirilerinin Kemalist projenin liberal proje ile yer değiştirmesinden ibaret kaldığını gösteriyor.

Kitabımızda yer alan Meltem Ahıska’nın bir diğer makalesi de ‘ideal model’ ve ‘Türkiye’nin gerçekleri’ arasında inşa edilen bu yarığı bu kez tam da bilginin üretim merkezine yani Türkiye’deki arşivlerin durumuna bakarak inceliyor. “Arşiv Korkusu ve Karakaplı Nizami Bey: Türkiye’de Tarih, Hafıza ve İktidar” başlığını taşıyan makalede Ahıska Türkiye’de arşivlerin durumunu iktidar, tarih ve hafıza çerçevesinde ele alırken, arşivlerdeki inanılmaz tahribatın bu topluma egemen kılınmış iktidar mantığına ışık tutabileceğini vurguluyor. Yazının içeriği son derece zengin ve kapsamlı olsa da ben burada sadece bir noktanın altını çizmek istiyorum. Ahıska bu makalesinde arşivi bugüne kadar alışıldığı biçimde yani bir bilgi kaynağı olarak değil bilginin üretildiği bir mekanizma olarak düşünmeyi öneriyor. Bu da arşivlerde yer alan bilgiyi, tarihe dair nesnel ve tartışılmaz doğrular olarak değil, iktidar tarafından günün koşulları çerçevesinde tarihin yeniden ve tekrar kurgulanması sonucu ortaya atılan siyasi söylemler olarak görmemizi sağlıyor. Dolayısıyla, değişmez, mutlak, özsel bir bilgiden de tarihe dair nesnel bir gerçeklikten de söz etmek mümkün değil. Lakin az önceki tartışmaya bu bakış açısıyla geri dönersek, Türkiye’deki liberal akademik eleştirinin tarihi özcü ve nesnel bir gerçeklik olarak algılayan bir yaklaşımdan muzdarip olduğunu görüyoruz. Zira Kemalist projeyi ve bu projenin bir ürünü olan Türk kimliğini, “toplumun gerçeklerini inkâr eden ‘suni’ birer oluşum” olarak tanımlayanlar, bir yandan da ister istemez Türkiye’deki toplumların değişmeyen birer özleri, tarihsel gerçeklikleri ve tüm baskı ve tahribatlara karşın bozulmayan nitelikleri olduğuna dair bir varsayımı da üretmiş oluyorlar. Böylece eleştirilerini, Türkiye’de devlet elitlerinin cumhuriyet tarihi boyunca halkların bu kültürel ve tarihsel özlerini mutlak biçimde inkâr ettiği, dolayısıyla farklı etnik ve dini kimlikleri yok saydığı temelinde kuran birçok yazar ve akademisyen Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘kozmopolit’, ‘çoğulcu’ ve ‘hoşgörülü’ yapısının Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından yok edildiğini ifade ediyor. Böyle bir tarih okuması iki açıdan son derece sorunlu. Birincisi, bu türlü bir tarih okuması Cumhuriyet Devleti’nin öngördüğü Türk kimliği ve vatandaş görüntüsünü ‘suni’ birer oluşum olarak niteler ve ‘bozulmamış’, ‘pür’ bir Türklük, Kürtlük, Sünnilik veya Alevilik varsayarken, bu gibi etnik ve dini aidiyetleri sanki yüzyıllardır hep aynı içeriğe sahiplermiş gibi tahayyül ediyor. Böylece tüm bu kimliksel aidiyetlerin tarihsel süreç içinde toplumsal ve siyasi dönüşümler çerçevesinde birbirleriyle ilişki içinde kurgulandıklarını ve sürekli dönüşüm halinde olduklarını göz ardı ediyor. İkincisi, son yıllarda oldukça popülerleşen Osmanlı’nın ‘çoğulcu’ ve ‘hoşgörülü’ geçmişine özlem duyan ve böyle bir geçmişi romantikleştiren akademik çalışmalar aslında anakronik bir okumaya, yani tarihin bugünkü liberal kriterle değerlendirilmesi ve bu kriterlere göre yeniden yazılması durumuna denk düşüyor. Özetle, ne bundan 85 yıl önce tasarlanan Türklük ile bugünkü Türklüğün veya bundan 85 yıl önce Kürtlüğe yüklenen anlamlarla bugün Kürtlüğe yüklenen anlamların aynı olduğunu iddia etmek mümkün ne de çok farklı saikler üzerine kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu’nu bugünkü çağdaş liberal demokrasinin kavramları olan ‘kozmopolit’, ‘çokkültürlü’ ve ‘hoşgörülü’ gibi tabirlerle tasvir etmek anlamlıdır. Belki yapmamız gereken, geçmiş güzel günleri hatırlayarak bir tür Osmanlıcılık nostaljisine saplanmak yerine bugün tüm tarihsel ve siyasi etkileşimlerden sonra geldiğimiz şu noktada nasıl iktidar ilişkilerinin tüm karmaşıklığına ve aramızdaki büyük farklılıklara karşın bir arada yaşayabileceğimizin yollarını araştırmak olmalıdır. Ahıska’nın arşiv üzerine kaleme aldığı makalesinin sonunda alıntıladığı Yahudi düşünür Yerushalmi’nin söylediklerini tekrarlarsak: “Unutmanın karşıtı hatırlamak değil, adalettir.”

Kitabımızın ilk kısmında yer alan bir diğer makalede Nurdan Gürbilek, bu kez iktidarın izini kültürel alanda sürüyor ve eski kudretini yitiren ama geçmişe özlem duymaktan da vazgeçmeyen bir ruh halinin Türk edebiyatındaki yansımalarını inceliyor. “Avrupa’nın Cinsiyeti: Kutsal Bakire, Yutucu Dişi, Fetihçi Oğul” başlığını taşıyan makalede Gürbilek Türkiye’de yaygın olan bir Avrupa imgesinden ve bu imgeye hangi cinsel mecazların eşlik ettiğinden söz ediyor ve Türkiye’deki cemaat ya da ulus kimliğini kaybetme endişesine, başından bu yana erilliği kaybetme korkusunun, bir kadınsılaşma endişesinin eşlik ettiğini ortaya koyuyor. “Bir İstanbul Adliyesinde Davranış Kalıpları, Anlamlandırma Biçimleri ve Eşitsizlik” başlığını taşıyan makalesinde Dicle Koğacıoğlu, iktidarın en eski ve etkin kurumlarından birine, hukuka odaklanıyor ve bir yandan Türkiye’de hukuk alanında söylemdışı ve enformel pratiklerin nasıl da yazılı ve resmi hukuk ile iç içe geçtiğini gözler önüne sererken bir yandan da resmi söylemlerin ötesinde hukukun gerek hukukçular gerekse hukuk yollarına başvuran kent yoksulları için ne gibi farklı anlamlar ifade ettiğini soruşturuyor. İngilizce bir versiyonu daha önce New Perspectives On Turkey dergisinde yayımlanan bu yazının Türkçe basımına verdikleri izinden dolayı dergi yayın kuruluna teşekkür ederiz. Türkiye’deki iktidar ilişkilerinin farklı alanlardaki yansımalarının incelenmesine ayrılan kitabımızın bu ilk kısmının son makalesi Ferhunde Özbay tarafından kaleme alındı. Özbay’ın makalesi “Türkiye’de Gençlik, Nüfus ve İktidar” başlığını taşıyor ve Türkiye’de iktidarın işleyiş dinamiklerini nüfusun ve gençliğin idaresinin nasıl şekillendiği üzerinden inceliyor.
Kitabımızın diğer kısmını ise iktidar ilişkilerindeki dönüşümlerin 1980 sonrası siyasal ve toplumsal değişimler çerçevesinde incelendiği makaleler oluşturuyor. 1980 askeri darbesi toplumsal yapıda geri dönüşü olmayan sayısız dönüşüme yol açarken siyaset alanının da hem tanımını hem de düzenleniş biçimini değiştirdi. Bir yandan askeri idare ve onu takip eden hükümetlerce ‘komünist tehdide’ karşı Türk-İslam sentezi söylemi ortaya atılır ve desteklenirken bir yandan da muhalefet alanında örgütlü sol ve sendikal hareket yerini yavaş yavaş sivil toplum örgütlenmelerine bırakıyordu. Solun sindirilmesi ve Türk-İslam sentezi söyleminin yüceltilmesi sırasında dışarıda bırakılan Kürt hareketi ise PKK etrafında örgütlenecek ve bugün belki de Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorununu gündeme taşıyacaktı. Askeri darbenin yerleştirdiği Türk-İslam sentezi söyleminin, yeni muhafazakâr görüşlerin ve tabii neo-liberal ekonomik politikaların en kapsamlı ve Türkiye’yi en çok etkileyen sonuçlarından biri de şüphesiz Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve zihniyetinin Türkiye’de iktidara gelmesi oldu. İşte kitabımızın büyük bir bölümü, bizlere 1980 askeri darbesinin miras bıraktığı bu oluşumları yani sivil toplum örgütlenmelerini, Kürt sorununu ve PKK’yi, Türk-İslam sentezi söylemini ve AKP’yi incelemeye ayrılıyor. Yasemin İpek Can “Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşları: Modernite, Milliyetçilik ve Neo-Liberalizm Kıskacında Gönüllülük” başlığını taşıyan makalesinde ayrıntılı olarak incelediği bir sivil toplum kuruluşunun çalışmaları üzerinden Türkiye’de devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Özlem Göner ise “İktidarın Farklı Yüzleri ve Alevi Kimliğinin Dönüşümü” başlıklı makalesinde, iktidar ilişkilerindeki değişimlerin ve özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinin Alevi kimliğinin tanım ve içeriğini nasıl dönüştürdüğünü sorguluyor. “Kürt Sorununu ‘İdare’ Etmek” başlıklı makalesinde Fırat Bozçalı, bir yandan Kürt sorununun gelişiminin geniş bir özetini sunarken bir yandan da bu sorunun hem Kürt hareketi hem de Türk devleti tarafından nasıl görüldüğü ve nasıl idare edildiğini ayrı ayrı inceliyor. T. Balca Arda ise “Yeni Bir Hegemonik Savaş Alanı: TRT6” başlıklı makalesinde AKP’nin yeni liberal hamlesi TRT6’yı (TRT Şeş) tartışmaya açarken devletin Kürt kültürünü temsil etme iddiasının Kürt muhalif kimliğini nasıl ve ne yönde bir dönüşüme zorladığını soruşturuyor. Esra Gedik, “Orduya Annelik Yapmak: Türkiye’de Şehit Anneleri” başlıklı makalesinde 90’lı yıllarla birlikte Doğu ve Güneydoğu’daki çatışmaların ve Kürt sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkan şehit annesi olgusunu inceliyor ve şehit annelerinin neden savaş karşıtı bir tutum benimseyemediğini sorguluyor. Ben ise “AKP ve Türkiye’de ‘Yeni’ İktidar” başlığını taşıyan makalemde AKP ile beraber Türkiye’de iktidara dair neler aynı kalırken nelerin değiştiğini soruşturuyor, tam da bu noktada sol siyasetin, AKP’nin yerele dönük, halkı ciddiye alan, dışlayıcı değil kapsayıcı gibi görünen yaklaşımlarını sorgulamada hangi noktalarda yetersiz kaldığını, hangi noktalarda sorumluluk alıp kendisini net bir şekilde ayrıştırması gerektiğini tartışıyorum.

Kitabımızın içeriğini böylece özetledikten sonra biraz da böylesi bir kitabın hangi toplumsal koşullar içinden doğduğunu, nasıl bir politik iklime tepki olarak kaleme alındığını anlatmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Zira bir eser ancak içinde bulunduğu çağın ve koşulların bir ürünü olarak anlam kazanır. Ve şüphesiz her eleştirel çalışma aynı zamanda süregiden koşullar karşısında duyulan bir rahatsızlığın dışavurumudur. Umulan ise bu eleştirel girişimin hâlihazırdaki adaletsiz, eşitsiz ve şiddetle yüklü siyasi ve toplumsal koşulları değiştirmenin bir aracı haline gelmesidir.

Türkiye’nin Siyasi Ufku
Bugün, 2009 yılının ilk aylarında, Türkiye’nin siyasi panoramasına şöyle bir baktığımızda bir yanda daha fazla özgürlük ve çoğulculuk propagandası yapan liberal görünümlü AKP hükümeti ve onu destekleyen liberal basın ve aydınlar ile öte yanda korkutma, bastırma ve susturma tekniğini sıklıkla kullanan laik ordu ve eski devlet elitlerinden oluşan iki kampın arasından geçen ince bir çizginin ülkenin siyasi ufkunu belirlediğini görüyoruz. Ülkenin siyasi ufku derken, o ülkedeki siyasi tahayyüllerin ve yeni alternatifler üretme kapasitesinin sınırını kast ediyorum. Bu açıdan Türkiye’nin durumu dünyanın geri kalanından çok da farklı değil. Çağdaş siyaset, birbirinden farklıymış gibi gözüken ama son kertede aynı söylem ve eylemlerde buluşan sözde karşıtlıklar arasında sanki bir tercih yapıyormuşuz hissi uyandırmak üzerine kurulu. Kendi aralarında çatışıyormuş gibi gözüken hükümet ve devlet, aslında aynı ulus-devlet modeli tarafından çizilmiş aynı sınırların ve bu sınırların içinde tanımlanmış bir ulusal kimliğin ve ulusal tahayyüllün yeniden ve tekrar üretilmesine hizmet ediyorlar.

Bugün Türkiye siyasetinde süregiden kavga, Türklüğün kim tarafından nasıl tanımlanacağının, ulusal sınırlar içinde neyin doğru neyin yanlış, neyin normal neyin anormal sayılacağına kimin karar vereceğinin kavgası. Kısacası, bugün izlemekte olduğumuz, zaten iktidarda olanların bir iktidar paylaşım savaşından ibaret. Bize dayatılan tercihlerden birini seçtiğimiz sürece bizler için değişen bir şey olmayacak. Dayatılan normun sınırlarının dışına çıkanlar, farklı olanlar ve farklı konuşanlar ise ortadan kaldırılmaya devam edecek. Türkiye 2000’li yıllara girerken; bu ülkede yaşanan kıyım ve savaşların acıları silinmeye çalışılıyor; Musa Anterler ve Hrant Dinkler’in neden öldürüldüklerinin üzeri örtülürken, onlar gibi olan, onlar gibi düşünen ve normu sorgulayanların yine aynı gerekçelerle öldürülebilmesine zemin hazırlayan bir düzen yeniden üretiliyor. Kadınlar, eşcinseller, Kürtler ve Ermeniler olarak kimliklendirilen topluluklar, normun karşıtı olarak üretilmeye ve bundan dolayı baskı ve zulüm görmeye devam ederken, ulusal kimlik ister laik elitler tarafından tekil bir Türklük isterse de liberal demokratlar tarafından çoğul bir Türkiyelilik adı altında olsun, saflaştırılmaya, aklanmaya ve temize çıkartılmaya devam ediyor.

Bu noktada, şiddetin ve ırkçılığın sadece kaba kuvveti bir araç olarak gören, baskıcı, kapatıcı, kısıtlayıcı, egemen ve silahlı yapılarda değil, aynı zamanda özgürlükleri ve dolayısıyla normu üreten, hayatlarımızı yeniden biçimlendiren çağdaş çoğulcu liberal hükümet etme biçimlerinde de etkin ve geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Zira, özellikle 2000’li yıllarda Türkiye’nin demokratikleşmesinin öncüleri olarak lanse edilen AKP hükümeti ve liberal aydınlar, belli bir milliyetçiliği, belli bir ulusal kimlik ve ulusa dair belli bir tasavvuru yine ve yeniden üretiyorlardı. Hükümetin ve liberal yazarların bugün Kürtlerin, Alevilerin ve bugüne kadar baskı gören başka birçok topluluğun kültürel haklarını tanımaya yönelmesinin altında, bir ‘ekonomik yük’ ve bir siyasal ‘hastalık’ olarak görülen bu toplulukları normalleştirmek, ekonomiye ve siyasete etkin ve verimli nüfuslar olarak katılmalarını sağlamak amacının yattığı genellikle göz ardı edildi. Oysa geliştirilen yeni liberal projelerin temel gayesi ‘elektrik faturalarını bile ödemeyen’ bir topluluğun yeniden sermaye ilişkilerine sokulması, normalleştirilmesi, bir güvenlik tehdidi yerine bir iş gücüne dönüştürülmesiydi.

Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve diğer topluluklar bugün ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki diğer tüm vatandaşlar için belirlenen aynı ortak siyasi ve ekonomik çıkarları, aynı ulusal tahayyülü ve aynı silahlı kuvvetin tek meşru şiddet tekeli olduğunu kabul etmeleri koşuluyla ‘Türk’ veya ‘Türkiyelilik’ kategorisine dâhil olabiliyorlar. ‘Farklı’ kültürleri tanımaya yönelik liberal çoğulcu söylemin içindeki bu şiddet, farklı öznellikleri ‘aynı’ tahayyüle tabi kılıyor. Dolayısıyla, kültürel tanınma, normun benimsenmesini zorunlu kılıyor; baskı gören toplulukların geçmişte farklılıklarından dolayı maruz kaldıkları zulüm, işkence ve acılarının silinmesini, farklılığı korumak ve otonomi için verilen uzun mücadelelerin yok sayılmasını, tüm bu savaşımın hiçbir şeyi değiştirmediğinin kabulünü gerektiriyor.

Liberal çoğulcu söylem, aynı zamanda bir nevi aklanma ve günah çıkarma siyaseti. Devletin, Ermenilerin 1915’te maruz kaldığı kıyımı bir soykırım olarak tanımasını, en azından bu ‘meseleyle’ akademik platformlarda yüzleşilmesi gerektiğini savunan liberal tarihçi ve entelektüellerin kafasında, geçmişindeki karanlık sayfayla yüzleşmiş, özrünü dilemiş ve böylece bir çabukta aklanmış, temize çıkmış ve geleceğe umutla bakan yeni bir Türkiyeli figürü olsa gerek. Liberal söylem de tıpkı muhafazakâr-milliyetçi söylem gibi ırkın tahayyülünü, saflaştırılmasını ve etkinleştirilmesini, bu süreçte hastalıkların, sorunların, sapkınlıkların ve anormalliklerin ortadan kaldırılmasını öngörüyor kısacası.

Michel Foucault’nun da altını çizdiği gibi günümüzde geçerli olan çağdaş ırkçılık, iki farklı ırkın birbirine üstünlük kurmak amacıyla çatışması anlamındaki klasik yaklaşımdan ziyade aynı ırkın kendi içinde saflaştırılmasına dayanan yeni bir iktidar ve normalleştirme biçimi olarak ortaya çıkıyor. Çağdaş iktidar, kontrolü altındaki nüfusun normalleştirilmesi üzerinden işliyor ve bir yandan yasaya tabii olan, ulusal, budunsal, ailevi kimliklere ait kılınmış özneleri yaratırken bir yandan da ‘hastalıklı’, ‘anormal’, ‘suçlu’ veya ‘yozlaşmış’ olanın tanımını ve o tanıma ait kılınmış özneleri üretiyor. Aynı şekilde normun, yasanın ve neyin sağlıklı sayılacağının da yine hastalıklı, anormal ve sapkın olan üzerinden tanımlandığını söyleyebiliriz. Çağdaş iktidarın, tıpkı bedenlerin iyileştirilmesini amaç edinen tıp mekanizması gibi, nüfusların içindeki patolojilerin iyileştirilmesi üzerinden işlediğini göz önünde bulundurursak, böyle bir rejimin toplumun sağlığı, iyiliği, refahı ve hayatta kalması adına kirli, karmaşık, hastalıklı, anormal, uyumsuz ve farklı olanların ortadan kaldırılmasını ve ırkın biyolojik ve toplumsal anlamda temizlenip arınmasını öngördüğü ortaya çıkar. Dolayısıyla, çağdaş ırkçılık sadece Naziler’e özgü bir tarihsel kaza değildir. Bilakis yaygın ve etkin biçimde tüm modern devlet mekanizmalarına içkin olarak işler.

Türkiye’de de Kürtlük, Alevilik ve diğer farklılıklar genellikle Türklük’ten ve Sünni Müslümanlık’tan sapmalar, hatalar, anormallikler olarak adlandırılagelmiştir. Bu ülkede Kürtler’in eksik insan olmak anlamında kuyruklu ve fazlasıyla kıllı, eksik Türk olmak anlamında da dağlı ve yazılı dilden yoksun varlıklar olarak görülmeleri de herhalde bu durumla ilişkili olsa gerek. Bu anlayışın geçmişte kalmış olduğunu söylemek de yanlış. TSK mensubu bir komutanın DTP’li belediye başkanlarını kast ederek ‘yaratıklarla’ müzakere etmesinin söz konusu olmadığını ifade etmesi, Kürt olanın patolojikleştirilmesinin güncel bir örneğidir. Bir diğer çarpıcı örnek de Türkiye’nin eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ın ABD’yi ziyaretinde Washington’da yaptığı açıklamalardır. Bu açıklamalara bakılırsa, Türkiye Cumhuriyeti, bugün, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar büyük bir tehdit altındadır. Gerek içeride ve gerekse dışarıdaki hastalıklı fikirler, sapkınlıklar, bölücüler ve vatan hainleri, Türklüğü, yasaları ve ülkenin bütünlüğünü tehdit etmektedir. Elbette, tüm bu tehditler karşısında ordu, yasayı, Türklüğü ve ülke bütünlüğünü savunan bir güvence olarak kendini konumlandırır. Bizleri, yozlaşma ve sapkınlaşma tehdidi karşısında, güvenliği, yani ordunun varlığını arzu eden, Türk ordusunu ‘en güvenilir’ kurum olarak tahayyül eden bireyler olarak yeniden üretir ve kendine tabi kılar. Görüldüğü gibi çağdaş iktidarın işlevi ‘yozlaşmanın’ ve ‘sapkınlığın’, yani tehdide dair bir kategorinin de üretilmesidir. Yani çağdaş iktidar, iyi ve kötüye, norma ve anormale dair kategorik ayrımı koyarak hareket edebileceğimiz ve tercih yapabileceğimiz alanın sınırını çizer. Peki, iyi veya kötü taraflardan birini seçip normun içeriğine eklemlenmek ve dolayısıyla tıpkı iktidar gibi başka biçimlerde normu yeniden üretmek yerine iktidarın normalleştirici mekanizmasına karşı topyekün bir direniş inşa etmek mümkün olabilir mi? Kısacası bize atfedilen öznellik konumlarından her birini reddetmek, çağdaş iktidarın tercihlerimizin alanını belirleyen gücüne meydan okumak ve bu alanın dışına çıkmak söz konusu olabilir mi? Örneğin Hrant Dink’in yapmaya çalıştığı gibi…

Hrant Dink’in Bize Öğrettikleri
Türkiye’nin 2000’li yıllarına belki de en çok damgasını vuran olayların başında Hrant Dink’in katli geliyor. Hrant Dink’in katli, devlet, ırkçılık ve çağdaş iktidar arasındaki ilişkinin kesişim noktasında gerçekleşti. Bu cinayet, tam da verili kategorilerin dışına çıkma girişiminin ve normun içeriğine değil normu dayatma gücüne ve iktidarına karşı direnişin gündeme geldiği bir sırada, bu direnişle başa çıkılamamasının bir yansıması olarak vuku buldu. Belki tam da bu nedenle, Hrant Dink’in katli, gündelik hayatlarımıza yayılan iktidar ilişkilerinin ve ırkçılığın su yüzüne çıktığı, bir anlamda çözüldüğü ve hepimize bulaştığı ana denk geliyordu. Herhalde bu yüzden olacak cinayetin failinin kim olduğuna dair tartışmalar bu denli sarpa sardı. Hrant Dink 19 Ocak 2006’da öldürüldü, öldürüldüğü günden bu yana cinayetin gerçek faili aranmaya devam ediyor, ne var ki, bu konuda hala bir uzlaşma sağlanamadı.

Bir cinayetin faili ve azmettiricisi olarak belki de bugüne kadar hiç bu kadar çok kişinin, grubun ve görüşün adı geçmemişti. Hiç bu kadar çok gerçek ve tüzel kişilik zan altında bırakılmamıştı. Zanlılar listesi, elbette listeyi açıklayanların görüşlerine göre değişmekteydi. Katil kimine göre Ogün Samast’tı, kimine göre ‘derin devlet’, kimine göre 301. madde. Kimine göre de milliyetçi basındı Hrant Dink’i öldüren. Ne var ki, bugüne kadar gündeme gelen tüm bu birbirinden farklı, hatta birbirine karşıt suçlamaların ilginç bir ortak paydası vardı: Cinayetin failleri türlü türlüydü, ama en nihayetinde bu cinayet, bir başkası tarafından, bizden olmayan bir iktidar tarafından ve bizim dışımızda gelişen dinamikler nedeniyle işlenmişti. Peki, Ogün Samast’ı derin devletten, derin devleti görünürdeki devletten, görünürdeki devleti de kendimizden ayırmak, kısacası kendimizi böylesi bir iktidarın dışında konumlandırmak gerçekten bu kadar kolay mıydı? İşte bugün, uzun zamandır sormayı unuttuğumuz ancak şimdi özellikle Ergenekon davasından sonra yeniden hatırlamak zorunda kaldığımız soru, iktidarı ve yasalarını, sanki bizden ayrı faillermiş gibi tasavvur eden böylesi bir iç ve dış ayrımı yapıp işin içinden sıyrılıp sıyrılamayacağımızdır.

Bu noktada Foucault gibi hükümet etme ve iktidar kurma pratiklerini inceleyen Gilles Deleuze’ün görüşlerine göz atmak anlamlı olacaktır. Deleuze, ırkçı ve ayrımcı söylemlerin aslında en temelde kişisel ilişkilerimizde, gündelik yaşantımızda, kullandığımız dilde ve sürdürdüğümüz pratiklerde farkında olarak veya olmadan yeniden ve tekrar tekrar üretildiğine dikkat çeker ve bunu mikro-faşizm olarak adlandırır.
Hem Foucault’nun hem de Deleuze’ün altını çizdiği gibi devlet derinde, karanlık işler çeviren bir komplo düzeneği değildir. Bilakis devlet, gündelik ilişkilerimiz kadar yüzeyde ve görünürdedir ve bu iktidar, hem düzenin korunmasını hem de aksaklıkların, kazaların ve hastalıkların öngörülüp engellenmesini amaçlayan toplumsal ilişkilerimizin bir sonucu olarak, her yerdedir. Bürokrasi, ordu, polis, eğitim ve adalet kurumları işte böylesi yaygın bir iktidarın yoğunlaşmış ve görünür biçimleri olarak ortaya çıkarlar. Yani devlet bizim dışımızda, bizden ayrı ve bağımsız bir yapılanma değildir. Bilakis, devlet birbirimiz üzerinde kontrol ve denetim sağlamaya çalıştığımız, var olan normu muhafaza etmeye yöneldiğimiz gündelik ilişkilerimizin bir sonucudur. Yani, eğer Hrant Dink’in ölümünden derin veya görünür devletin sorumlu olduğunu düşünüyorsak, dönüp bakmamız gereken sadece bürokratlar, askerler, bakanlar, milletvekilleri ve polisler değildir. Aynı zamanda dönüp kendimize ve gündelik ilişkilerimizi nasıl kurduğumuza bakmamız gerekir. Bugüne değin, karşımıza çıkan ve alıştığımız normları sorgulayan, bize öğretilenden veya inandıklarımızdan farklı sözler söyleyen, farklı ihtimalleri aralayan, tabi kılındığımız ulusal, dini veya ailevi kimliklerimizi sorgulayanlarla kurduğumuz ilişki biçimi nasıldı? Farklılıkları, ait olduğumuz kimliklerimizi dönüştürmek için bir imkân olarak mı gördük yoksa alışkanlıklarımızı, değerlerimizi ve varlığımızı tehdit eden, dolayısıyla bastırılması ve yok edilmesi gereken anormallikler, sapkınlıklar olarak mı damgaladık? Bugüne kadar bu ülkede farklı bir söz söyleyenleri, farklı bir dil kullananları, inandığımız değerleri sorgulayanları, yaşadığımız düzeni baştan aşağı dönüştürmek ve yeniden kurgulamak pahasına dikkatle mi dinledik yoksa düzenimiz bozulacak diye ödümüz kopup onları darbelerle ve silahlarla susturduk veya bu suskunluk karşısında sessiz mi kaldık?
‘Sapkınından’, ‘bölücüsünden’, ‘teröristinden’, ‘beyni yıkanmış hastalıklısından’, ‘satılmışından’, ‘meczubundan’, ‘Ermeni dölünden’, ‘vatan haininden’ geçilmeyen bu ülkede, insanları bu kategorilerle, bu kelimelerle damgalayanları gerçekten kararlılıkla eleştirdik mi yoksa bugüne kadar tüm sapkın olarak gördüğümüz farklılıklar karşısında bizler de çevremizdeki herkes gibi Türklüğümüze sığınarak bu kelimeleri, bu kategorileri bilerek veya bilmeyerek başkalarını karalamak için kullandık mı? Normun dayattığı kimliksel aidiyetlerimizi ne kadar sorguladık, bizlere tehdit ve düşman olarak gösterilenlerin aynı iktidar mekanizmalarınca üretildiğini ne kadar umursadık? İşte bu noktada bugün kendimize sormamız gereken soru belki de, gündelik ilişkilerimize yayılmış böylesi bir ırkçılıktan, ayrımcılıktan, faşizmden ne kadar uzaklaşıp uzaklaşamadığımızdır.

Zira bize atfedilen özne konumlarını ve kimliksel aidiyetleri üstlendiğimiz ve bu öznelliklere ait belirlenmiş davranış kalıplarını hayata geçirdiğimiz sürece, var olan eşitsiz, ayrımcı ve ırkçı tahakküm ilişkilerini yeniden üretmekteyiz. Çağdaş iktidar mekanizmaları, daha önce de altının çizildiği gibi iyi ve kötünün, normalin ve anormalin tanımını yaparak ve hareket edebileceğimiz, tercih yapabileceğimiz alanın sınırını çizerek işler: Ya bizdensindir ya da sapkınsındır. Ya yasaya tabi olursun ya da anormal, hastalıklı ve tehlikeli olarak damgalanırsın. Bu söylem, gündelik hayatlarımızda, “ya sev ya terk et” biçimindeki ayrımcı slogan olarak sık sık karşımıza çıkar ve bu seçimi bize dayatır. “Sevmiyorum ama terk de etmiyorum” seçeneğini ise en büyük tehdit olarak görür. Çünkü böylesi bir yaklaşım, normun karşıtı olan bir anormallik ve sapkınlık olarak kodlanamadığı için bildik yöntemlerle ortadan kaldırılamaz. Dahası, iktidarın belirlediği ve dayattığı verili tercihlerin ve kategorilerin dışına çıkarak, iktidarın normu dayatma gücüne, yani iyiyi ve kötüyü tanımlama hakkına meydan okur ve böylece insanları ‘sadık’ ve ‘sapkın’ olarak ayırarak işleyen ırkçı tahakküme karşı koyar.

Hrant Dink de belki tam da bu yüzden, yani “ya sev ya terk et” söyleminin, bu ikili karşıtlığın dışına çıkıp “sevmiyorum ama terk de etmiyorum” dediği için hedef oldu kurşunlara. Hrant Dink, 301. maddeden yargılanmasına sebep olan cümlelerinde hem Ermenilerin hem de Türklerin, soykırım meselesine dair karşıtlık veya taraflık üzerinden kurdukları takıntıdan artık kurtulması gerektiğini anlatmak istememiş miydi? Birçokları, Hrant Dink’in anlatmak istediği bu fikri kaleme aldığı gazetedeki yazısının, mahkemece çarpıtıldığını ve Hrant Dink’in öyle demediği halde sanki “Ermeniler soykırıma uğradı” demişmiş gibi damgalanıp ‘yanlışlıkla’ bir Türk düşmanı ve vatan haini olarak yargılandığını yazdılar. Oysa bunu yazanlar, Hrant Dink’in tam da Türkiye devletinin iktidarını üzerine inşa ettiği ve Türklüğe dair yasanın kurucu öğelerinden biri olan bu soykırım takıntısını topyekûn sorguladığı, kendisi için belirlenmiş karşıt veya taraf konumlardan her ikisini de reddettiği ve böylece iktidarın sınır çizme gücüne meydan okuduğu için, çok daha büyük bir tehdit olarak algılanıp yargılandığını anlayamadılar. Hrant Dink, hem 1915’ten beri Ermenileri vatan haini, savundukları görüşü de bir sapkınlık olarak algılamak üzerinden inşa edilen bir Türklüğe, hem de 1915’ten bu yana Türkleri hastalıklı katiller olarak görmek üzerinden inşa edilen bir Ermeniliğe karşı çıkıyordu. Böylece belki de Hrant Dink, bu iktidarı, açık açık “Ermeniler bu topraklarda soykırıma uğramıştır” diyen birinden çok daha fazla tehdit etmişti.

Evet, Hrant Dink bize, iyinin ve kötünün ötesinde düşünmeyi öğretmiş ve öğütlemişti. Çünkü bu takıntılardan, bu intikam arzusundan, bu düşmanlıktan kurtulmadığımız sürece, aynı acıları, aynı yıkımları tekrar ve yeniden üreten ulusal kimliklere ve aidiyetlere tabi kılınacağımızı öngörüyordu. O, ya sev ya terk et dayatmasının, soykırım oldu olmadı tartışmasının, ya vatanseversin yahut hainsin ayrıştırmasının, ırkçı kategoriler içinde illa bir taraf tutma zorunluluğunun, kısacası bilinen Ermeniliğin ve Türklüğün ötesinde, yeni ve farklı öznelliklerin arayışına girmişti. Üstelik bu topraklarda yaşamaya ve arayışını ne olursa olsun bu toprakları terk etmeden sürdürmeye karar vermişti. İşte tam da bu yüzden, varlığıyla her gün kimliklerimizi ve aidiyetlerimizi böylesi tehdit eden birisiyle yaşamaya tahammül edememiştik.

Evet, bu anlamda Hrant Dink’i biz, hepimiz, el birliğiyle öldürmüştük. Hem de 2006 yılının 19 Ocak gününün çok daha öncesinde: Hrant Dink’i, ‘Türklüğü aşağılamak’ gibi bir suçtan, yani bugün katil ilan edilen 301. maddeden dolayı yargılanmak üzere gittiği mahkemede yalnız bıraktığımız gün çoktan öldürmüştük aslında. Hrant Dink’i, 1915’te bu ülkede yaşayan Ermeniler’in başına neler geldiğini araştırmak üzere düzenlenen akademik toplantılar, meclisin en üst düzey yetkilileri tarafından tehdit ve zorbalıkla engellendiğinde, o meclisin ulusal irademizin temsilcisi olduğundan şüpheye düşmediğimiz gün bir kez daha öldürmüştük acımasızca. Hrant Dink’i, bu ülkede devletin yetkilileri birilerine ‘Ermeni dölü’ gibi yakıştırmalar yaptığında, sonra da bize bu Ermeni döllerini ‘temizleme’nin en kutsal vatan borcu olduğunu söylediğinde bu sözleri ve bizlere verilen bu görevi yadırgamadığımız anda zaten öldürmüştük. Ait kılındığımız ulusal kimliği yeniden üreten davranış biçimlerini hayata geçirdiğimiz, kendimizi düşmanlık, karşıtlık, nefret ve intikam üzerinden var ettiğimiz her an Hrant Dink’i öldürmüştük düşünmeden. Gündelik hayatlarımızda her gün, her yerde, okulda, işte, sokakta, basında karşı karşıya kaldığımız ırkçılığın, ayrımcılığın, faşizmin dilini bilerek veya bilmeyerek kullandığımız veyahut sessiz kalarak onayladığımız her seferinde Hrant Dink’i öldürmüştük bir kez daha.

Ne var ki, Hrant Dink’i öldürdüğümüzü ancak onun gazetesine sarılı cansız bedenini gördüğümüz 19 Ocak 2006’da anlamıştık. Ve 19 Ocak günü, alnımızda kapkara bir leke, hepimiz Hrant Dink, hepimiz Ermeni olmuştuk. Peki ya gerçekten de Hrant Dink veya Ermeni olabilir miydik? Hayır. Zaten Hrant Dink de her gün Ermeni, her gün Hrant Dink olmamızı istemezdi herhalde. Ama Hrant Dink’i öldürenlere karşı, kendi ayıbımıza karşı, o güne kadar sessiz kalışımıza karşı duyduğumuz öfkemizle beraber sadece ama sadece bir günlüğüne hepimiz Hrant Dink olmuştuk. Zaten kimlikler de sabit olmazdı ya her gün değişmiyor muyduk? Peki, bir günlüğüne Ermeni olabilirken, Türklük de bir günlüğüne olabiliyor muydu?

Çok geçmeden öğrenmiştik ki, birileri bu soruya cevap vermişler, televizyonlara çıkıp “Ne Hrant Dinki ne Ermenisiymiş! Hepimiz Türküz ve Hepimiz Mehmediz!” demişlerdi. O zaman hepimiz bunu söyleyenlere çok kızmıştık. Peki, ya bu kızgınlığımız ve öfkemiz ne kadar sürdü? Sonunda Hrant Dinkler mi Mehmetler mi kaldı geriye?

İşte, bugün ve burada yeniden sorgulamamız gereken, o zaman çok kızdığımız bu birilerini bugün hala haklı çıkarıp çıkarmadığımız. Kendimize sormamız gereken soru, hepimizin Hrant Dink ve hepimizin Ermeni olduğu günün ertesinde ve ondan sonraki tüm günlerde yine aynı Türkler ve aynı Mehmetler olarak uyanıp uyanmadığımızdır. Zira onlar haklı çıkmaya, bizler Mehmetler olmaya devam ettiğimiz sürece, Hrant Dink gibiler yine ölmeye, Mehmet olmayanlar zorla sürgün edilmeye, Mehmet olanlar en temel hakları olan yaşam haklarını devretmek karşılığında ‘vatan borcu’nu ödemeye, asla Mehmet olmayacak olan kadınlar ve eşcinseller de her gün aşağılanmaya ve ezilmeye devam edecekler.

Türkiye’de İktidarı Yeniden Düşünürken
Evet, 2000’li yılların Türkiye’sinin siyasi ikliminde ırkçılık maalesef yaygın bir pratik olarak var ve sürüyor. Son yıllarda ırkçılık sadece yasa koyucuların ve emekli veya görevli kurmayların söyleminde değil aynı zamanda geniş kitlelerin aktif katılımıyla gerçekleşen sokak gösterileri, linç girişimleri, hakaretler ve katliamlar biçiminde de tezahür ediyor. ‘Sadık vatandaşlar’ ve ‘sapkın teröristler’ arasındaki ayrıma dair söylemi gündelik konuşmalarımızda sarf ettikçe ırkçılık yayılıyor ve yaygınlaşıyor. Sadece şoven gösterilere katılıp alkış tutanlar veya gündelik hayatta farkında olarak veya olmayarak ırkçı bir söyleme eklemlenenler değil, aynı zamanda bu gidişata karşı sesini çıkarmayan ve böylece yasaya, norma ve ırkın safkanlığına tabi olmaktan geri durmayanlar da ırkçılığı gündelik alanda yeniden ve tekrar yaratıyor. Makro seviyede gelişen ve televizyonlarımızdan izlediğimiz tüm bu savaşlar, kırımlar ve yıkımlar aslında gündelik hayatımızda mikro seviyede aktif olarak yeniden ürettiğimiz veya pasif kalarak üretilmesine karşı çıkmadığımız, toplumun belli bir kesimini insanlıktan çıkarmaya ve yok saymaya yönelik söylem ve eylemler karşılığında mümkün olabiliyor.
Bizler, televizyonlarımız başında sadece ölenleri ve öldürülenleri görüyoruz. Irkçılığın tezahürü olan tüm bu savaşlar ve yıkımlar dolayısıyla ölüme terk edilenleri, ‘terörist yaratıklarla’ ilişkide oldukları gerekçesiyle yaşamları ve insanlıkları yok sayılanları, mayınlı arazilerde top oynadıkları için kolları ve bacakları kopanları, konuştukları dil dilden sayılmadığı için sesi duyulmayanları, ne eğitim ne de sağlık gibi toplumsal hizmetlerden bir türlü yararlandırılmayanları ve böylece ağır ağır her gün ölenleri ise zaten hiç fark etmiyor, duymuyor, duymak istemiyoruz. Onlar zaten bizden çok uzaklarda bir yerlerde, başka bir ülkede oturuyorlar. Türkiye’nin Ermenileri, Türkiye’nin eşcinselleri, Türkiye’nin yoksulları ve tabii Türkiye’nin Kürtleri, Türkiye’nin batısında yaşayan birçoklarının nazarında Filistinlilerden, Iraklılardan, Afganistanlılardan dahi her zaman daha uzak, daha bilinmez, daha duyulmaz bir ülkede yaşıyorlar.

Bazıları onlarla ‘empati kurmaya’ çalışıyor. Kendilerini onların, o uzakta, o asla yerinde olamayacaklarının yerine koyuyor, onların başlarına gelen acı olaylar için bir iki ah vah ediyor, ‘onlar adına’ üzülüyor ve sonra gündelik yaşamlarına geri dönüyor. Böylece onların yerindeymiş gibi yapıp asla onların yerinde olmayacaklarını, olamayacaklarını bir kez daha onaylıyor, onlara ‘onlar’ diyerek kendi varlıklarını ayrıştırıyor, aynı toprakları paylaştıkları insanlara karşı sorumluluklarından arınıyor, karşısındakileri ise ötekileştiriyor ve uzaklaştırıyor.

Oysa o uzaktakiler aslında çok yakındalar, zira hepimiz aynı geminin yolcusuyuz. Bu ülkede birilerinin mutluluğu, birilerinin insan sayılması, birilerinin her an evlerinin bir gün boşaltılacağı kaygısıyla cebelleşmek zorunda kalmaması, birilerinin sokakta top oynayan çocuğunun mayına basıp havaya uçacağı gibi bir endişe duymaması ve her zaman yalnız ve ancak birilerinin konuştuğu dilin duyulması, aslında aynı toprakları paylaşan ‘başka’ birilerinin dillerinin yasaklanması, seslerinin susturulması, bedenlerinin yok edilmesi, varlıklarının ölüme terk edilmesi ve ruhlarının acı çekmesi karşılığında gerçekleşiyor. Evet, her birimiz aynı geminin içinde, aynı yolun yolcusu, aynı coğrafyada payımıza düşen acı ve mutlulukların kaynağıyız. Dolayısıyla, mutlulukların ve acıların bugünkü gibi son derece eşitsiz dağılımından da sorumluyuz. Belki acılar hiç bitmeyecek ama mutlulukların ve acıların daha adil bir biçimde dağıldığı bir ülke, bir dünya tahayyül etmek yine de mümkün. Onun için ilk olarak bu savaşları ve bu acıları var edenin, bu ırkçılığı da mümkün kılanın öncelikle kendimiz olduğunu kabul ederek işe başlayalım. Sonra da empati kurmak yerine beraber yol aldığımız ve asla aynı deneyimleri paylaşmadığımız insanlara kulak verelim; seslerinin işitilmesinin, acılarının dillendirilmesinin karşısındaki engellerin, başta kendi baskın söylemlerimiz olmak üzere ortadan kaldırılması için çabalayalım.

Umuyoruz, bu kitapta yeralan tüm yazılar ve fikirler, yoksulluğun ve zenginliğin, acıların ve mutluluğun, ölümün ve yaşamın dağılımındaki eşitsizliklerin bir nebze olsun azaldığı, gündelik hayatlardaki faşizmin ve ırkçılığın daha çok sorgulandığı, halkların kardeşçe yaşadığı bir Türkiye’ye katkıda bulunur.

Kaynaklar:
Barkey, Karen, (2008), Empire of Difference: The Ottomans in Comparative Perspective, Cambridge University Press
Deleuze, Gilles & Guattari, Felix, (1983), Anti-Oedipus, University of Minnesota Press
Foucault, Michel, (1997), Society Must Be Defended: Lectures at College de France 1975-1976, Picador Press
Göle, Nilüfer, (2000), Melez Desenler: İslam ve Modernlik Üzerine, Metis Yayınları, İstanbul
Kadıoğlu, Ayşe, (1999), Cumhuriyet İradesi, Demokrasi Muhakemesi: Türkiye’de Demokratik Açılık Arayışları, Metis Yayınları, İstanbul
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, (1971), Panorama, Remzi Kitabevi, İstanbul
Keyder, Çağlar, (1997), “Whither the Project of Modernity? Turkey in the 1990’s”, Rethinking Modernity and National Identity in Turkey içinde, (der.) Reşat Kasaba ve Sibel Bozdoğan, Seattle, University of Washington Press (Türkçesi: Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, çev. Nurettin Elhüseyni, (1998), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
Keyder, Çağlar, (2003), Memalik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İletişim Yayınları, İstanbul

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s