Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yedi senedir Türkiye meclisindeki çoğunluğu elinde bulundurması cumhurbaşkanlığından milli eğitime, emniyetten merkez bankasına, belediyelerden medya kuruluşlarına kadar birçok farklı yapı içinde etkin biçimde örgütlenmesi; ve son yıllarda gerçekleşen hemen tüm seçimlerde oldukça yüksek oy oranlarına ulaşması, birçoklarının Türkiye’de siyasi iktidarın biçiminin ve işleyişinin bu defa artık geri döndürülemez bir biçimde değiştiğinden dem vurmasına neden oldu. Cumhuriyetin başından beri süregiden “halk için halka rağmen” anlayışının tepeden inmeci siyasi yaklaşımı, yerini “halk için halkla birlikte” anlayışından hareket eden, merkezden değil yerelden yönetme kaygısı taşıyan, iktidarın hedefi olan farklı nüfus gruplarının sağlık, eğitim, maddi ve gündelik farklı ihtiyaçlarına yönelik özel politikalar üreten bir yaklaşıma bırakıyordu. Böylece merkezde, yani Ankara’da tasarlanan, düzenlenen, yasalaşan bir idealin, bir normun, bir kuralın yurt sathına empoze edilmeye çalışılması biçiminde işleyen eski disipline edici iktidar mekanizmasının yanında idealin, normun, kuralın ne olduğunu halkın ihtiyaç ve beklentilerinden yola çıkarak tespit eden daha yaygın ve karmaşık bir iktidar ağı da oluşmaya başlıyordu. Eski iktidar, yasalaştırdığı kuralı, içini boş ve sıfırdan yazılabilir varsaydığı zihinlere ve coğrafyalara dayatmaya çalışırken, yeni iktidar, hitap ettiği halk topluluklarının geçmişten getirdikleri anlayışlarını, zihniyet farklılaşmalarını, yerel sorunlarını tüm karmaşıklıklarıyla beraber göz önünde bulunduruyor, verili tarihsel-toplumsal koşullara göre siyaset üretiyordu.
AKP, siyaset ürettiği nüfus gruplarına dair tüm farklılaşmaları ve karmaşıklıkları eskilerin yaptığı gibi tekil bir norma uydurmak adına dışlamak yerine, ancak ve ancak kapsayarak, içererek, iktidara eklemleyerek Ankara merkezli siyasetteki yerini kuvvetlendirebileceğini görmüştü. Merkezi iktidarı elde tutabilmenin yolu artık yerel örgütlenmenin etkinliğinden geçiyordu ve halkla sorunların çözümü noktasında her gün karşı karşıya gelinen belediyecilik faaliyetleri bu noktada kilit öneme sahipti. Böylece Türkiye’de siyaseti bir ideoloji, bir ahlaki duruş veya bir değerler çatışması olarak değil, nüfusun ve o nüfusu oluşturan tek tek bireylerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ihtiyaçlarının tespit edilip karşılanması anlamında ‘yönetimselliğe’ dair teknik bir mesele olarak değerlendiren bir yapının oluşmaya başladığını hep beraber gözlemledik, gözlemliyoruz. Bu noktada başbakan Tayyip Erdoğan’ın sık sık ‘ideolojik’ siyaset yapmak, ideolojilerle oyalanmak (yani vakit kaybetmek ve iş verimini düşürmek) yerine doğrudan ve vakit kaybetmeksizin kalkınmaya, gelişmeye, yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik ‘çözüm’ ürettiklerini vurgulaması da bu anlayışın en yetkili ağızdan bir ifadesi olsa gerek. Siyasi meselelerin bundan böyle artık ideal toplumun nasıl olacağına dair farklı tahayyüller arasında vuku bulan bir değerler ve ideolojiler çatışması olarak değil de hâlihazırda var olan gündelik yönetimsel ihtiyaç ve beklentilerin karşılanması olarak görülmeye başlandığı, kısacası siyasetin tanımının yeniden yapıldığı bir dönemi yaşıyoruz.
Türkiye’nin 2000’li yıllardaki ‘muhalif’ siyasi yelpazesini oluşturan solcular, liberaller ve Kürtlerin bir kısmı, işte tam da bu noktada, AKP’nin siyaseti halka hizmet anlamında yönetimsel bir teknoloji haline getiren yaklaşımına cevap vermek ve alternatif bir siyaset üretmekte sıkıntı çektiler. Liberal solun ve Kürtlerin bir kısmı AKP’nin hizmet, yerellik, çoğulculuk, kapsayıcılık, çokseslilik vurgularını zaman zaman sorgulamaksızın benimsedi. Yine solun ve Kürtlerin bir kısmı kendilerini, ‘Ordu-Devlet Elitleri-CHP’ye’ karşı ‘Liberal-Halkçı-AKP’ karşıtlığının çıkışsızlığına teslim ederek taraflarını militarist elitizme karşı demokratik liberalizmden yana koydu. Peki, iddia edildiği gibi ortada böylesi bir çıkışsız ikili karşıtlık var mıydı? Başka üçüncü, dördüncü, beşinci yollar gerçekten kapanmış mıydı? AKP gerçekten de yegâne demokratik alternatifimiz miydi? Eğer AKP’nin yegâne alternatifimiz olduğunu düşünüyorsak, böyle bir söylemin kabul görmesi ve yerleşmesi nasıl mümkün olmuştu? Tüm bu sorulara daha yakından bakabilmek için, AKP’nin kural dayatıcı olmak anlamında normatif ve disipline edici değil, verili koşullara uymak ve bu koşulları iyileştirmeye çalışmak anlamında yönetimsel bir siyaset yürüttüğüne ve bu anlamda da ideolojik (Kemalist) devlet elitizmi karşısında tek alternatif olduğuna dair söylemi mümkün kılan tarihsel ve toplumsal koşulları yeniden ele almak herhalde yerinde olacak.
Bu sorgulamayı yaparken pek tabii akla gelen ilk soru şudur: “AKP’nin politikaları gerçekten de bir ideolojiden, belli bir değerler sistemine yönelişten, somut bir ahlaki-normatif duruştan yoksun mu?” Bu soruya “elbette hayır” yanıtını versek ve AKP’yi neo-liberalizmle muhafazakârlığı bağdaştıran ideolojik bir siyasi yapı olarak değerlendirsek bile geriye hâlâ yanıtlamamız gereken bir soru kalıyor: “Peki, AKP yürüttüğü siyasetle nasıl oluyor da yaptığı işi ideolojik değil yönetimsel bir çalışma olarak yansıtabiliyor?” Kendisini neredeyse apolitik teknik bir araç, verili sorunlara, akıl ve hesap yoluyla çözüm üreten bir mühendislik kurumu gibi lanse eden AKP’nin seçmenler nezdinde de bu şekilde algılanıp benimsenmesini, böylece siyasi alanın iktidar ve ona muhalefet eden alternatifler yerine ‘alternatifsiz bir iktidar’ ve ‘ona eklemlenmeye çalışanlar’ olarak yeniden çizilmesini mümkün kılan koşullar neler? Kısacası AKP’nin politikalarında bu kadar ‘yeni’ olan ve onu öncekilerden bu kadar farklı kılan nedir?
Türkiye’de İktidarın Kuruluş Dinamikleri
Bu sorunun, yani AKP’yle birlikte gelen neyin ‘yeni’ olduğunun cevabı hiç kuşkusuz AKP’nin kuruluş felsefesinde, söyleminde ve Türkiye siyasetindeki konumunda nelerin ‘eskisi gibi’ olduğuna bakmakla verilebilir. Zira AKP, ne bir anda ortaya çıkmış ne de yoktan var olmuş bir parti. Öte yandan, AKP’nin temsil ettiği anlayış hiç şüphesiz Türkiye siyasetinde bürokrat elitlere karşı yükselen halkçı ve popülist bir tarihsel geleneğin, yani şu an Türkiye’de kendilerini birbirlerine karşıt olarak kuran iki ana siyasi akımdan birinin mirasçısı.
Elbette bu noktada, tüm Türkiye siyasi tarihini birbirine karşıt iki kampın bir çatışması olarak düşünmek, yerinde ve tatmin edici bir açılım değil. Zira Türkiye Cumhuriyeti’nin 80 küsur yıllık tarihi boyunca bu kamplaşmalar her daim biçim ve içerik değiştirmiş, kamplaşan taraflar da sıklıkla birbirlerinin söylemlerini devralarak yer değiştirmiştir. Ancak öte yandan, siyasi tercihlerimize yönelik söylemsel alanın, (çatışan söylemlerin içerikleri zaman içinde farklılaşsa ve değişse de) son kertede hep bir ikili karşıtlık üzerinden tanımlanageldiğini de unutmayalım. Dolayısıyla biraz da bugünden geçmişe bakarak okunan şu uzlaşmaz Kemalist-İslamcı ayrılığı böylesi bir tarihsel geleneğin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Daha önce ‘devletçi seçkinler’ karşısında ‘halkçı popülistler’, ‘batılılaşma ve laiklik’ karşısında ‘gelenekler ve din’, ‘kalkınmacı devlet anlayışı’ karşısında ‘geri kalmış halk yığınları’ biçiminde zuhur eden bu karşıtlığın 1980 sonrasındaki en kristalize hali Ordu-Kemalist ittifakı karşısında Liberal-İslamcı ittifakı biçiminde gerçekleşti.
Türkiye’de iktidarın kuruluşunda her daim süregiden bu ikili karşıtlık, aslında iktidarın işleyişinin ana dinamiklerinden, olmazsa olmazlarından biriydi hiç şüphesiz. Zira böylece gerek ‘seçkinci-laik-batıcılar’ gerekse ‘halkçı-islamcı-gelenekçiler’ kendi fantazileri ile gerçeklik arasında hep bir yarık, ulaşılmaz bir gedik, aşılmaz bir eşik olduğunu iddia edebildiler. Bu aşılamaz eşiği aşmaya yönelik asla tükenmeyecek çaba ve arzu, iktidarın halk topluluklarına kesintisiz bir biçimde müdahale etmesinin, onları biçimlendirmesinin önünü açıyordu. Devlet seçkinlerinin fantazisine göre ideal olan batılı-laik-modern bir Türkiye idi; ancak halk yığınlarının geride ve geçmişte kalmış zihniyet yapıları ve yaşam tarzları böylesi bir dönüşümü kaldıracak kapasitede değildi. Böylece, devlet seçkinlerinin ‘modern Türkiye’ idealine yönelik fantazisi gerçeklikte her zaman başarısızlığa uğrayan, başarısızlığa uğradıkça da yeniden tekrar tekrar inşa edilen bir proje olarak halk topluluklarına müdahale etmenin mütemadi bir yolu olarak üretildi. Öte yandan, İslamcı-halkçı-gelenekçilerin fantazisine göre ideal olan halkın ‘gerçeklerine, gelenek ve adetlerine’ uyan Türkiye’ye özgü, ‘taklitçi olmayan’ bir yaşam tarzıydı. Böylesi bir fantazi de hiç şüphesiz daha baştan kaybetmiş olarak işe başlıyordu. Zira Kemalist devlet elitleri, alfabeyi, giyim kuşamı, Türkiye tarihini İslam tarihiyle bir arada algılayan bir anlayışı baştan aşağı değiştirerek geçmişi silmiş, geri dönülmez biçimde ortadan kaldırmıştı. Böylece İslamcı-gelenekçi fantazi de geçmişin, tarihin, bizi biz yapanın kaybedildiğine dair nostaljik bir söylemden hareketle asla ulaşılamayacak ama ulaşmaya çalışmaktan da vazgeçilemeyecek Türklüğe ve Müslümanlığa ait bir geçmişin, bir özün, bir kökenin peşinden koşma şiarıyla kendisine sonu gelmez bir müdahale alanı açıyordu. Kısacası, her iki grup da, başarısızlık, imkânsızlık, ulaşılmazlık üzerinden hem halka hem de birbirlerine müdahale etmeyi mümkün kılarken ortada bir siyasi mücadele, bir siyaset imkânı, demokratik bir tartışma ortamı varmış intibası uyandırdılar. Bizler, biz sıradan vatandaşlar ise, yerel bir Müslümanlığa veyahut Batılı bir modernliğe dair geliştirdiği fantazileri hayata geçirmeye çalışan ama bunu yapmaya çalışırken sonu gelmez engellerle karşılaşan, dolayısıyla bir türlü tam olarak iktidar olamayan, başarısızlığa baştan mahkûm bir siyasetin müdahale alanı olarak görüldük her daim. Türkiye’de muktedirler, siyaseti modernliğe veya geleneğe dair ulaşılamayacak fantazilerin nafile projelerine hapsederek ve egemenliklerini, kaybetme, bölünme ve başarısızlığa uğramaya dair sürekli bir tehdit algısı üzerine kurarak aslında Türkiye’deki iktidarın alanını, siyasetin sınırını çizdiler. Bu alanın dışında söz söyleme ve siyaset yapma imkânlarını da böylece marjinalleştirmiş, adeta sınırdışı etmiş oldular.
Tüm bu açılımlar bize şunu gösteriyor: Türkiye’deki seçkincilik ve halkçılık, laiklik ve dindarlık, Kemalistlik ve İslamcılık gibi karşıtlıklar aslında aynı aynanın iki yüzünden ibaret. İslamcılık, nasıl tam da Kemalizmin gelecekteki modern bir Türkiye için geçmişle bağların koparılması gerektiğine dair fantazisinin açtığı yarıkta ‘yok edilen geçmişimiz’e ve ‘özümüz’e dair bir tür nostaljik karşı fantazi üzerinden var oluyorsa; Kemalizm de ancak ve ancak İslamcılığın modern bir geleceği imkansız kılacak biçimde geçmişe, ‘karanlık çağlara’ geriye dönüşü amaçladığına dair bir fantazinin karşıtı olarak kendisini kuruyor. Kısacası Kemalizm olmadan bir İslamcılık olamayacağı gibi İslamcılık olmadan da Kemalizm mümkün değil.
Öte yandan zaten Türkiye tarihi de bu karşıt gibi gözüken ama aslında birbirlerini mümkün kılan tarafların sıklıkla çakıştığına, ortaklaştığına, kesiştiğine dair örneklerle dolu. Daha henüz cumhuriyetin kuruluşunda, Kemalist elitlerin anayasal bir zorunluluk olarak benimsedikleri laiklik fikrinin, İslamcıların iddiasının aksine devletin dinsizleşmesi veya tüm bir dini inanç sisteminin yok edilmesinden ziyade dini meselelerin bundan böyle doğrudan devletin tasarrufuna tabi olması ve devlet tarafından kontrol edilmesi noktasında iş gördüğünü söyleyebiliriz. Doğrudan başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığı da ancak bu şekilde açıklanabilir. Kısacası, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca, din ve laiklik üzerinden dönen tartışmaların büyük çoğunluğunu bir bastıran – bastırılan çekişmesinden ziyade Kemalistler ve İslamcılar gibi farklı iktidar odaklarının din alanı üzerinde hâkimiyet kurma mücadelesi olarak okumak herhalde daha yerinde olacaktır. Ortaöğretim okullarında din dersini zorunlu kılan, ‘komünist tehlike’ye karşı İslamı ve İslamcıları yüceltip besleyenlerin 12 Eylül darbesinin hazırlayıcısı laik, Kemalist ve seçkinci Türk Silahlı Kuvvetleri’nin subayları olduğunu herhalde hiçbirimiz unutmadık. 1983’te, askeri darbe sonrası gerçekleştirilen ilk genel seçimlerde, kendisini asker diktasına karşı demokrasi havarisi olarak gösteren ve böylece çok büyük bir oy oranıyla iktidara gelen Anavatan Partisi başkanı ve Türkiye’nin ilk ‘sivil’ cumhurbaşkanı, popülist ve muhafazakâr Turgut Özal’ın aynı zamanda 1980 döneminde askerler tarafından kurulan teknokratlar hükümetinin ekonomi bakanı olduğu da unutmadıklarımız arasında. Dolayısıyla, 2007 genel seçimlerinden önce İslamcılığa ve AKP’ye açıktan açığa diş bileyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, seçimlerden sonra sessiz bir anlaşmaya varmışçasına Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına ses çıkarmamasına da; seçimlerden önce TSK aleyhinde söylenmedik söz bırakmayan AKP yandaşlarının Güneydoğu’da izin vermeyeceklerini söyledikleri askeri operasyonlara seçimlerden hemen sonra alkış tutmasına da şaşırmamak gerekir.
Tüm bu anlamlarda AKP’nin, Türkiye siyasetindeki bu kısır ikili karşıtlıklar geleneğini yeniden üretmek noktasında ‘eskisi gibi’ olduğunu ifade etmek gerekiyor. Bu ikili karşıtlık içinde hiç şüphesiz AKP, geçmişin, geleneklerin, özümüzün, halkın ve dinin gerçekliliğinin yok edildiğine dair nostaljik söylemin açtığı alanda kendisine yer buldu. 1980 sonrasında, ‘komünist tehdit’ karşısında İslam’ın ve İslamcılığın yeniden keşfedildiği, Müslümanlığın ve Türklüğün özüne dair fantazilerin yeniden üretildiği bir siyasi ve toplumsal coğrafyada filizlendi. Özal’ın ANAP iktidarı dönemi boyunca yerleştirdiği popülist söylemden beslendi. Ne var ki, AKP, Refah Partisi’nden ayrışması sırasında bir yandan İslamcı hareketin geçmişe ve kökene dair nostaljik fantazisini alıp bu fantaziyi şimdiye ve bugüne uyarlamayı bir yandan da ANAP’ın merkezi popülist söylemini alıp bunu elinde bulundurduğu belediyelerin imkanlarını kullanarak yerel alanda kurumsallaştırmayı, bu şekilde de kendisini ayrıştırmayı başardı. Böylece Türkiye’de yaşayan farklı toplulukların hâlihazırdaki ‘gerçek’ özü, ihtiyaçları ve beklentilerinin ne olduğuna dair tarafsız gözüken kapsayıcı bir fantazi oluşturdu. Bu fantazi üzerinden bir yandan AKP kendisini bu gerçekliğin temsilcisi yani halkın ihtiyaçlarını bilen, anlayan, kavrayan ve kapsayan tarafsız bir yönetimsel yapı olarak inşa eder ve böylece kendisine geniş bir müdahale alanı açarken, bir yandan da Kemalist ve askeri elitleri halkın hâlihazırdaki ‘gerçeklerini’, özünü, ihtiyaç ve beklentilerini anlamaktan uzak, çağın ‘gerçekleriyle’ bağdaşmayan bir takım ideallerin peşinde koşan, dolayısıyla halkın kendini gerçekleştirmesini yani AKP’nin tam anlamıyla iktidar olmasını imkânsız kılan büyük bir engel olarak konumlandırdı. Tayip Erdoğan’ın AKP’nin kapatılma davasına karşı kaleme aldığı savunmasında dile getirdiği, davanın gerekçesinin aslında hukuki değil ‘ideolojik’ olduğu ve bu ‘ideolojinin’ çağın gerçekleriyle bağdaşmayan, halkın beklentilerine yabancı bir anlayışı temsil ettiği iddiası işte tam da bu konumlandırmaya dayanıyordu. AKP benzeri bir söylemi Ergenokon adı verilen dava sürecinde de sürdürdü. AKP’ye göre Ergenekon adı verilen ideolojik örgüt, AKP’nin halka hizmet götürmesi ve karşılığında da toplum tarafından büyük destek görmesinden rahatsız oluyor, hukuk dışı yollara başvurarak AKP iktidarını yıkmak maksadını güdüyordu. Şüphesiz, gerek AKP’ye karşı açılan kapatılma davaları, gerekse de Ergenekon adı verilen soruşturmalar süresince üretilen bu gibi söylemler AKP’yi her daim tehdit altında ve kendini savunma halinde gösteren bir resmin yeniden üretilmesine hizmet ediyordu.
Şimdi hazır AKP’de neyin ‘eskisi gibi’ olduğundan söz açmışken, isterseniz bu eskiden beri gelen siyasi anlayışın günümüzdeki tezahürlerine bakalım; AKP’nin kendisini nasıl olup da ideolojiden yoksun, halkla bütünleşmiş, yönetimsel ve bu anlamda alternatifsiz bir yapı olarak kurmayı, bir türlü iktidar olamamaya, başaramamaya ve hep engellere maruz kalmaya yönelik bu ‘eski’ siyasi anlayıştan beslenerek olanaklı kıldığını inceleyelim. Yazının sonraki bölümünde ise AKP’de neyin gerçekten yeni olduğuna bakıp bu yeniliğin içinde yeniden üretilen muhafazakârlığa karşı alternatiflerin neler olabileceğini tartışalım.
AKP ile Eskisi Gibi…
Türkiye 2008’den beri adına Ergenekon veya ‘derin devlet’ denilen yapılanmaya karşı yürütülen soruşturma sürecini konuşuyor. Tıpkı 2007 ve 2008 yıllarında tek ana gündem maddesinin Yargıtay Başsavcısı tarafından AKP’ye karşı açılan kapatma davası olması gibi 2008’de ve 2009’da da Ergenekon davasına dair haberler, spekülasyonlar ve tartışmalar, televizyon ekranlarının, gazete köşelerinin, arkadaş sohbetlerinin en hararetli meselesi oldu. İşin ilginci, davanın açıldığı andan itibaren, Türkiye’nin, diğer büyük problemlerini, dertlerini, tasalarını, savaşı, yoksulluğu, sansürü unutmuşçasına sadece bu davayı konuşuyor olmasıydı. Türkiye, uzun yıllar boyunca Kürtlere karşı kullanılan ve yüzlerce ‘faili meçhul’ cinayetin gerçek faili olan ‘özel harp dairesi’ veya başka bir deyişle ‘derin devlet’e karşı 2008 yılındaki Ergenekon davası başlayıncaya kadar sesini yükselttiğine bugüne değin bir türlü hiç şahit olamadığımız AKP’nin, şimdi bir anda bu ‘derin devlet’ çeteleşmesi karşısında nasıl da muzdarip olduğunu izledi hep birlikte. Bu durum, tıpkı yıllar boyunca başta Kürt siyaseti yapanlar olmak üzere başka birçok siyasi partiye karşı açılan kapatma davalarına karşı hiç sesini çıkarmayan AKP’nin, kapatma davası kendilerine açıldığında nasıl da yeri göğü inlettiğini ve mazlum rolünü nasıl da başarıyla oynadığını hatırlıyordu. Bu sürekli tehdit algısı ve tüm bu tehditler karşısındaki mazlumluk hali, şüphesiz, AKP’den demokrasi havarisi, güvenlik ve haklarımızın baş savunucusu olarak bahsedilmesini sağlıyor. ‘Konuşan Türkiye’ veya daha doğrusu Türkiye’nin konuştukları duyulan ve işitilenleri, AKP’nin hukuk düzeninin yegâne güvencesi olduğunu iddia ediyor. Peki ya konuşmayan Türkiye veya daha doğrusu konuştukları duyulmayan ve işitilmeyen Türkiye ne düşünüyor bu olan bitenler hakkında?
Bugünden geçmişe baktığımızda, AKP’nin mecliste çoğunluğu elinde bulunduran parti oluşunu idrak edişimizin üzerinden geçen yedi yıl boyunca konuşan ve konuşmayan Türkiye’nin belli bir çoğunluğunun, karşılarına çıkan seçeneklerden her defasında AKP’yi seçtiğine tanık olduk. Bu çoğunluk onlara vaat edilen demokrasiye, barışa, zenginliğe ve özgürlüğe oy verdi. Demokrasiyi, barışı, zenginliği ve özgürlüğü; diktaya, savaşa, yoksulluğa, sansüre tercih etti. Bu tercihi onayladı, onaylamaya da devam ediyor.
Peki, AKP bu vaatlerini yerine getirdi mi, getiriyor mu ki, toplumun geniş kesimleri de AKP’yi oylamaya, onaylamaya devam ediyor? Yoksa uzun bir süredir alternatifsizlik söyleminin dayatmasıyla karşı karşıya kalıp ehven-i şer bir tercih mi yapılıyor her defasında?
Hiç şüphesiz AKP yaptıklarından çok ‘yapamadıklarıyla’ gündeme gelen, iktidarını böylece sürdüren bir parti oldu. Bu noktada, daha önce bahsettiğimiz, Türkiye’de geçmişten bugüne siyasi gücün kendine müdahale alanı açmasının temel direği olan ‘başaramama, seçilmiş olup da bir türlü iktidarda olamama ve bu yüzden iyi niyetli projelerini bir türlü tam olarak hayata geçirememe’ halinin ve söyleminin AKP iktidarını durmaksızın yeniden üretmekteki büyük başarısı kesinlikle yadsınamaz. Sürekli baskı, sürekli tehdit altında, halkı için bir şeyler yapmaya çalışan ama yapmak istediklerine bir türlü tam olarak müsaade edilmeyen mazlum bir iktidar olarak kuruldu AKP hükümeti. Mecliste çoğunlukta olup konuşan, ne var ki, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü ilkesinin silahlı korucularının verdiği kararlar karşısında son kertede susup oturan, adeta hegemonyalara karşı savaşan bir parti görünümünde oldu AKP. Bu ülkedeki büyük bir çoğunluk da tıpkı bir zamanların Demokrat Partisi, tıpkı bir zamanların Adalet Partisi, tıpkı bir zamanların Anavatan Partisi gibi askeri baskıya, hukuki yargıya, kontrgerillaya, “halk için halka rağmen” diyerek yola çıkan diktacılara karşı, halkının sesi, nefesi, isteklerinin bekçisi olup da her defasında yine yenilen ‘muhalif’ bir ‘iktidarı’ onayladı her defasında. AKP, 2007 genel seçimlerinden önce istediği cumhurbaşkanı adayını demokrasi dışı güçlerin baskısıyla seçtiremeyen, hemen ardından gerçekleşen seçimlerde aldığı yüksek oy oranı sonucu istediği cumhurbaşkanı adayını seçtirmesine rağmen bu kez laik rejimi tehdit ettiği gerekçesiyle Yargıtay Başsavcısı tarafından kapatılması talep edilen, kapatma davası reddedildikten sonra ise bu defa Ergenekon çetesince hukuk dışı yollarla iktidardan alaşağı edilmek istenen, sonuçta bir türlü ülkesi ve halkı için yapacağı açılıma ve atılıma fırsat verilmeyen bir parti olarak gündemin baş sırasındaki yerini her zaman korudu. Yaptıklarıyla değil, yapamadıklarıyla, yaptırılmadıklarıyla bilindi; tıpkı kendisi gibi mazlum, ezilmiş, bastırılmış olanların dostu olarak tanındı ve öyle sevildi. Öyle veya böyle, AKP hep mazlum rolünü, ‘ezilenin dostu’ figürünü, ‘muhtaçların çaresiyim’ oyununu oynamasını çok iyi beceren bir iktidar olarak belirdi karşımızda. Sadece Türkiye’deki mazlumların değil, İsrail’in Gazze işgali karşısında direnmeye çalışan mazlum Filistinliler’in de dostu olarak ortaya çıktı AKP hükümeti. Daha 1 Mayıslarda sokaklarda dövülenlerin canlarının acısı geçmemişken bu kez kitleler hükümet desteğiyle sokaklara döküldü. Tayyip Erdoğan, Davos’ta ‘zalim’ İsrail cumhurbaşkanı Peres’e karşı mazlum halkların savunucusu ‘mazlum’ bir başbakan olarak meydan okurcasına “Siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyerek salonu terk etti. Erdoğan bu sözleri söylediğinde gözyaşları içinde onu alkışlayanlar, çok gerilerde değil daha 2006 yılının Mart ayında, Diyarbakır’da meydana gelen olaylar karşısında “güvenlik güçleri kadın da olsa çocuk da olsa gerekeni yapacaktır” diyenin aynı Erdoğan olduğunu hiç şüphesiz unutmuşlardı. Öyle ki, her şey birden bire olduğunda hiç sorgulamıyorduk bile olan biteni. Tam da dünya çapındaki ekonomik kriz Türkiye’yi derinden etkilemeye başlamış ve bir yandan da 2009 yerel seçimleri yaklaşmıştı ki, AKP bir anda ezilen Filistin halkının hamisi, TRT 6 adıyla açtığı resmi Kürtçe kanalı ile şimdiye değin susturulan Kürtlerin sesi ve bugüne kadar Alevilerin tuttuklarını saklamak zorunda kaldıkları Muharrem orucunu TRT programlarıyla duyuran ve destekleyen bir can dostu olarak ortaya çıktı. Bu gibi hikâyeler aslında hep tekrarlanıyordu. 2008 yılında da, tam da işçi ve emekçilerin sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan yeni düzenlemeler mecliste görüşülür, sokaklarda protesto gösterileri ve kısa süreli grevler düzenlenirken, birdenbire AKP’nin kapatılacağı tutmuştu örneğin; hem de sırf halkının ‘özünü’, geleneklerini, dinini, edebini, adabını, örfünü savunduğu ve üniversitelere türbanlı öğrencilerin girmesine izin verdiği için. Elbette bu tarihsel çakışmalara, tesadüflere ve bu birdenbireliğe bakarak komplo teorileri üretmek yersiz. Ancak AKP’nin, yürüttüğü neo-liberal politikaların yan etkilerini görünmez kılarken bir yandan da kendini halkının gelenekleri, özlemleri ve arzuları için feda eden cefakâr bir hizmetkâr gibi göstermekte en ufak fırsatı bile kaçırmadığını ve her imkânı sonuna kadar en etkili biçimde değerlendirdiğini fark etmemek de mümkün değil.
Peki, AKP sadece yapamadıklarıyla, edemedikleriyle, engellendikleriyle mi seçildi, seçiliyor? Kendini ve varlığını savunmaktan geriye kalan zamanlarında neler yaptı, neler yapıyor da birçokları ortada başka bir seçenek olmadığını, durduk mu geriye düşeceğimizi, dolayısıyla aynı yolda devam etmemiz gerektiğini düşünüyor, AKP’yi alternatifsiz tek iktidar olarak yeniden onaylıyor?
2007 genel seçimlerinden önce Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde yaptığı konuşmalarda başbakan Tayyip Erdoğan, sorunlara çözüm olacağını, savaşı durduracağını, sınırlar ötesinde bir operasyona müsaade etmeyeceğini yer yer açıkça, yer yer de ima yollu ifade etmişti. AKP iktidar olmazsa savaş olacaktı. Sınırlar aşılacak, kardeş kardeşe kırdırılacaktı. Oysa bölge zaten yoksuldu, imkânları sınırlıydı. Savaş ve ölüm belki en son arzu edilen şeydi. AKP güçlüydü, DTP’den farklı olarak iktidarda olmanın verdiği imkânları kullanabilir, öncelikle barışı tesis edip sonrasında bölgeyi kalkındırabilirdi. Tüm kartlar masaya yatırıldığında, konuya yönetimsel teknik bir mesele olarak bakılıp hesaplar yapıldığında, halka hizmetten başka ideolojik bir gayesi yokmuş gözüken ve kendisi de yok yere savaş olsun istemeyen AKP tek seçenek olarak ortaya çıkıyordu, başka şans yoktu. Konuşmayan, konuşsa da sesi duyulmayan Türkiye de savaş ve ölüm istemiyordu. Ve AKP böylece, 2007 genel seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde en büyük çıkışını yaptı, bazı şehirlerde yüzde 70’lere varan oranlarda oy alarak iktidarını perçinledi. Sonrası mı? Sonrası malum. Çok geçmeden savaşın barış olduğunu öğrendik hep birlikte. AKP ve TSK al takke ver külah hesabı, al sana cumhurbaşkanı ver bana Kürdistan’ı noktasında anlaşmıştı. Böylece, Şubat 2008’de, TSK, Türkiye sınırları dışındaki PKK hedeflerine yönelik 25. sınırötesi kara operasyonunu düzenledi. Sahi, hani sınırlar ötesine bir operasyon olmayacaktı? Ama AKP’ye göre savaş, barışı tesis etmek için yapılıyordu zaten. Başta söylenen vaatlerle çelişen bir şey yoktu. Milli Savunma Bakanlığı da ‘saldırı’ emrini ülke içi ve dışında güvenliği ‘savunmak’ olarak gerekçelendirdi. Savunmak için saldırmak, barışmak için savaşmak, dostu düşmandan ayırmak pek tabii mazlum iktidarın fedakârca ve cefakârca altına girdiği yükümlülüklerden birkaçıydı. Hiç şüphesiz iktidar, yaşatmak için öldürüyordu.
AKP’nin genel seçimlerden önce dile getirdiği bir diğer vaat ise ulusal kalkınmaya yönelikti. Ülke kalkındıkça fertler zenginleşecek, refah ve bolluk artacak, kimse açta açıkta kalmayacaktı. Hem zaten AKP iktidarı boyunca ülke ekonomisi hızla büyümemiş miydi? Tüm teknik hesaplar bunu böyle gösteriyordu. Gerçekten de enflasyon yüzde onun altına düşmüş, Amerikan Doları Türk Lirası karşısında en düşük seviyelerine inmiş, kişi başına düşen milli gelir neredeyse dörde katlanmıştı. Peki ya bu milli gelir her kişinin başına eşit paylar halinde mi düşüyordu? Yoksa kiminin geliri dörde katlanırken kimininki yarıya mı iniyordu? Bunu pek soran, kurcalayan olmasa da yapılan araştırmalar AKP iktidarının başlangıcından bu yana geçen yedi yıldan beri maaşlı olarak çalışan kesimlerin alım güçlerinin yaklaşık %30 oranında azaldığını gösteriyor. Demek ki, ülke nüfusunun oldukça küçük bir kesimi zenginleşirken nüfusun çok büyük bir kısmı yoksullaşıyor. Peki, o zaman yoksullaşan insanlar neden AKP’nin zenginleşme vaadine oy veriyor? Başta CHP olmak üzere bir kesim sözde muhalefet partisi bunu AKP’nin seçimlerden önce yakacak, yiyecek ve giyecek yardımı yapmasına bağladı. Onlara göre AKP halkı kandırmıştı. Ne var ki, oy bekledikleri halkı şekerle kandırılabilen çocuklar olarak varsayan zihniyet, konuşmayan Türkiye’yi aptal yerine koyarak en büyük hatasını yaptı. Zira konuşmayan Türkiye, tıpkı savaş ve ölüm istemediği gibi enayi yerine koyulmak da istemiyordu. Aç kalmak, üşümek, soğuklarda donmak ise hiç istemiyordu. Bunun için de hesabını iyi yapıyordu. AKP’nin halkın temel ihtiyaçlarına yönelik yardımları elbette sadece seçim öncesindeki oldukça kısa dönemde gerçekleşmemişti. Belediyeleri, vakıfları, türlü cemaatlerin oluşturduğu hayır derneklerini etkin bir biçimde yöneten AKP, insanları her gün yedirdi, her gün giydirdi, her gün ısıttı. Başka partiler, başka örgütler, başka görüştekiler, yapısal sosyal yardım reformları talep edip devleti ele geçirmeyi hedefler, yoksulluk sorununun çözümünü de böylece merkezi devlete ve uzun yıllara bağımlı kılarken, AKP, solun ve sağın başka görüşlerinin uzun yıllardır uğramadığı, adını ve varlığını dahi bilmediği onbinlerce mahallede, yüzbinlerce sokakta her gün birkaç kişiyi doyurmasını bildi. Bunu yaparken elbette ‘muhtaç olanlar’ ve ‘yardım edenler’ ikiliğini, bu kategorik ve sınıfsal ayrımı muhafaza etti; böylece ihtiyaç sahibi olanları yardım edenlere, hayırseverlere, zenginlere, zenginleşenlere ve şüphesiz kendi iktidarına muhtaç kılmaya devam etti. Zira yoksullar yoksul kaldıkça zenginler daha zengin olacak, böylece ülke de kalkınacaktı. Hiç şüphesiz iktidar, zenginleştirmek için yoksullaştırıyordu.
Ne var ki, AKP’nin seçimlerden önceki en çarpıcı, en gösterişli ve en çekici vaadi düşünmenin, konuşmanın, farklı dil ve kültürleri temsil etmenin önündeki engellerin kaldırılması, anayasanın değiştirilmesi, özgürlüklerin artırılmasıydı. Çoğulluk, çeşitlilik ve farklılıklar dışlanmayacak, bilakis iktidar tarafından kapsanarak yansıtılacak, hükümet farklılıkların sesi olacaktı. Böylece konuşan Türkiye ile konuşmayan-konuşamayan-konuşturulmayan Türkiye arasındaki sınır ortadan kalkacak, herkes istediğini söyleyecek ve tartışabilecekti. Halkın iyiliğinin ne olduğuna bundan böyle artık Kemalist elitler, laik burjuvalar veyahut emekli-görevli askeri kurmaylar değil halkın kendi kendisi karar verecekti. AKP seçmenleri işte en çok da bu söylemiyle cezbetti ve hem sağın hem de solun farklı görüşleri arasında açılan geniş ve sınırları muğlâk bir alanı himayesi altına aldı. Geçmişin sosyal demokratlarının bir kısmı Ertuğrul Günay’ından Zafer Üskül’üne tam da bu yüzden AKP’ye katıldı. Haklar ve özgürlüklerin, demokrasinin ve sivil toplumun geliştirilmesi noktasında ÖDP’sinden DTP’sine ve Baskın Oran’ına kadar muhalefetin farklı kesimleri AKP’yi bu alanda birçok noktada destekledi ve alkışladı. Ve böylece gerçekten de AKP’nin iktidarda olduğu dönem boyunca Türkiye’de bir söz patlaması yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri artık açıktan açığa hem yolsuzlukları hem siyasi alana müdahaleleri hem de ülke içindeki savaşı sürdürmekteki ısrarı dolayısıyla daha doğrudan eleştirilir oldu. Kürt kelimesi artık daha rahat telaffuz edilmeye, Kürtler’in köylerinin boşaltılmasının ve yerlerinden edilmesinin gönül rızasıyla değil zorla ve baskıyla gerçekleştirildiği artık açıkça söze dökülmeye başladı. Yüz binler sokaklara dökülüp “hepimiz Ermeni’yiz” bile diyebildi. Ne var ki, bu söz patlaması sürerken bir yandan da Şemdinli’de, Ankara’da, Güngören’de bombalar patlamaya, TSK ülke içi ve dışında operasyonlarını sürdürmeye ve alkış almaya, Kürtler düzenledikleri sokak gösterilerinde öldürülmeye ve kınanmaya, Hrant Dink’in, Malatya’daki Hristiyanlar’ın ve Tarlabaşı’ndaki Siyahların canları alınmaya ve hiçe sayılmaya devam etti. Tıpkı 2007’nin 1 Mayıs’ında olduğu gibi 2008’in 1 Mayıs’ında da Taksim’e çıkmak ve barış içinde kutlama yapmak isteyen işçi, emekçi, öğrenci ve memur acımasızca tartaklandı, yaralandı, gözaltına alındı; İstanbul, AKP hükümetinin doğrudan emri ile hareket eden polis birlikleri tarafından her defasında adeta yeniden kuşatıldı ve işgal edildi. Video paylaşım sitesi Youtube, Atatürk’e hakaret içeren görüntüleri ihtiva ettiği için defalarca kapatılırken, Nokta Dergisi askeri hâkim emriyle basılıp geç geçmeden lağvedildi. Şemdinli davasında eski genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ı çete üyesi olmakla suçlayan Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, AKP hükümeti zamanında görevinden alındı. Özgür Gündem Gazetesi’nin basılı olarak çıkmasına bir daha izin verilmezken, birçok Kürtçe internet sitesinin Türkiye’den erişimine yönelik yasaklar sürdürüldü. Bir yandan AKP hükümeti kendi eliyle resmi Kürtçe kanal yayınına başlarken bir yandan da Kürtçe yayın yapan tüm diğer televizyon kanalları üzerindeki sansür ve baskı devam etti. Ordu içinde artan intiharlara, çatışmalarda ölen asker ve gerilla sayılarına, esir alınan askerlerin başına gelenlere ve çıkarıldıkları mahkemede neler konuşulduğuna dair bilgiler ile birlikte Türkiye’nin şiddet politikalarına dair dış basında çıkan haberler de çarpıtma, yalanlama ve yasaklama gibi çeşitli yöntemlerle sansür edildi. Bu sansürü ifşa etmek isteyenlerden sokaklara dökülenlerse kıyasıya dövüldü.
Peki, AKP’nin iktidarından bu yana gelişen bunca söz, demokrasi, hürriyet patlaması, nasıl oluyordu da bilgi ve haber almaya ve vermeye yönelik sansür, baskı ve yıldırma politikalarıyla bir arada işleyebiliyordu? Bir yanda gerçekten de miktar olarak sözlü ve yazılı ifade olanakları artmıştı. Konuşan Türkiye daha da çok konuşuyordu demek ki. Konuşan Türkiye, artık hem kendi adına, hem de konuşmayan, konuşamayan, konuşturulmayan Türkiye adına bol bol konuşuyordu anlaşılan. Konuşan Türkiye, bol bol konuşarak aslında neyin nasıl konuşulacağını belirliyordu. Sözün kapsamı, içeriği, miktarı artıyor, böylece kategoriler yeniden tanımlanıyordu. Sonunda, sözün sınırı, sanki bir sınırı yokmuş gibi gözükecek kadar genişliyor, sanki her şey söylenebilecekmiş gibi gözüküyor, bunca özgürlüğe rağmen hala susturulduğunu, bastırıldığını, konuşturulmadığını söyleyenler ise bundan böyle artık katiyen uzlaşılamaz azılı teröristler, vefasız hainler, insanlıktan çıkmış haddini aşmışlar olarak ifşa ediliyordu. İşte tam da söz söyleme eşiğinin aşıldığı o noktada, yasaklar, sansürler, kapatmalar başlıyordu. Bir yanda resmi bir Kürtçe kanal varken yasadışı ilan edilen diğer tüm Kürtçe kanallarını izlemekte ısrar edilmesi ‘iyi Kürt’ ve ‘kötü Kürt’ arasındaki sınırı çizip bu ülkenin nüfusunun belli bir kesimini ötekileştirirken; başbakanın organize ettiği Alevi iftarına gelenler ve gelmeyenler arasında yapılan ayrım da yine benzeri bir şekilde devletine ‘sadık’ olanların yanında ‘hain’ Aleviler’e dair bir sınıflandırmaya gidilmesine yol açıyor ve böylece normun dışında kalanlar, devletin düşmanları olarak yeniden inşa ediliyordu. Dolayısıyla başta çelişikmiş gibi gözüken söz hürriyeti ve sansürün aslında aynı mekanizmanın uzantıları olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
Tüm bunlara bakarak bu söz patlamasının, tıpkı daha önce 2006’da Şemdinli’de, 2007’de Ankara’da ve 2008’de Güngören’de patlayan bombalar gibi belli bir yöne, belli bir kontrol ve denetim mekanizmasına doğru yönlendirilmiş olduğu şüphesini duyabiliriz hiç kuşkusuz. Yine elbette burada, komplo teorileri üretmekten ziyade, kastedilen durum, Türkiye içinde 80’ler sonrasında başlayan ve AKP iktidarı ile açıkça desteklenen bu söz patlamasından, konuşma bolluğundan, ifade hürriyetinden bir özgürleşmeyle beraber gelen yaygın bir denetim ve kontrol mekanizması olarak faydalanılmak istendiği gerçeğidir. Zira söz bir yandan patlarken iktidar da bir yandan o söze yön vermek ve sözün sınırını çizmek telaşından asla vazgeçmedi. Böylece söz söyleyen insanlar, iktidarın yön verdiği kategoriler ve sınırlarla, bir anlamda iktidarın ta kendisiyle özdeşleşti. Sonuçta tüm bu söz patlaması içinde, söylenebilir olanın sınırını aşanlar hain olarak ilan edilirken, söylenebilir olanın sınırları içinde konuşanlar da bu kez artık bir dayatma sonucu değil de ‘özgürce’ kendi arzu ve seçimlerini ifade ediyorlarmışçasına hareket eden resmi söylemin aktif üreticileri haline geldiler. Böylece Küçük Mehmetler iyi birer asker, Küçük Ayşeler iyi birer anne, Küçük Hrant Dinkler ve küçük Uğur Kaymazlar ise azılı birer düşman olarak üretildi, üretiliyor. Söylem alanı genişledikçe, iktidarın alanı da söylem alanına dâhil olarak iktidara eklemlenmeyi arzu eden özneler üzerinden genişleyip yaygınlaşıyor. Konuşan Türkiye daha çok konuştukça, konuşmayan Türkiye’nin sessizliği ve suskunluğu daha bir duyulmaz oluyor. Hiç şüphesiz iktidar, susturmak için konuşturuyor.
Evet, konuşan, duyduğumuz Türkiye’ye göre, barışı, zenginliği ve özgürlüğü yaşıyoruz. Konuşmayan, sesi duyulmayan Türkiye’ye göre ise durum biraz daha karmaşık. Konuşmayan Türkiye’ye göre, bugün ölmemek, öldürmemek için oy verilen seçimlerin akabinde savaşı yaşıyoruz. Aç kalmamak, açıkta donmamak için oy verilen seçimlerin akabinde iktidara daha da bağımlılaştığımızı ve daha da yoksullaştığımızı görüyoruz. Daha çok söz söylemek, görüşlerimizi daha özgürce ifade etmek için oy verilen seçimlerin akabinde daha da suskunlaştığımıza ve bu sessizliğe daha da alıştığımıza tanık oluyoruz. Ama Türkiye ister konuşsun ister konuşmasın, sonuçta yaşanan durum değişmiyor. Yine kalkıp ehven-i şer AKP’yi İsrail’in zulmünden, Ergenekon çetelerinden, kapatma davalarından kurtarmaktan başka imkânımız, başka çaremiz, başka yazgımız yokmuş gibi gözüküyor. İşte AKP kendi iktidarını tam da bu yazgılı olma hali üzerinden kuruyor. Seçeneksizlik, çıkışsızlık, alternatifsizlik…
AKP ile Değişenler ve İktidarın Ötesindeki Alternatifler…
Aslında bugüne kadar gerçekleşen genel ve yerel seçimlerin hemen ardından, AKP’nin kendisini seçeneksizlik, çıkışsızlık, alternatifsizlik üzerinden kuran stratejisi ifşa olmuş ve bu durum hem liberal hem de sol çevrelerde gözlemlenen değişime ve uzlaşıya dair iyimser havanın yerini her seferinde yavaş yavaş hayal kırıklığına bırakmasına yol açmıştı. Yine de iktidara alternatif olduğunu iddia eden Türkiye’deki birçok oluşum seçimler sonrasında da sırtını AKP’ye yaslamaktan vazgeçmedi. Böylece, gerek AKP’nin seçim propagandaları döneminde ürettiği son derece yüzeysel çoğulculuk, kapsayıcılık ve uzlaşı söylemi karşısında kendi farklılığını ortaya koyacak yerde bu söylemlere eklemlenen, gerekse seçimlerin hemen ardından hükümetin varolan düzeni yani sınıfsal eşitsizlikleri, süregiden ırkçılığı, yoksulluğu ve çatışma ortamını muhafaza etmeye yönelik politikalarını ifşa edeceği yerde AKP hükümeti tarafından tanınma, ciddiye alınma ve meşru görülme siyaseti güden tüm oluşumlar iktidar alanı içine eklemlendikçe silinip gitti, silinip gitmeye de devam ediyor.
Oysa AKP’ye ümit bağlayanların bu ümitlerinin boş olduğunu görmeleri için AKP’nin seçim stratejisini biraz daha dikkatli analiz etmeleri yeterli olabilirdi. 2009 yerel seçimlerinin hemen öncesinde halkın karşısına resmi Kürtçe televizyon kanalı, Alevi açılımı ve Gazzeliler’e destek kampanya ve eylemleri ile çıkarken aynı zamanda Kürtçe yayın yapan diğer tüm özel televizyonları yasaklayan ve baskı altına alan, Alevi köylerine camii yaptırmayı sürdüren, 1 Mayıs ve Newroz eylemlerinde polise aşırı şiddet kullanma emrini veren aynı AKP hükümeti değil miydi? Veya 2007 genel seçimleri öncesinde Kuzey Irak’a yönelik olası bir operasyonu engellediği iddiasıyla Kürt seçmenlerin oyunu talep ederken tam da aynı dönemde Türkiye sınırları içindeki operasyonların 90’lı yılları andırır derecede şiddetlenmesine yeşil ışık yakan yine AKP hükümeti değil miydi? Sahip olduğu belediyeler aracılığıyla yıllardır yoksullara gıda, sağlık ve barınma konularında yardım yapıp geniş kitlelerin kısa vadeli taleplerini tatmin ederken aynı zamanda yoksulların uzun vadede her zaman yine yoksul ve dolayısıyla her zaman yardıma muhtaç, bağımlı ve zorunlu bir işgücü olarak muhafaza edilmesini amaç edinen de AKP hükümeti değil miydi? Birçok liberal aydının, akademisyenin ve muhalif olduğunu iddia eden siyasetçinin seçim kampanyaları süresince AKP’nin farklı kimlik ve görüşleri hoş görmeye yönelik uzlaşmacı söylemine kapılıp bu uzlaşının aslında herkesin AKP’nin görüş ve politikalarına tabi olduğu derecede gerçekleşeceğini okumamış olması düşündürücüdür. AKP’nin uzlaşı söylemi, yapısal ve kökten bir değişimi sağlamak şöyle dursun tam da bunun karşısında, var olan düzeni ve yapıları korumak ve sürdürmek için bir araç, bir strateji olarak ortaya çıktığı halde liberal aydınlar ile Tayyip Erdoğan’ın çoğulculuk söylemleri arasında net ve açık bir farklılık olduğunu söylemek çok zordur. Birçok liberal aydın ve akademisyen, AKP’nin anti-Kemalist ve ordu karşıtı söylem ve eylemlerinden bir hayli etkilenerek ve bu söylem ve eylemleri demokratikleşme ve özgürleşmeye yorarak hareket ettiler. Zira bir yandan da, otoriter, jakoben, laik-muhafazakar kesimler karşısında ehven-i şer tek seçenek olarak ortaya çıkan AKP’den kendisini farklılaştırmak zaman zaman ordunun ve CHP’nin tepeden inmeci, şiddet yüklü ve uzlaşmaz politikalarına hizmet etmek olarak okunabiliyordu.
Hâlbuki bu ülkedeki muhalif siyasetçi ve entelektüelden beklenen ve hâlâ beklenmeye devam edilen, AKP-CHP veya AKP-Ordu karşıtlığı türünden suni ikili karşıtlıkların ötesinde, farklı, üçüncü, dördüncü, beşinci seçenekler, yani yeni siyasetler üretmeleridir. Zira daha önce altını çizdiğim gibi AKP ve ordu, dışa yansıtıldığının aksine mutlak karşıt güçler olmadığı gibi İslami veya laik her iki yönelim de elbirliği içinde hâlihazırdaki düzeni sürdürmeye yönelik muhafazakâr politikalar üretmektedir.
Her seçim, ardında, bize yine bölgedeki askeri operasyonların tüm hızıyla sürdürüldüğü, işkencenin, şiddetin ve ırkçılığın daha da yaygınlaştığı, yoksulun daha yoksul, zenginin daha zengin olmaya devam ettiği, görünürdeki bir söz patlamasının yanında sansürün, yasaklamanın ve saptırmanın daha da etkinleşerek yoğunlaştığı, erkeğin kadın, yaşça büyük olanın genç, heteroseksüelin eşcinsel ve militarizmin tüm bir toplum üzerinde tahakkümünü sürdüğü bir Türkiye’yi devrediyor. Yani kısacası çok bir şey değişmiyor. Değişen tek şey ve belki siyasi ve stratejik anlamda AKP’nin ‘başarısı’ olarak nitelenebilecek durum ise iktidar partisinin tüm bu eşitsizlikleri, şiddeti ve ırkçılığı perdelemek, yokmuş gibi göstermek ve göz boyamaktaki müthiş gücü ve bu gücün etkileri. Ve AKP bunu laik-jakoben-elitist kesimden ayrıştığı en önemli nokta ve Türkiye için bir yenilik olarak değerlendirilebilecek yönetimsel bir siyaset anlayışı ve popülist bir ‘cemaat siyaseti’yle başarıyor.
Evet, AKP’de yeni olan ve Türkiye siyasetinde belli bir değişikliği öngören durum, yazının başında da tasvir etmeye çalıştığım gibi, halkın verili koşullarını, beklenti ve ihtiyaçlarını öncelikli olarak dikkate alan bir iktidar rejimi olarak yönetimsellik anlayışının benimsenmesi oldu. Bu anlayış, halkı oluşturan farklı nüfus gruplarını kendi içlerinde farklı özellikler gösteren, farklı beklenti ve arzuları olan kendilerinden menkul cemaatler olarak algılıyor ve bu cemaatlerin farklı ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla siyaseti çoğullaştırıyor ve yerelleştiriyor. Yönetimsellik veya ‘cemaat siyaseti’ derken işte bugüne değin alışık olduğumuz tepeden inmeci ‘uygarlaştırma-modernleştirme’ politikaları yerine yerele, bireye, mahalleye yönelen, kuralı veya sorunu tepeden tanımlayıp halkı ona göre dönüştürmek yerine yerelin kendi oluşturduğu kurala itibar eden, halkın kendi tanımladığı sorunlara yerelde cevap vermeye çalışan, beslenme, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçları yerel ağlar aracılığıyla karşılamaya yönelik bir siyaset biçimini kastediyorum. Bu anlamda, bir yandan disipline edici geleneksel iktidarın, kuralı ve normu içi boş ve dolayısıyla yeniden yazılabilir varsaydığı zihinlere ve coğrafyalara dayatmaya çalışan anlayışını sürdüren AKP’nin bir yandan da hitap ettiği nüfus gruplarının sorunlarını, verili gerçeklikleri, tüm farklılık ve karmaşıklıklarıyla beraber göz önünde bulunduran yeni bir siyaseti de aynı anda uyguladığı söylenebilir. Bu noktada, yerelliğe, otonomiye, özgür belediyeciliğin önemine ve insani ihtiyaç, beklenti ve zihniyetlerin farklılıklarını tüm karmaşıklığıyla beraber göz önünde bulundurmak gerektiğine yaptıkları vurgu ile öne çıkan radikal solcuların, AKP’nin uygulamaya çalıştığı yönetimsellik anlayışından ve cemaat siyasetinden bir hayli etkilendiklerinin, ancak böyle bir siyasetle kendilerini ayrıştırarak buna cevap vermekte zorlandıklarının altını bir kez daha çizmek gerekir.
Oysa çok açık ki, AKP’nin belirli bir çoğulluğu kapsayan siyaseti, zenginin yoksula ‘yardım’ etmesi, Türk’ün Kürt’e ‘hoşgörü’ göstermesi veya erkeğin kadına ‘izin’ vermesi gibi mekanizmalar üzerinden işleyerek aslında cemaat içindeki ve cemaatler arasındaki eşitsizlikleri muhafaza eden bir yapı arz ediyor. Böylece yoksulu zengine, Kürt’ü Türk’e, kadını erkeğe bağımlı ve tabi kılıyor; toplumu ezenler ve ezilenler olarak ayrıştırıp ezilenlerin kaderinin ezenlerin keyfî tasarrufuna bırakıldığı bir düzeni muhafaza ediyor.
İşte burada, dayatılan seçenekler dışında kendine ayrı bir yol çizerek farklı bir siyaset geliştirmek adına yola çıkanların tüm bu süreçlerden ve AKP’nin seçimlerdeki başarılarından çıkaracakları bir ders ve yine AKP’nin zihniyetine yönelik yapmaları gereken kapsamlı bir eleştiri var: Türkiye’de son yedi-sekiz yılda gerçekleşen hemen tüm seçimlerin bize gösterdiği şey, merkezi-otoriter-tepeden inmeci Kemalist-modernist bir disipline edici iktidar biçiminin sorunlara çözüm olma gücünü çoktan yitirdiği oldu. Artık güncel siyasetin yerele odaklanan, hedef kitlesi olan nüfus gruplarını içi boş ve sıfırdan yazılmayı bekleyen oluşumlar, yani birer ‘tabula rasa’ olarak değil, tam tersine tarihsel ve toplumsal karmaşık süreçlerden geçmiş, birçok doğal, coğrafi, teknik, kurumsal veya söylemsel koşul tarafından önceden biçimlendirilmiş farklı ve karmaşık cemaatler olarak görmesi gerekiyor. Böylece siyasetin artık bireyin ve toplumun verili ihtiyaç ve beklentilerini karşılamaya ve insanların sorunlarını yerinde, mahallinde çözmeye yönelik olarak geliştirilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Seçimlerin sonuçları, siyaset alanında hâlihazırda süregiden bu yöntemsel farklılaşmayı tüm çıplaklığıyla ifşa etmesi açısında etkili bir ders olarak değerlendirilebilir.
Ne var ki, bağımsız bir siyaset geliştirmek için yola çıkanların AKP’den açık ve net bir şekilde farklılaşması gereken nokta, teknik olarak siyaseti merkezden yerele kaydırırken, yereldeki cemaatin bambaşka biçimlerde tasavvur edilmesinde olacaktır. Zira bu cemaat, AKP’nin tasarladığı gibi toplum içindeki eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir odak değil, tam tersine bu eşitsizliklerin yerelde sorgulandığı, cemaat içi ve hatta kişiler arası sınıfsal, cinsel ve ırksal farklılıklarla başa çıkmak için yeni ve etkin yöntemlerin geliştirildiği yapılar olarak tahayyül edilmelidir. Bu noktada AKP’nin yerel cemaati, belediyeleri ve yerel meseleleri son kertede yine merkezi devlet yapısına bağımlı kılmaya yönelik disipline edici eğilimi de gözden kaçmamalı. Buna karşıt olarak, yerel cemaatler mümkün olduğunca merkezi devlet yapısından bağımsız, kendi kaynakları ile kendi kendisine yeten, barınma, sağlık, beslenme gibi ihtiyaçlarını mümkün olduğunca kendi kendine karşılayan, kendi doğrudan demokratik yönetim biçimlerini geliştiren otonom veya özerk birimler olarak tasarlanabilir. Böylesi otonom bir idare, AKP’nin kurmaya çalıştığının tam tersi yönde, yani kişiselden toplumsala doğru tüm ilişkileri yeniden, temelden ve sürekli değişime açık bir biçimde düzenleyecek, farkı kapsayacak bir idare olmalıdır. Hâlihazırda DTP’nin elinde bulunan belediyeler, her ne kadar merkezi devletin kaynak aktarımı konusunda negatif ayrımcılık yaptığı konusunda son derece haklı tepkileri olsa da, mümkün olduğunca özerk ve kendi kaynaklarına dayalı, merkeze muhtaç olmayan idare biçimleri tasarlayarak böylesi bir yeni cemaat siyaseti geliştirmekte öncü olabilirler. Aksi halde AKP’nin zaman içinde henüz elde edemediği tüm diğer belediye yönetimlerini de ele geçirme düşünü gerçekleştirmesi işten bile olmayacaktır.
Zira insanların beklentisi artık topyekûn bir dönüşümden ziyade hayatlarını sürdürdükleri yerlerde daha iyi yaşam koşullarının sağlanması ve en kısa sürede temel ihtiyaçlarının karşılanması yönünde. Dolayısıyla yeni siyasetin, bir yandan yapısal dönüşümleri yerel alanda hayata geçirirken diğer yandan halkın kısa vadeli temel ihtiyaçlarına cevap verebilmesi ve daha iyi bir yaşamın altyapısını üretmesi zorunlu hale geliyor. Bu anlamda, hâlihazırdaki muhafazakâr cemaat siyasetine karşıt bir iktidar alanı oluşturmak ne CHP’nin başını çektiği ve yer yer ÖDP’li ve DTP’lilerde de kısmen gözlemlenen halkı tepeden değiştirmeye-eğitmeye-biçimlendirmeye yönelik ‘halk için halka rağmen’ türünden merkeziyetçi, jakoben, elitist reflekslerle ne de kaynak aktarımı veya farklı kimliklerin tanınması noktasında devleti bir talep kapısı olarak yeniden üreten zayıf yerel yönetimlerle mümkün olabilir. AKP’nin neo-liberal politikalarına karşı solun bugüne kadar tek yaptığı şey ya eski sosyal devlet düzenini geri istemek ya da devletten daha fazla maddi kaynak talep etmek oldu. Böylece devletten talepkâr olarak hem devletin gerekliliğini hem de mağduriyetin gerekçesini her zaman yeniden ürettiler. İnsanlar mağdurluk üzerinden siyaset yaptıkça her zaman mağdur olarak kimliklenmeye, öyle kalmaya mahkûm oldu.
İşte bu noktada, devletin çoğulculuğunun ve tanıma politikasının bir tabi kılma stratejisi olduğunu göz önünde bulundurursak, farklılığı ile beraber var olmanın ancak mümkün olduğunca özerk, kendine yeten, kendini dönüştürmek ve muhafazakârlaşmamak noktasında içe dönük radikal eleştiri mekanizmaları geliştirmiş alternatif idare biçimleriyle mümkün olabileceği görülecektir. Ve farklılığı ile beraber var olmanın belki de önemli koşulu devletten farklı olmak, devlet gibi olmamak, devleti taklit etmemek, “halk için en doğrusunu bilirim” söylevini buyurmak yerine “insanlar ne istiyor?” sorusunu sorup dinlemekten, konuşmayana, konuşamayana, sözü dinlenmeyene söz söyleme alanı açmaktan geçmektedir.
O zaman önce işe AKP’nin mazlum edebiyatını ve alternatifsizlik yalanını ifşa etmekle başlamış olalım. Sonra, konuşmayan Türkiye’den de konuşmasını ve kendisi için çizilen söylemsel alanın sınırlarının ötesine taşmasını talep edelim. O taştıkça, bu taşkının altında kalacak olan siyasi partilerin, merkezi iktidarların ve hayır kurumlarının ötesinde, muhtaçlık üzerinden değil dayanışma üzerinden gelişen kendini yönetme biçimleri tahayyül edelim. Ve bunun için her şeyden önce mazlumların ve zalimlerin, muhtaçların ve hayırseverlerin, barışların ve savaşların, yoksulluğun ve zenginliğin, sansürün ve özgürlüğün birbirlerinin koşulu, gerekçesi, varoluş nedeni olmadığı bir dünya düşleyelim.