19 Kasım 2003 tarihinde, Matrix serisinin üçüncü filmin gösteriminin ardından, Matrix’i bir bütün olarak değerlendirmek amacıyla, Boğaziçi Üniversitesi Mithat Alam Film Merkezi’nde “Matrix’in Mesajı Ne?” başlıklı bir söyleşi düzenledik. Söyleşiye konuşmacı olarak felsefe bölümü hocalarından İlhan İnan, dergimiz yazarlarından Murat Güney, Sinema.Com sitesinden Enis Küçüktepepınar ve yayımcı Halil Gökhan katıldılar. Yüzden fazla izleyicinin ilgiyle takip ettiği ve yoğun biçimde katıldığı bu keyifli söyleşiyi aktarıyoruz…
Murat Güney: Merhaba, hepiniz hoş geldiniz arkadaşlar. Matrix biliyorsunuz çok polemiğe açık bir film. Belki de film olmanın ötesine geçen bir film diyebiliriz Matrix için. O anlamda, çok değişik kesimlerden insanların, yani sırf sinema severlerin ve bilimkurgucuların değil, ilgisini çeken, onları tartışma platformlarında toplayan bir film. Biz de herhalde bunun için toplandık. Aramızda sinema eleştirmenleri, felsefe hocaları var. Ama sonuçta bu yine de bir film, bu anlamda filmi sinemasal açıdan değerlendirmesi için öncelikle sözü Esin Hanım’a vereyim diye düşündüm. Ondan sonra sırayla devam ederiz. Mümkün olduğunca da tartışma ortamı yaratıp, konuşmaların ardından karşılıklı etkileşime geçersek güzel, keyifli bir tartışma olur diye düşünüyorum.
Esin Küçüktepepınar: Merhabalar. Ben kısa bir giriş yapayım. Matrix 1999 yılında hepimiz gibi benim de hayatıma girdi. O seneyi hatırlıyorum. Ben bir web şirketinde çalıştığım için bayağı bir 2000 yılı sendromunu yaşıyordum. Yani kopacak kıyamet ama ne zaman kopacak. Kısacası Matrix önüme düştüğü zaman ilk önce çok etkilendim. Çok hoşuma gitti ama ben de hemen onun silahlarıyla oynamak istedim bir film eleştirmeni, bir vatandaş olarak. Paranoyak olma ihtiyacım vardı. Matrix’in acaba ben neresinde duruyorum.
Öyle ya hayatımdan memnun değilim, enerjim kötü, eh yurt dışında festivallerde film seyrettiğim zaman Kore’den bilmem nereye kadar her şey kötüye gidiyor, demek ki bozuk düzenin içerisinde bizim de her an ayağımız kayabilir, sağlam bir yerde değiliz. O yüzden film bana çok iyi geldi itiraf edeyim. Hatta bunlar Matrix’e girdiği zaman Keanu Reeves ve diğerleri, böyle şık gözlükler bir şeyler giymek zorundalar. Hoş bir tercih. Ben olsam ne giyerdim falan gibi aramızda filmler üzerine geyikler yaptığımızı hatırlıyorum. Sonuç olarak Hollywood’dan gelen her filmi mecburen şüpheyle karşıladığım için, bu filmdeki felsefe ve diğer matematik oluşumları da şüpheyle karşıladım. Öncelikle filme verdiği interaktif davete baktığımız zaman seyirci olarak nerede durduğumu çok merak ettim. Durduğum yer çok sağlam değildi nitekim beyaz tavşanı takip eden sinema severler gibi zeminin çok da iyi olmadığına karar verdim. İkinci film başka bir şeye götürdü. Üçüncü film ise dedi ki işte bu kadar ben Hollywod’dan geliyorum bütçem böyle şu kadar gişe hasılatı yapmak istiyorum ve çok önemli olan da sinema bir mass-medya’dır, buradan size bütün mesajını vermek istiyorum. Ben mesajı aldım Çok eğlendim. Ama üçüncü filmin başında biraz sıkıldım. Devrimlere baktım. Tabii ki bir mucize beklemiyordum. Sonuç olarak mucize beklentisi olmasa bile gözümü daha çok açtım. Neo’nun gözü kör oldukça benim gözüm açıldı daha çok. Kısacası böyle bir giriş yapalım. Daha sonra üzerine konuşalım nedir beklentilerimiz. Niye bu kadar klişelerle bitirmek zorunda hissettiler..
Murat Güney: Teşekkür ediyoruz Esin Hanım’a gerçekten kendisi aslında bir anlamda filmin isminin de bir açılımını yaptı. Son filmin ismi Matrix devrimleri. O anlamda Matrix’i beğensek de beğenmesek de bir şekilde bizi, izleyiciler olarak bu filmin neresinde duruyoruz sorusunu sormaya iterek veya kafamızda filme dair sorgulamalar yapıp yeni yeni senaryolar üretmek noktasında etkileşimde bulunmaya zorlayarak aslında bir devrim yaptı diye düşünüyorum. Esin Hanım’ın üçüncü filmle ilgili yorumlarına katılmadığımı ben söyleyeyim. Ben çok beğendim üçüncü filmi. Üçüncü filmin mesajıyla da devrim yaptığını, aslında işte mesajının tam o Wall Street’lerle, filmin ta kendisiyle ifade bulduğunu söyleyeyim. Hemen kısa bir örnek vermek istiyorum bir sonraki konuşmacıya geçmeden önce. Warner Bross, Matrix Revolutions filmini göstermeden önce bir tane reklam kampanyası yapıyor Time Square’de. O akan borsa rakamları, işsizlik oranları, hava durumu bilgileri yerine, Matrix’in yeşil rakamları akıyor ve insanlar orada ücretsiz dağıtılan Matrix şemsiyeleriyle dolaşıyorlar Çok enteresan ki aslında filmin mesajına da bakarsak filmdeki Matrix’le dünyadaki matrix arasında hemen hemen hiçbir fark yok. Yani biz de sayılar tarafından kontrol ediliyoruz, yönetiliyoruz, bir istatistik sayısıyız, yaptığımız alışverişle enflasyonu değiştiren bir katsayıyız, işsizsek işsizlik katsayısıyız. O anlamda gerçekten ben Matrix’in mesajının da -tartışmaya devam edeceğiz herhalde- filmin kendisi olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda Gökhan Bey’e geçelim diye düşündüm. Kendisi ne düşünüyor.
Halil Gökhan: Matrix’i filmin mesajının kendisinin olması tabii ki bir paradoks. Bana sorarsanız, benim son filmden çıkardığım tek şey, Wachowski Kardeşler senaryoyu artık gündeme göre değiştirdi mi bilmiyorum ama 11 Eylül’den sonra şüphesiz Matrix’in üzerine bir yük daha bindi ve son filmde de bunun etkileri gözüktü. Örneğin orada hala dünyamızda süre gitmekte olan savaş çığlıkları, her şeyin savaşla çözülebileceği kanısı ve acıların çok fazla belleğimizde yer etmesi ve geleceğimizi belirlemesi durumu söz konusuydu. Ama, belki filmin karmaşıklığı ve taşıdığı toplumsal ve felsefi göndermeler yanında, ortaya koyduğu barış mesajı da çok etkileyici. Kimsenin aklına gelmemiştir olayların barışla çözüleceği. O noktayı ben çok etkili buluyorum, eğer bir mesajsa arıyorsak. Şu anda dünyamızda belki de süre giden tüm tartışmalar da böyle global bir barış ile çözülür. Düşünün ki Cüneyt Özdemir’in tabiriyle bütün dünyaya uçkur açmış bir ordu o ülkede askeri var, üç ülkede fiilen savaşıyor, bence sanal da değil, şirket gibi bir ordu Amerikan ordusu ve bence Matrix’in ta kendisi. Filmi, kendini sürekli eleştiren ve bu özeleştiri konusuyla övünen Amerikan siyasetine ve Amerikan toplumuna da bir mesaj olarak görüyorum ben. O bakımdan ben filmdeki mesaj konusunu genel olarak günümüzle de endeksleyecek olursak bir barış mesajının çıkarılması gerektiğine inanıyorum.Teşekkürler.
Murat Güney: Burada şöyle bir soruyu da eklemek gerekiyor barış konusunda. Madem gündeme geldi. Acaba Matrix’te özellikle son filmde lanse edilen bu barış nasıl bir barış? Ne kadarlık bir barış? Bu şüpheyi de düşüreyim ve felsefe hocamız İlhan İnan’a sözü bırakayım hem filmin mesajı hakkındaki görüşlerini hem de filmde yer alan felsefi göndermeler arasındaki bağlantıları kendisinden alalım.
İlhan İnan: Teşekkür ederim Murat Bey. Şimdi bu panel düzenlendiğinde ve davet edildiğimde daha üçüncü filmi görmemiştim ve ikinci filmden çıktıktan sonra da üçüncünün sonu kötü gelebilir gibi bir kaygı içerisindeydim. Ama bir taraftan da saf bir umutla istediğim şekilde bitecek diye gittim üçüncü filmi görmeye ve tam en istemediğim şekilde bitti. Filmin mesajı diye bakacak olursak bence çok sığ bir mesaj çıkıyor sonunda. Biz felaketler içerisinde yaşıyoruz ve bizi ancak doğaüstü güçlere sahip bir kurtarıcı kurtaracak o da İsa’dır. Artık o kadar gözünü çıkara çıkara İsa göndermesi yapıldı ki, ben onun için diğer daha derin felsefi politik yorumlara açık bir kapı bulamadım üçüncüden çıktıktan sonra. Onun için biraz gergin ve sinirli çıktım üçüncü filmden. Umarım o havayı buraya taşımam. (gülüşmeler) Çünkü bir taraftan da içinde hakikaten felsefi olarak benim çok ilgimi çeken ve bir çok felsefecinin hem de çok ünlü felsefecilerin ilgisini çeken şeyler bulunan, hatta oturup da üzerine bir kitap yazılan bir filmdi bu.. Hakikaten felsefe tarihinden çok yararlanılmış, çok önemli felsefi temalar gündeme getirilmiş. O güzel felsefi içerik de biraz açıkçası gitti üçüncü filmin sonunda. Onun için olumsuz bir hava içerisindeydim. Mesajlar nedir diye baktığımda mesela bir mesaj şu olabilirdi. Tanrıyı insan yarattı. Eğer tanrı Matrix ise, hani Neo’nun en sonda o konuştuğu şey, yine tam Hollywoodvari aletler bir araya geliyor, yüz oluşuyor, tok bir erkek sesiyle konuşuyor. Eğer onu tanrı metafor olarak alırsak, onu yaratan insanlar. Tanrıyı insanlar yarattı. Ama bir taraftan da insanın en büyük düşmanı yine kendisidir mesajı da var. Böyle de bakabiliriz. Bir başka mesaj, insanın gerçeklikle bağlantısının kaybolması, belirli hazlar yaşamasından daha kötüdür. (Bu temaya daha sonra gelmek istiyorum zaten) Matrix’te yaşayan insanlar matrix içerisinde yaşadıklarının farkında olmamaları koşuluyla çok “mutlu” hayatlar yaşayabiliyorlar, hazlar dünyası orası. Ama insanlar gerçeği öğrendiklerinde Matrix’ten çıkmaya çalışıyorlar. Ve Matrix’ten çıktıklarında güzel olmayan bir hayat bekliyor onları. Tabii bir başka mesaj da şu olabilir: Bir filmin hasılat yapması için entelektüel düzeyimiz ne kadar gelişirse gelişsin, bol bol kavga, gürültü, kıyamet, kovalamaca sahneleri koymamız lazım filme, diye sinemacılara bir başka mesaj var sanırım. İkinci filmdeki otoban sahnesi ile bazı kesimlere çok hitap ediyor muhakkak, sizler de belki çok sevmişsinizdir. Ben onlara dayanamadım, katlanamadım yani. Üçüncü filmde de savaş sahneleri muhteşem yapılmış, o aletler, ahtapot gibi geliyorlar, yani milyonlarca dolar harcanmış vesaire ama bunlar benim için filmin zorla izlendiği sahnelerdi. Birinci filmden çıktıktan sonra konuşsaydık çok daha güzel şeyler söylerdim belki. Bambaşka şekilde bitebilirdi muhakkak ki. Yoruma geçmeden önce şunu da söyleyeyim deniyor ki matrix felsefesi var. Bir defasında bana televizyondan telefon geldi, “Matrix’le ilgili canlı yayına çıkar mısınız?” diye. Çıkarım dedim. İlk soru şuydu: “Matrix felsefesi nedir?” Yav, böyle bir felsefe mi var? İki tane iyi yönetmen, çok kabiliyetliler gerçekten ama felsefeci mi bunlar? Yani bu kadar felsefeci dururken onlar oturup da felsefeye orijinal bir katkıda mı bulunmuşlar? Ben bunlara katılmıyorum, matrix felsefesi diye bir şey yok bence. Felsefe tarihinden bir takım temalardan yararlanılmış. Çok iyi yararlanılmış. Belli ki çok iyi danışmanları var yönetmen kardeşlerimizin. Bir Matrix felsefesi olduğunu onun için kabul etmiyorum ama özellikle ikinci filmden sonra çok yoruma açık bir şekilde bırakılmıştı.
Şimdi bakalım felsefe tarihinden nerede yararlanıyorlar. Bir kere tabii Descartes’ten çok yararlanıyorlar. Bazı öğrencilerim de burada, görüyorum, bilirsiniz Descartes’in özellikle birinci meditasyonundaki kuşkuculuk üzerine söylediği şeyler Matrix’in temel felsefesini oluşturuyor. Ben de Matrix felsefesi demiş oldum böylece. (gülüşmeler) Tabii ana tema kuşkuculuk. Descartes’ten önce de daha belki ta antik yunan felsefesine kadar gidecek bir ayrım var. Nedir bu ayrım? Görünen dünya ile gerçek dünya arasındaki ayrım. Benim zihnimde yaşadığım tecrübeler ile bu zihnimde yaşadığım tecrübeleri oluşturan dış gerçek arasındaki ayrım. Descartes’in kuşkuculuğu bu ayrım üzerine kuruludur. Yani ben zihnimdeki tecrübelerden yola çıkarak gerçekliğin nasıl olduğunu bilebilir miyim diye sorar Descartes. Ve bunun bilinemeyeceği sonucuna varır birinci meditasyonun sonunda. Neden böyle, çünkü benim iç dünyandaki tecrübelerin, zannettiğim gibi ağaçların, insanların, doğanın olduğu dünya tarafından değil, bambaşka bir güç tarafından oluşturulabileceğini, benim iç dünyamdaki tecrübelerin o durumda da yine aynı olacağını söyler. İşte bir rüya argümanı vardır. Buna da atıf var filmde. Bir de şeytan argümanı vardır. Yani bütün evreni bir şeytan yaratmış olabilir ve benim zihnime bu tecrübeleri koymuş olabilir der. Ve bu da insanı gerçekliğin bilinip bilinemeyeceğine dair kuşkuculuğa götürür. 20 yy’da kartezyen kuşkuculuk üzerine çok yazılıp çizildi. Bunlardan iki tane yazar, tartışmanın içerisinde ön plana çıktı, Matrix’in kullandığı felsefi temalar açısından, bunlardan bir tanesi Bucknam’ın kavanozdaki beyin metaforu. Duymuşsunuzdur belki. Bucknam kuşkuculuğu aslında bir şekilde cevaplamak için böyle bir argüman geliştirir. Diyelim ki der, bir bilim adamının çok güçlü bir takım olanakları var, bilgisayar kullanıyor ve insanların beyinlerini alıyor, onları bir kavanoza koyuyor ve elektrotla bilgisayara bağlıyor ve istediği simülasyonları beyinlere iletiyor. Ve bizim yaşadığımızı sandığımız gerçeklik aslında beynin içinde oluşan ve bu bilim adamı tarafından verilmiş olan bir takım simülasyonlar. “Bu mümkün olabilir mi” diye sorar ve “hayır mümkün değil der”. O argümana girmeyelim ama burada zaten Matrix’in temeli atılmış oluyor. Bir de değerlerle ilgili olarak, değerli olan nedir sorusuyla ilgilenen Robert Nozick adlı önemli bir felsefeci var. Onun “The Experience Machine” adlı bir makalesi var. O makaleyi “deneyim makinesi” diye tercüme edebiliriz. Matrix’te, o makaleden çok yararlanılmış muhakkak ki. Orada Nozick ne der: “Diyelim ki bir sanal gerçeklik makinesi üretiyoruz ve bu makineyi istediğimiz şekilde programlıyoruz, istediğimiz şeyi bize yaşatabiliyor. Makineye bağlanıyoruz ve siz mesela çok ünlü bir yazar olmak istiyorsunuz ve çok ünlü bir yazar olduğunuz bir hayat yaşıyorsunuz ama sanal ortamda yaşıyorsunuz, gerçekte bir odada elektrotlara bağlı bir konumdasınız.” Aynı Matrix gibi. Nozick’in burada sorduğu önemli soru şu: “Böyle bir makineye bağlanmak ister misiniz?” Makine, siz ona bağlandıktan sonra makineye bağlandığınıza dair hafızanızı siliyor çünkü. Yani bağlandıktan sonra bağlandığınızın farkında olmuyorsunuz ve yaşadığınız her şey gerçekmiş gibi geliyor. Programı önceden siz yazabilirsiniz ama. Ne isterseniz yaşatacak. Böyle bir makineye bağlanır mısınız? Sonra dönüş yok ama diyor, yani bağlandıktan sonra hayatınızın sonuna kadar o makinede yaşayacaksınız. İstediğiniz aşkları yaşayacaksınız, istediğiniz kariyere sahip olacaksınız. Her şey çok mükemmel olunca hayat anlamsızlaşır diyorsanız araya kötülükler de serpiştirebilirsiniz. İstediğiniz hayatı size yaşatacak bir makine. Buna bağlanır mısınız? diye soruyor ve çoğu insanın sezgisel olarak böyle bir makineye bağlanmayacağını –siz de test edebilirsiniz bağlanır mısınız bağlanmaz mısınız- söylüyor.Buradan da şu sonuca varıyor: Biz sadece haz yaşamak isteyen varlıklar değiliz, aynı zamanda gerçeklikle bir bağlantı içinde olmak istiyoruz. Yaşamlarımızın ve isteklerimizin gerçekleşmesi, gerçek dünyadan kopuk olmaması temel değerlerimizden biridir, hazdan daha değerlidir hatta. Mutsuzluk pahasına yaşadığımızın gerçek olması yeğlenir sonucunca varıyor. Şimdi Matrix’te bu tema çok önemli. Bence güzel olan tarafı da bu. Neden Neo ve Morpheus ve diğerleri Matrix’ten ayrılıyorlar? Orada sonuç olarak zihinsel dünyalarını yaşadıkları bir anlamda çok daha haz verici bir hayat var. Birinci filmde çok önemli bir sahne vardır. Karakterlerden bir tanesi, Cypher sanırım, bir biftek özler ve biliyorsunuz Matrix’ten ayrıldığı için haplarla beslenmektedir. Kendi kendisine der ki, “yav şöyle güzel güzel bir matrix bifteği olsa şimdi, her ne kadar gerçek olmasa bile bana vereceği tat gerçek olacak.” Orada o ayrım var. Ortalıkta gerçek bir biftek olmasa bile o gerçek olmayan sanal biftekten alacağımız haz gerçek. Onu yeğleyebilirim bile. Böylece Smith’le anlaşmaya girer. O da maalesef sonra ortaya çıkıyor ki İsa’yı ele veren havariye Judas’a gönderme yapıyor. O tarafına girmiyorum. Yani temel olarak dolayısıyla kuşkuculuk meselesi Matrix’te felsefi olarak öne çıkıyor. İkincisi nasıl bir yaşam değerlidir? Haz tek değer midir? Yunanlıların hedonizm dediği tez. Tek değer hazdır tezi. Bu sorgulanıyor. Bunlar bana güzel gelen tarafları. Çok önemli bir tema da özgürlük teması. Burada da çok felsefeden çok yararlanılmış. Felsefe tarihinde, özellikle din felsefesinde, özgürlük ve determinizm problemi çok tartışılan bir konu hala, “her şeye muktedir bir Tanrı varsa biz nasıl özgür iradeyle hareket eden varlıklar olabiliriz?” Bunun bir de bilimsel versiyonu var, “eğer her şey fizik yasalarına tabi ise ve biz de fiziksel varlıklarsak, bizim geleceğimiz şu andan belirlenmiştir o yasalara göre. Gelecek kaçınılmazdır. Bu durumda özgür irade nasıl mümkün olur” meselesi var. Bu tema da özellikle kahin metaforuyla filmde fazlasıyla inceleniyor. Bunun dışında yaşamda irade gücünün önemi. Neo, benim katlanamadığım o uzun uzun süren kavga sahnelerinde aslında zihin gücünü kullanarak Smith’i yeniyor. Sonra dediğim gibi Hıristiyanlığa birçok gönderme var. Budizm’e gönderme var, doğu felsefesine gönderme var. Bilmede Descartes’in dediği gibi duyu deneyimiyle değil akıl yoluyla ya da sezgi yoluyla gerçekliğe ulaşma teması çok hakim. Şimdi bütün bunları çok metaforik bir biçimde de yorumlayabiliriz. Bugüne uyguladığımızda Matrix dünyasını, kapitalizmin yarattığı bir değerler sistemi olarak görebiliriz. Demin söylediğim, görünen dünyayla gerçek dünya arasındaki ayım değerler sistemi için de geçerlidir. Yani bize empoze edilen ve değerli sandığımız şeyler ile gerçekten değerli olan şeyler arasındaki ayrım. Bu ayrım, hakikaten hepimiz için çok önemli bir ayrımdır. Bize belirli bir değerler sistemi, neyin iyi neyin kötü olduğuna dair şeyler empoze ediliyor. Birisi tarafından mı? Hayır. Yani, oturup Bush değerler şunlar olmalı diye yazmıyor, tabii ki değil, bu bir insanın elinde değil, onun için biz yaratmışız bunu, küreselleşmiş bir kapitalist sistem yaratmışız. Belirli medyatik güçler, sermaye ağları ve uzantıları, sürekli olarak zihinlerimize nüfuz edip değerler sistemimizi bir şekilde kuruyor. Ve biz bunu sorgulamaya çalışıyoruz, “bunun dışına çıkabilir miyiz”, diye soruyoruz. Son olarak bir şey söyleyeceğim, ikinci film, sonunda çok güzel bir temayla bitti, üçüncü filmde çok kötü bağlandı maalesef ama hatırlıyorsanız birinci ve ikinci filmde, sonuna gelene kadar, doğa üstü şeyler, fizik yasalarına aykırı olan sahneler hep Matrix
e ait olanlardı. En son ikinci filmin sonunda Neo ilk defa matrix’e bağlı olmamasına rağmen, en azından o zaman öyle zannediyordu, Matrix’in gönderdiği aletleri koluyla durdurabildi. Bir anda o gücü hissetti kendinde. O durum üzerine iki yorum vardı. Bir tanesi, yani benim sevdiğim yorum, şuydu: O ana kadar gerçek dünyayla Matrix dünyası arasında Neo’nun sandığı ayırımı da aslında Matrix Neo’nun kafasında yaratmış olabilir. Yani o zaman kapitalist sistem bize sanal değerlerle gerçek değerler arasındaki ayırımı da yaptırmış, bizi ikinci dereceden şartlandırmış olabilir, gibi çok güzel bir tema çıkarmıştım ama üçüncüde maalesef öyle olmadı. Sonuçta ikinci yorum ortaya çıktı ki bu bir İsa filmi ve hakikaten bir takım doğaüstü güçleri var. Ama onu bir kenara koyarsak –belki de yanlış yorumluyorum, burada arkadaşlarımız benden daha iyi biliyorlar sinema uzmanları- o tema önemli bir tema, yani “gerçekle sanal arasındaki ayrım bile sanal olabilir.” teması bence çok önemli o tarafını açabiliriz isteyen olursa.
Murat Güney: Hocamıza çok teşekkür ediyoruz. Ben toplantıyı yöneten olmanın avantajıyla kendimi sonuncu olarak ayarladım. Şimdi biraz polemik düzeyini yükseltmek istiyorum. Hem diğer konuşmacıların sözlerine değinmek hem de hocamın üçüncü filmle ilgili hayal kırıklığını ortadan kaldırmak için. Şimdi hocam şöyle bir şey söyledi. Filmin felsefi açıdan çok da yeni söylediği bir şey yok. Senelerdir tartışılan konulara değiniyordu Matrix. Gerçekten de öyle. Sırf felsefe alanında değil bilimkurgu ve sinema alanında da şekilsel geçmişteki ürünler üzerine kurulmuştur Matrix. Öncüleri olarak kabul edebileceğimiz, Philip K. Dick’in senaryosundan uyarlanan Blade Runner, sonra Dark City, Exitenz, bunlar gerçekliğin sorgulanması, varoluşun sorgulanması üzerine son derece nitelikli filmler olarak göze çarpıyorlar. Matrix’in özelliği, özellikle felsefeyle ilgilenenlerin hor gördükleri vurdu kırdı, animasyon efektleriyle, inanılmaz geniş kitlelere ulaşmış olması. Bundan önce bilimkurgunun ve felsefenin yapamadığını yapmış oldu. Matrix’in mesajı eski ama kendisini kitleselleştirmesiyle yeni. Matrix’te yeni olan bir şey varsa budur diye düşünüyorum ben.
Onun dışında barıştı, özgürlüktü konuları konuşuldu başından beri. Şimdi İlhan Bey ilk film üzerine kurdu yorumlarını. İlk film bence de gerçekten normatif bir soruyla noktalanıyordu. Yani kırmızı hap mı, mavi hap mı? Yani, simülasyon içinde hazzı mı tercih edersiniz yoksa acılara rağmen yine de özgür olmayı mı istersiniz, gibi bir normatif bir soruyla kapanıyordu. İkinci film gerçekten de bunu son derece nihilist bir sonla yıkıyordu. Gerçeklik olarak varsaydığımız yer bile sakın aslında simülasyonun bir parçası olmasın? Bunun üzerine çok yazıldı çizildi. İkinci film felsefi açıdan çok daha tatmin edici bulundu. Çünkü hani ilk film çok geleneksel bir sonla kapanıyordu, işte dünyayı ve insanları sınırlandırmışlar tahakküm altına almışlar, bir grup özgürlük savaşçısı da bunlarla savaşıyor. Bu zaten senelerdir çok tekrarlanan bir senaryo.
Ama ikinci film öyle sonlanmadı ve hocamızın da belirttiği, “gerçekle sanal arasındaki ayrım bile sanal olabilir” noktasında zihinlerde soru işareti uyandırdı. Aslında illa Zion’un simülasyon olup olmamasıyla değil, o isyancıların kendi iç tutumlarıyla da çok ironik bir şekilde dalga geçip, çağımıza çokça denk düşecek şekilde artık muhalefetin de içinin boşaldığını, Baudrillard’ın söylediği gibi iktidarın her tarafa yayıldığını, o anlamda bir isyan ve özgürlük imkanının da hemen hemen hiç kalmadığına dair bir göndermelerde bulunmuş oldu. Şimdi üçüncü filme gelirsek, aslında üçüncü film çift anlamlı bir film diye düşünüyorum. Dıştan bakınca gerçekten de ikinci filmden kafası karışmış, ne oluyor burada, parama yazık ettim falan düşüncesiyle çıkan insanları rahatlatacak, geleneksel Hollywood seyircisini memnun edecek bir kurguyla ilerliyor ve sonunda da bir şekilde sanki insanlar Matrix’in boyunduruğundan kurtuluyorlarmış gibi gözüküyor. Bu geleneksel seyirciyi tatmin edecek bir katman ve bence ikinci bir katmanı daha var filmin, ki bu katman alttan alta üstteki katmanı oyuyor. Aslında Zion’un da Matrix’ten hiçbir farkı yok. Morpheus’un Zion’lulara yaptığı konuşma sahnesine bakarsak aslında Morpheus’un da son derece faşizan bir uslupla makinelere karşı insanın yüceliğini savunan bir insan olduğunu, buna karşın makinelere karşı savaşırken Zion’luların da makinelere biraz daha alt düzeyde de olsa son derece bağımlı olduklarını görebiliyoruz. Üçüncü filmde yine benzeri bir şekilde sentinellerin Zion’a hücum etmesi sahnesinde acayip teknolojik piyade giysileriyle ayaklanmış Zionluları görünce insan bir irkiliyor, ne oluyoruz diye. O savaşta da gerçekten makinelere inanılmaz bir şekilde bağımlılar. İkinci filmin sonunda bıraktığı Zion’un simülasyon olup olmadığı sorusu bile artık önemini yitiriyor bu durumda. Zion simülasyon olsun veya olmasın aslında Zionlular yani özgürlük savaşçıları iktidardan, yani muhalefet iktidardan, aslında çok da farklı değil. Bence üçüncü filmin en çarpıcı sahnesi, Neo ile Smith arasında geçen ve sinema tarihinin belki de en enteresan ve en uzun süren dövüş sahnesi ve tabii bu dövüş esnasındaki konuşma. Şöyle bir diyalog geçiyor Neo’yla Smith arasında. Smith Neo’ya diyor ki, “neden tüm bunları yapıyorsun, özgürlük için mi, barış için mi, efendim gerçeklik için mi, aşk için mi? Tüm bunlar tıpkı en az Matrix’in kadar yapaylığı kadar, yapay şeyler. Bana sadece varlığını devam ettirme istemin ve içgüdün dışında tüm bunları neden yaptığını meşrulaştıracak bir tane anlam söyle?” Ve neo dövüşün bir esnasında “evet haklısın” diyor “her zaman haklıydın”… Aslında bence bu filmin en çarpıcı sahnesi, bir anlamda da Matrix dünyasının çıkışsızlığını vurguluyor. Ve aslında filmin barış, özgürlük, zafer gibi gözüken mesajının altını oyuyor. Zaten filmin sonunda Zionlular barışı da çok büyük bir şaşkınlıkla karışılıyorlar. Makineler aniden durunda “hadi ya barış mı oldu” gibicesine birbirlerinin yüzlerine bakıyorlar. Yani bir zafer coşkusu yerine son derece büyük bir şaşkınlık hakim insanlar üzerinde. O anlamda ben üçüncü filmin, ikinci filmin mesajını alttan alta çok da iyi devam ettirdiğini düşünüyorum. Son sahnede yine, mimar ve kahin arasında geçen bir konuşma var. Bu konuşmadan da şunu anlıyoruz ki barış sadece oyunun farklı bir şekilde oynanması. Ve makineler ve insanlar birbirlerine o kadar bağımlılar ki topluca birbirlerini yok etmeden yeni bir şey yaratmak mümkün değil ve aslında Neo da bunu biliyor olmanın çaresizliği içinde. Aslında her şeyi çaresizce yok ederek anlam, diyalektik arayışında olan tek kişi belki de Smith ve onun karşısında Neo sistemin devamını sağlamaktan başka bir şey yapamıyor; çünkü o da biliyor ki, eğer makineleri yok ederse insanlık da yok olacak. O kadar birbirlerine bağlılar. Aslında belki de tüm bu anlamlarıyla –inşallah hocamın içini rahatlatabilmişimdir tüm bu açıklamalarla- çok da çağımıza denk düşen bir film diye düşünüyorum ben Matrix’i. Seksen sonrasındaki çoğulculuk ve liberal demokrasi düşüncesiyle farklı kimliklerin, farklı etnik, cinsel dinsel veya politik kimliklerin hepsinin sistem içerisinde yavaş yavaş eritildiğini, muhalefetin bir şekilde bir farklı renk, bir farklı tat olarak lanse edildiğini ve sistemi değiştirme ihtimalinin yavaş yavaş geri çekildiğini gördük. Bir zamanların isyan eden farklı bir şeyler söyleyen insanlarının zaman içinde bir şekilde son derece zengin olduklarını gördük. Din konusuna gelirsek örneğin, doğu felsefesinin ucuz kopyalarıyla dolu kitapçıları ve din ve inanca dair algıların bir şekilde içinin boşaldığını görüyoruz. Bunun dışında siyasi muhalefet de son derece anlamını yitirdi. Mesela meclise baktığımız zaman iktidar ve muhalefet arasında kim fark söyleyebilir. Yani iktidarla muhalefet arasındaki üç farkı söyleyin desem iki tane bile çıkmaz. Sonuçta zaten söylemleri, yaptıkları, yapmak zorunda oldukları, hepsi aynı. Aslında Matrix’in söylemek istediği de zaten, tepede herkesin uymak zorunda olduğu bir kod olduğu ve geleneksel efendi köle diyalektiğinin artık olmadığı. Bir insanın başka bir insanın üstünde tahakküm kurmasından öte, herkesin üstünde tahakküm kuran ve herkesin artık uymak zorunda olduğu ve aslında anlamını ve amacını yitirmiş bir kod var. Çıkar kavramı güç kavramı anlamını son derece yitirmiş şeyler. Artık güç veya güç istenci yok. Heidegger’in söylediği gibi istenç istenci var sadece. Baudrillard yine benzeri bir şekilde artık Nietzsche’nin savunduğu yıkıcı tutku anlamında bir nihilizmi, bütün anlamları yıkıp kendi anlamımızı yaratma doğrultusunda bir nihilizmi, savunmanın hiçbir değerinin olmadığını söylüyor. O anlamda hepimiz nihilistiz diyor. Aslında ,simülasyon kuramıyla da –her ne kadar Baudrillard’ın kendisi çok karşı çıksa da- filmin bayağı bağdaştığını düşünüyorum. Toparlamak gerekirse Matrix filmi bence üçüncü filmiyle de yapacağını yaptı. En azından ikinci filmin söylediklerini pekiştirdi. Bugünkü dünyaya göndermeler yaptı. Ha yaptı da ne oldu? Sinemaya gittik, paramızı ödedik, ne güzel dedik hepimiz, filmi izledik, çıktık. Matrix böylece bize kendi varlığını da onaylatmış oldu. O anlamda Matrix’in yine McLuhan’ın dediği gibi araç mesajdır cümlesine tam denk düşen bir film olduğunu düşünüyorum ben.
Şimdi isterseniz diğer konuşmacılarımıza da kısa bir söz verip tartışmaya geçelim.
Esin Küçüktepepınar: Ben şöyle bir şey anlatayım Meşhur film eleştirmeni Derek Malcolm’un saçları diken dikendi bu Matrix Revolutions vizyona gireceği zaman. Kıyamet metaforu üzerinde konuşurken şöyle dedi. “inanamıyorum esas kıyamet bu”. “Nedir?” dedim. “Tamam bir zaman Yıldız Savaşları vardı ve doğuya baktık. Tıkanmıştık ve doğudan gelen gücü kullanalım dedik. Ama aradan geçen yıllar sonrasında bize yeniden bir şey sunuluyor ve biz bütün evrenin varlığını –biz derken milyonlarca dolar gişe yapan seyirciyi kastediyor- biz hala evrenin gizemini öğrenmek için bir filmden medet umuyoruz.
Halil Gökhan: Ben aslında matrix’in sinemada doğması, sinemayla devam etmesini görsel medyalarla etkisini sürdürmesini çok anlamlı buluyorum. Sinema çok genç bir sanat, bir iletişim aracı olmasına rağmen son derece etkili. Demokratik bir tarafı da var yani bugün felsefe gibi artık –hocam bağışlasın beni ama- çağımızda kendi içine kapanmış, terminolojisi çözülemez, çözümü çok yoğun yüksek bir disiplini bile popüler hale getiriyor. Tabii burada iyi yapıyor kötü yapıyor tartışılır ama felsefe yapma iradesini de bir yerde güçlendiriyor. Ama tabii çok düşük çözünürlükte bir felsefe bu. Popüler felsefe diyelim. Ben de sözlerimi küçük bir anektodla bitirmek istiyorum. Sekiz yaşında bir oğlum var onunla birlikte gittik filme. O da tabii ki dövüş sahneleri için gidiyordu ve özellikle felsefi bölümlerle ilgili olarak “ya baba o bölümler de ne kadar sıkıcı, o anda keşke dışarı çıksaydım” gibi beni çok güldüren tabii onun çok ciddi olarak söylediği cümleler sarfetti.
İlhan İnan: Ben son bir şey söyleyeceğim sizin söylediklerinize. Oğlunuz sekiz yaşında dediniz. Onun için normal, sekiz yaşında biri için. Ama benim korkum şu 18,28,38’ler de böyle çıkıyor olabilir. (gülüşmeler) Benim korkum o. Yani popüler felsefe falan diyoruz ama benim konuştuğum sevdiğim bazı arkadaşlarım dahi en ufak felsefi bir şey almamışlar filmden. Onun için bilemiyorum genel izleyici profilini nasıl felsefi açıdan etkilendiklerini. (Murat’ı kastederek) Fakat siz nihilist eğilimler gösteriyorsunuz, ben nihilizmin kendi içinde çeliştiğini düşünürüm ama filmin etkileri konusunda ben sizden daha nihilistim anlaşılan. (gülüşmeler)
Zeynep: Ben Zeynep. Felsefe bölümünde okuyorum. Murat bey çok güzel konuştu anlattı demin filmi. Hani Smith ve Neo’nun arasında geçenlere dikkat çekti. Belki de orada tek gerçekçi karakter, Smith’ti zaten ama peki filmin sonu için ne dersiniz? Gayet İsa vari bir pozisyonda, ışıklar saçarak böyle birden bire her şeyi durdurmasına, bunun hakkında bir yorum yapabilir misiniz?
Murat Güney: Şöyle, Altyazı’nın bir sonraki sayısı için Matrix’le ilgili bir eleştiri yazısı yazdım. İlk önce orada yazdığım bir cümleyi söyleyeyim. Hollywood, Matrix’le birlikte belki de tarihteki en acınası dünyayı kurtaran adamı, en aciz barışı, en ezik zaferi ve en melankolik mutlu sonu bize izletmiş oldu. Wachowskiler’in devrimlerinden Hollywood’un payına düşen buydu diye düşünüyorum. Filmin sonunda evet Neo’nun öyle bir duruşu, öyle bir gönderme hakikaten var. Bence yönetmenler, the Last Temptation of Christ (Günaha Son Çağrı) filminden etkilenmişler bayağı. Orada da yine güçlerinin veya mucizelerinin varlığından ve kendi kendisinden korkan bir İsa figürü lanse ediliyordu. Hakikaten çaresiz bir kurtarıcı rolü vardı. Matrix’in sonunda ayrıca şöyle bir şey var. Mimarla kahin arasında bir diyalog geçiyor. “Nasıl olacak bundan sonra? Oyunu biraz da böyle oynayalım” gibicesine. Ondan sonra da küçük çocuğun yaratmış olduğu bir gökkuşağı ortaya çıkıyor. Bu gökkuşağının da mitolojideki anlamı şuymuş: “Bir daha tanrılarımıza isyan etmeyeceğiz!” Bilmiyorum tabii spekülasyon olabilir tüm bunlar. Ben, bana söyleyenin yalancısıyım. Sistemin içi ve dışı nedir? Yani içi var da dışı var mıdır diye bir soruyla kapanıyordu bence film.
Zeynep: Yani özellikle bu barış konusundan bahsettiniz mesela. Bana filmdeki barış o kadar komik geldi ki ben direk o sahnede güldüm. İşte Smith Matrix’i mahvetti burayı da mahvedecek senin de çıkarına değil, gel seninle anlaşalım dedi Neo, makinelere ve yıllardır böyle feci şekilde birbirleriyle savaşan makineler ve insanlar topluluğu birden bir virüsten kurtulmak için barış yapalım diye barıştı. Aniden. Yani filmin sonu, filmin sonu gibi olmadı bence. Bir sürü soru işareti bıraktı.
Murat Güney: Zaten Matrix’in de güzelliği o. (gülüşmeler)
Biz izleyici: 11 Eylül olayından sonra senaryonun değişme ihtimali var bence. Belki sonunu değiştirdikleri için film böyle bitmeyeceği halde böyle bitti. Ne düşünüyorsunuz?
Halil Gökhan: Haklı olabilirsin. Filmin sonunda acemilik ve zorlama var. Dünya bir kez daha iki kutba ayrıldı. Terörizm var artık diğer kutupta. Eskiden Rusya’yı oynattılar, Çin’i oynattılar olmadı. Şimdi onlar da Amerika’nın yanında. Şimdi teröristler var karşılarında. Onunla ilgili bir gönderme var. Ama bağımsız bir şey.
Esin Küçüktepepınar: Ben Matrix’in kozlarını çok açık oynayan bir film olduğunu ve 11 eylülden çok da etkilenmediğini düşünüyorum.
İltan: Adım İltan İçen. Felsefe bölümündeyim. Benim birkaç yorumum var, İlhan Hocam ne diyecek merak ediyorum. İlk önce şunu belirteyim bence ilk filmden son filme gidildikçe felsefi anlamda mesajlar ve kalitede bir düşüş yaşandı. Filmde, hocamın da dediği gibi bence rasyonalist felsefeye göndermeler var. Mesela Kahin’in kapısında Sokrates’in “Kendini Bil” sözü yazıyor. Neo, kahine sorular sordukça, kahin de “hep bunları sen biliyorsun, bunların cevabı sende” gibi cevaplar veriyor. Ayrıca Aristotales’in teleolojisine de rastladım ben burada. Mesela Neo’nun bir ereği var. Bir yere doğru gitmek zorunda. Ne bileyim bir tohum gibi yeşermek zorunda olan bir ağaç. Ya da ufak bir çocuğun genç kız olup sonra anne olması gibi, o da belki bir mesih ya da bir birey olmak ya da her ne olursa bu ereğe doğru gitme aşamaları geçiriyor.
İlhan İnan: Benden daha çok şey çıkarmışsın. (gülüşmeler) Genelde rasyonel felsefe işlenmiş. Bir de determinizm furyası var tabii. Katılıyorum, çok güzel şeyler çıkarmışsınız.
Murat Güney: Ben tam tersini söyleyeceğim. Biz de siyaset felsefesi dersi alırken, bazı çıkarımlar yapmıştık filmdeki göndermelerin tarihsel olarak hangi çağa denk düştükleri üzerine. Gerçi önümde felsefe hocası varken böyle iddialı laflar konuşmak ne kadar doğru bilmiyorum ama… (gülüşmeler..) Bir dönem Platon tarihe damgasını vurdu diyebiliriz. Mutlak bir anlam ve mutlak bir doğru vardı. Ondan sonra bir kırılma oldu Aydınlanma’dan da evvel Descartes ile başlayarak. Aristoteles’in ilerlemeci paradigması Platon’unkinin yerini aldı. Ondan sonra işte 60’lardan sonra her iki paradigmanın da evrenselcilik bazında aslında çok da farklı olmadıkları düşüncesi ortaya atıldı. Postmodern eleştiri bir anlamda sofistlerin Platon’a ve Aristo’ya yönelttiği eleştirileri aydınlanmaya yöneltti. Güçlü olan söylemi, doğrunun ne olduğunu belirler gibi bir noktaya gelindi. Ondan sonra ne oldu diye bakarsak. Ondan sonra da her üç paradigma da ortadan kalktı bence. Bir kere medyanın her şeyin altını boşaltmasından sonra Platon’un paradigması ortadan kalktı. Diğer taraftan Aristo’nun o ereksel evren ve ilerleme sonucu kendini gerçekleştiren dünyasına baktığımız zaman, bu dünyanın da aslında ereğini kaybettiğini görüyoruz. Zaten Neo mücadelelerden sonra sorularla karşı karşıya kaldığı zaman “tüm uğraşlarım sadece bir tercihten ibaretti.” Diyor. Sofistlerin bakış açılarına gelince. Onlar da sadece güç üzerinden kuruyorlardı felsefelerini. Oraya baktığımız zaman bugün, iktidara gelecek olan partinin ne yapacağı aşağı yukarı önceden belli olduğunu görüyoruz. Başka bir şey söyleyecek olan iktidara gelemez zaten. Sonuçta meclis de baştan belirlenmiş durumda. O anlamda aslında değişim sağlayacak bir siyasi güçten de söz etmek mümkün değil. Bence Matrix yine o filmde geçen “kendini bil” gibi sözlerle, tam da Platon’a, Aristo’nun ereksel evrenine, güç ilişkilerine bunların içini boşaltacak şekilde ironik yaklaşıyor diye düşünüyorum ben..
Aslında en çok merak ettiğim, burada Matrix’i tartışıyor ama, ondan sonra buradan çıktığımız zaman bir şeyi değiştirecek bir gücümüz olacak mı? Yine sınavlarımıza gireceğiz, yine okulumuza gideceğiz, yine insanlar işlerine gidecek, yine kârlarını arttırmaya çalışacaklar vs. vs. bu döngü devam edecek. Ekonomistler gayri safi milli hasılayı arttırıp işsizlik ve enflasyonu düşürmeye, politikacılar devletin çıkarı için türlü vesilelerle birbirlerini eleştirmeye devam edecekler. Ben aslında kendimize dönelim diye tartışmayı buraya çekmek istedim. Biz Matrix’in dünyasında ne noktadayız?
Bir izleyici: Güç demişken benim aklıma şu geldi. İkinci filmin bir sahnesini hatırlıyorum, Zion’un başkanı gibi bir karakter vardı, o, Neo’yu alıp arkada suyu ve elektriği üreten bir makine dairesini götürerek, işte bak aslında bunlar da makine ve biz yine onlarla birlikte yaşıyoruz ve onlara muhtacız, diyordu. Neo’nun söylediği şeyse “ama biz onları kontrol edebiliyoruz, onlar bizi kontrol edemiyorlar.” oldu. Makinelerin evrimi de şu anda pek çok devletin de yaptığı gibi, kendi çıkarlarına ters düşen şeyleri yok etmek için belli yaratılan güçlerin kontrolden çıkması, Sovyetlere karşı yetiştirilen El Kaide’nin Amerika’nın başına musallat olması gibi.
Ayrıca, hocamın dediği gibi bir umutsuzluğa kapıldım. Dünya gerçekten bu kadar kötüye mi gidiyor diye. hakikaten sistemin içinde kendini ve sistemi tek sorgulayan Mr.Smith gibi geliyordu ve Neo Smith’i öldürüp her şeyi eski haline getirerek sistem içerisindeki o dengeyi yeniden sağladı ve aslında tekrar başlanılan noktaya dönüldü ve sorgulayan tek insan da ölmüş oldu. Hakikaten çok umutsuzluğa düştüm.
Başka bir izleyici: Benim Matrix’te gördüğüm, bana en anlamsız gelen şeyler kavga sahneleriydi. Orayla bağdaştırırsak, Neo, Zion her şey gerçek dünyada. Ama kavgalar onların akıllarında. Makineye bağlandığı, Matrix’e bağlandığın zaman kavga etmeye başlıyorsun. Kavga sahnelerinden ne çıkarabiliriz dersek, kavga sonuç olarak insanın aklında, yani gerçekliği yok birileriyle kavga etmenin.
İlhan İnan: En azından standart yoruma göre, aslında kavga sahneleri aslında Neo’nun kafasında yaşadığı şeyler. O anda aslında sandalyeye bağlı ve tamamen zihninde oluyor her şey. Kavga sahneleri sıkıcı mıydı, değil miydi, bir kenara koyarsak, felsefi açıdan yorumlamaya çalışırsak, dediğinize ben katılıyorum. Vereceğimiz savaş bir dış güce karşı fiziksel bir savaş değil, iç dünyamızda bir savaş. İç dünyamızı zaten dış dünya belirliyor. Metaforik olarak da biz dış dünyada bir şey değiştiremeyeceğiz belki de. Hakikaten de çok zor görünüyor dış dünyada bir takım şeyleri değiştirmek. Ama kendimizi değiştirebiliriz. Dış dünyaya bakışımızı değiştirebiliriz. Özellikle kendimizi değiştirirken de değerlerimizi değiştiririz. Dış dünya bize sürekli belirli değerler empoze ediyor. Bunu bir güç yapmıyor. Bizim oluşturduğumuz böyle kolektif bir şey zaten matrix. Onun için ben bu yoruma katılıyorum, en azından anlamlı bir yorum. Ve doğrudan kendi yaşamlarımıza varabilecek bir yorum. Bu sistem içerisinde kendimi, kendi değer sistemimi değiştirmem mümkün mü? Neyin iyi neyin kötü olacağına karar vermem mümkün mü? Sorular buraya geliyor. Gerçek otonomi insanın istediğini yapması değildir. Çünkü benim isteklerim zaten dış dünya tarafından belirlenebilir. Önemli olan kendi isteklerim üzerine çıkıp düşünmek ve gerçekten bunları isteyip istemediğime karar verebilmek. Bu anlamda bir otonomi varsa anlamlı bir otonomi denebilir.
Bir izleyici: Belki de dini ve politik göndermelerini tartışırken filme çok fazla yükleme yaptık, diye düşünüyorum. 7’den 70’e apolitik, politik pek çok insanı bir şeylere çektik.
Esin Küçüktepepınar: Meşhur diktatör Franco’nun bir sözü vardır ya: Kırk yıl bir ülkeyi nasıl yönettim. “Fado, Akiesta, Futbol!” Şimdi Matrix gibi bir filmi konuşurken dikkat ederseniz her şeyi unutabiliyoruz. Yani bu bizi hayata bağlayan bir yer. Matrix’i konuştuğumuz nokta bence çok uçuk kaçık bir yer. Başka bir paranoya noktasına getirmeden sözü size devrediyorum.
Murat Güney: Aslında Matrix’te enterasan olan, o efendi-köle, fail-mağdur ayrımlarını bir şekilde muğlaklaştırması. Yani film hakkında, amerikan empemperyalizmin bir ürünüdür dememiz çok saçma. Böyle bir şey yok. Film güzelce pazarlandı o kadar. Kandırmaca yok, biz gittik kendi ayağımızla Ve bundan çıkış da belki ancak kendi kendimize bulacağımız bir şey. Belki kavramları kafamızda tersine çevirerek
Bir izleyici: No Logo diye bir kitap orada şöyle bir şey geçer. Nike firmasına bayağı bir çamur atan bir adama illa gel TV’de Nike’a sataş diye 1 milyon dolar para vermişler. Yani bu sistem öyle bir şekilde işliyor ki kendi karşıtını tüketilebilmek için öncelikle bir kahraman yaratıyor. Yani filmde de buna bir atıf var bence. Matrix, kendisine aslında bağlı, kendisinin bir alt kümesi olan Zion gibi bir alt-sistem ve Neo gibi bir kahraman yaratıyor, kitleleri topluyor, insanlara, iradelerinden bağımsız olarak o büyük döngüyü tekrar tekrar yaşatıyor. Benim ümitli olduğum nokta Smith’in Neo’yu yeneceğine dairdi. Smith karakterinden çok etkilendim. Bir sistemin alt bir ürünü, bir hata, nasıl olduğunu bilmiyorum çok açmamışlar, yozlaşarak, çürüyerek sistemin genelini yok etmek için harekete geçiyor. Ama kaybetti savaşı. Orada işte klasik bir nevi döngüye geri dönüldü.
Dediğiniz gibi meydan da borsa endeksinin aktığı Matrix’in karakterlerine kaldı.
İlhan İnan: No Logo’daki olaya benzer olarak Michael Moore da iyi bir örnek. Ben çok iyi tanımıyorum, sizler daha iyi biliyorsunuzdur, dizisi var televizyonda. Yani endüstriye karşı savaş açan insan bir endüstri yarattı. Bu da benzer paradoksal bir durum. Ama çok aklı başında yayınlar yapan bir akademisyen Tv’ye dahi çıkmıyor ABD’de. Mesela Noam Chomsky. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz.
Murat Güney: Onun da bir piyasası var aslında.
İlhan İnan: Var var, onu düşündüm yalnız.
Murat Güney: No Logo’nun yazarı Naomi Klein çok popülerleşmiş Che t-shirt’leri meselesinin üstüne çok fazla gitmez. Giyseler de Che’nin ve devrimin içini boşaltamazlar der, geçiştirir. Ama o da aslında büyük bir endüstri olmuştur. Che resimli, orak çekiçli, arkasında USSR yazan t-shirt’ler falan da çıktı. Mesela küreselleşme karşıtı hareket o Seatle’da ilk başladığı zaman insanlar büyük bir coşku duydular. Eleştirme imkanımız var, hala muhalefet edebiliyoruz diye. Ve bir şekilde bu akım zaman içinde rap’iyle, hip-hop’uyla, Rage Against the Machine’iyle popüler bir moda akımı haline geldi. İnsanlar bir turist gibi farklı kentlere gider gelir hale geldiler. Tabii popüler olması iyi mi oldu kötü mü o ayrı bir tartışma konusu.
İlhan İnan: Dahası anti küreselleşme hareketi küreselleşmenin sonucunda ortaya çıkmış bir harekettir, yani bir küreselleşme hareketidir. Kendi içinde bu çelişkileri barındırır. Küçümsediğim için söylemiyorum ama bu paradoks hep var.
Murat Güney: Smith de tam bu noktada bence terörist olan, yani Baudrillard tüm bu kapana kısılmışlık ve paradoksallık içerisinde belki de tek karşı çıkış yöntemi dediği şey.
İlhan İnan: Ben üçüncü film hakkında hiçbir şey okumadım. Sizlerden geriyim. Sizin söylediğiniz bu düşünceleri destekleyen, ön plana çıkaran bir yorum mu var? Yoksa üçünüz ayrı ayrı mı bu noktaya geldiniz? Onu merak ediyorum böyle bir yorum mu var piyasa da sizi etkilemiş olan.
Bir izleyici: Yok.
Murat Güney: Ben yazdım ama yayınlamadım henüz. (gülüşmeler)
İlhan İnan: Yani o zaman düşüneceğim bunun üzerinde.
Biz izleyici: Ben bir şey soracağım, terörist göndermesiyle ilgili. Sonuçta Ajan Smith’in bu hale gelmesini sağlayan Neo’ydu. Ve burada acaba 11 Eylül’e bir gönderme olabilir mi? Bin Laden’i Amerikalı CIA eğitti ve daha sonra kontrolden çıktı. Öyle bir şey düşündünüz mü, şans eseri mi bu benzerlik.
Murat Güney: Bence tesadüf. Mesela Baudrillard’ın ikiz kuleleri Amerikanın sembolü olarak gösterdiği bir kitap var. Simgesel Değiş-tokuş ve Ölüm. … Ondan yirmi yıl sonra kuleler yıkıldı. Wachowski’ler Baudrillard’dan etkilenmişler, o terörist konusunda. Yani 11 Eylül’dekiler bence tesadüf, ama spekülasyon yapılabilir.
Ayşegül: Ben birinci filmi seyrettiğim zaman, özgür irade-determinizm tartışması vardı kafamda. Şimdi de var. Yani Murat’ın da dediği gibi buradan çıktıktan sonra ne olacak, hayatım nasıl değişecek? O kıvılcımlar, onun üzerinde düşündürmeye çalışması etkili oldu. Sonra filmin sonunda Neo üzerine yapılan İsa mesih göndermeleri özgür iradeye dair tüm göndermeleri hepten yok etti. Smith’in açıklaması sadece varolmak, üremek için yaşıyoruz oldu. Neo da sonunda kabul etti, bu sadece benim tercihimdi, diye ve tartışmayı kitledi. Şimdi artık, filmden çıktıktan sonra, işte burada konuştuktan ve buradan çıktıktan sonra da benim hayatımda da pek bir şey değiştirmeyecek gibi geliyor. İlk filmde kalsaydı, kafa yormak adına çok daha fazla şey bulunabilirdi belki de.
Bir izleyici: Ben bir şey daha eklemek istiyorum. Yani genel olarak Marix’le ilgili pek çok göndermelerden bahsediliyor. Bence atlanan çok önemli bir film var. David Cronenberg’in Existenz’i. Bence bu film sorduğumuz sorularla birebir uyum sağlıyor ve gerçek ve gerçek olmayan arasındaki fark da belki bize empoze edilmiş olabilir, diyor. Herkes 3. filmle ilgili olarak Neo’nun insan üstü gücü varmış İsa’ymış dedi. Wachowskiler bize sırf birkaç saniye ekstra görüntü vermedi diye, hani en sonunda belki Neo öldükten sonra Neo başka bir yerde uyanmadı diye. Oysa aksi olsaydı, o zaman diyecektik ki “ah, gerçek değilmiş, aslında bizim gerçek dünya olarak algıladığımız şey tamamen sahteymiş”. İlk film, sorgulayın, sürekli olarak sorgulayın, diyordu. Gerçek nedir? Size sunulan şey, önünüze konulan yemek gerçek midir? Ya da gerçeğe nasıl ulaşılabilir? İlk film çok karamsar ve sorgulamacıydı. Daha sonra ikinci ve üçüncü filmde insanlar nedense ilkinde verilen mesajı unuttular ve sadece kendilerine verilenle yetindiler. Yorumlayanlar daha doğrusu. Üçüncü filmden çıktıktan sonra çoğu arkadaşımla, çok saçma, kimsenin insanüstü gücü olamaz gibi yorumlar yaptık ama acaba gerçekten böyle mi? Hem de Wachowskiler gerçek sandığımız dünyanın aslında gerçek olmadığını söylemişlerken bize en son bize gerçek olarak sundukları dünyanın da gerçek olduğuna emin olmamamız lazım bence. Bence bu sorgulanmalı. O kadar açık değil.
İlhan İnan: Existenz’in sonunu hatırlayın. Özellikle açık bırakıyor, bağlılar mı oyuna yoksa o sahne gerçek mi, onu anlayamadan bitiyor film. O açıdan çok güzeldi. Gerçeklik temasını çok güzel işliyor. Madem Wachowski kardeşler de böyle bir şeye niyet ettiler, o zaman ufak bir, sembolik dahi olsa, demin söylediğimiz gibi bir uyanma sahnesi, niye yapmadılar? Ticari kaygılar bence, öyle biten filmler o kadar çok para kazanmıyor çünkü. Existenz’i biliyorsunuz. Çoğu insan adını bile duymadı Existenz’in. Burada şunu da söyleyeyim. Ben bir filmin, romanın doğru bir yorumu olduğuna inanmıyorum. Öyle bir şey yok. Yani biz bunları, siz de söylediniz nereden çıkardık? İstediğiniz şeyi çıkarabilirsiniz. Sinemada felsefe diye bir ders açmıştım birkaç yıl önce. En başında bunu söylemiştim. Biz bunları seyredeceğiz ama mutlak doğru yorumun peşinde değiliz. Değişik yorumlar çıkar, bunları tartışırız. Önemli olan tartışmaya imkan olmasıdır. Ama Matrix’te bu son sahne yorumlama gücümüzü daralttı. Beni daralttı en azından. Bazılarını daraltmamış da olabilir. Yoksa tabii ki böyle bir yorum da var: tüm bunlar bir Matrix’in içinde oldu.
Murat Güney: Arkadaşlar saatler bayağı ilerledi ben bir toparlayayım. Bugün, Matrix’in mesajı nedir diye oturduk. Cevaplardan çok sorularla uğraştık. Matrix bir taraftan hem mesajıyla hem de varoluşuyla, yani sinemaya çekilen bir Hollywood filmi olarak, sistemi onaylatan bir araç. Bir taraftan da aslında Matrix, bütün bu yaşadığımız dünya bir simülasyon mu diye sorgulatan, bir özgürlük, umut vaadi. Matrix’in bu iki seçeneğinden hangisine karar kılacağımız da yine Neo’nun yaptığı gibi bizim tercihimize kalıyor. Eğer Matrix’in içinde kalıp da perdenin arkasında yaşamayı seçersek, her gün nasıl daha çok paramızı arttırabiliriz, nasıl iktidara gelebiliriz veya nasıl daha yüksek not alabiliriz sorularını tekrarlayıp durmaya devam edeceğiz. Yok eğer, bütün yaşadıklarımız bir simülasyon mu acaba, sorusuyla yola çıkarsak, o zaman işte neden para kazanmaya çalıştığımız, neden üniversitede bulunduğumuz, neden derslere çalıştığımız gibi sorularla yüzleşeceğiz. Ve bu toplantıdan çıkıp da evimize döndüğümüz ve ertesi sabah yeni bir güne uyandığımız zaman neden hala yaşamaya devam ediyoruz sorusuyla baş başa kalacağız. Katıldığınız için çok teşekkürler…
neo = sevgi = bağışlayıcı kaynağa döndürücü.
ajan smitih= çevirici (cehenem)