Contemplative Communication of the Picturesque Profile Stories in Social Media

Dr. Balca Arda, Romanya’nın Cluj-Napoca kentinde, The Picturesque: Uluslararası Film ve Medya Araştırmları akademik konferansında “Contemplative Communication of the Picturesque Profile Stories in Social Media” başlıklı bir konuşma gerçekleştirdi. 25-26 Ekim 2019 tarihinde gerçekleşen konferanstaki konuşmanın videosu yukarıdaki linkten izlenebilir.

Presentation at the international film and media studies conference, THE PICTURESQUE: VISUAL PLEASURE AND INTERMEDIALITY IN-BETWEEN CONTEMPORARY CINEMA, ART AND DIGITAL CULTURE, organized by the Sapientia Hungarian University of Transylvania, in Cluj-Napoca, Romania, on 25-26 October 2019.

Donna Haraway ile Siborglar ve Yoldaş Türler Üzerine

Dilerseniz Siborg Manifestosu ile başlayalım. Birçok kadın siborgun bir kadın olabileceği fikri ile büyülenmişti. Neden siborgun dişiliği üzerinde ısrar ettiniz?

jda-haraway.jpgBenim için siborg mefhumu dişiydi ve karmaşık yönlerden bir kadındı. O bir direniş eylemiydi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif hareketti. Siborg, tabii ki, bir askeri projenin, dünya dışı uzay adamı projesinin bir parçasıydı. Ama o aynı zamanda erkek-tanımlı bilimkurgu dışındaki bilimkurgusal bir figürdü. Sonra popüler kültürde ve tıp kültürünün bazı türlerinde de siborgun kadın olduğu başka bir boyut vardı. Burada siborglar, hasta olarak ya da ‘fem-bot’ –demir bakire, robotlaşmış makine, pornografik dişi- gibi karşımıza çıkıyorlardı. Ama bir bütün olarak siborg figürü bana potansiyel olarak bunlardan daha ilginç görünüyordu. Daha çok, adil bir biçimde açık sözlü, politik ve sembolik bir teknobilimsel proje gibi gözüken bir alanın teslim alınması eylemi gibiydi.
Benim bakış açımdan, siborg birçok şeyi bünyesinde toplayan bir figür ve İkinci Dünya Savaşı sonrası teknobilimsel kültürlerin, enformasyon bilimleri ve biyolojik bilimler tarafından derinden biçimlendirildiği bir yoldan geliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında halihazırda yapılmakta olan ve son elli yılda daha da derinleşen ve yaşam biçimimizi daha derinden dönüştüren bilişim ve biyolojinin patlaması sonucunda ortaya çıkmış bir figür bu. Tüm bunları ne bir seçim meselesi ne de bir determinizm meselesi olarak görebiliriz. Bunlar çok daha karmaşık sosyoteknik ilişkilerin derinden gerçekleşmesidir. Beni daha çok ilgilendiren aslında bizleri canlı veya cansız, hayvan veya bitki, tek bir insan ya da gezegenin kendisi yani Gaia, veya muhtelif türden bir makine olsun, sonuçta bir iletişim sistemi olarak tasavvur eden yoldur. Varoluşu teorileştiren bu ortak açı, her şeyi bir iletişim-kontrol-sistemi olarak tasavvur eden bir ortak ontoloji, benim ilgimi çeken fikir oldu. Bu fikir beni hem kızdırdı ve endişelendirdi ama hem de daha olumlu yönleriyle ilgimi çekti. Her şey bir yana, bilinçsiz ve rüya gibi bir nitelikten etkilendim ve siborgların, birer insan-makine sureti olduğunu basitçe tekrar etmekle kalmayıp aynı zamanda insanların ve diğer canlıların siborg dünyasında hangi dereceden ne tür bir ortaklıkları olduğuyla da ilgilendim. Siborglar hakkında beni ilgilendiren, bunun bir yandan insan ve makinenin diğer yandan da insan ve diğer organizmaların, içinde iletişimle ilgili bir sorunsalı da barındırarak, birlikte içe doğru patlamasıydı. Bunun içinde birçok seviye vardı, örneğin emek süreci meseleleri: Siborg üretiminin emek süreçlerinin özel yönleri kadınları –çalışan sınıf kadınlarını, women of color’u, üçüncü dünya ülkelerinde, uluslararası sermayeyi mikro-elektronik üretiminde cezbeden ihracat işlemi alanlarında çalışan kadınları, bu işe bulaştırdı, hatta görece azınlık da olsa zaman zaman bilimkadını olarak da. Kadınlar dünya üzerindeki çeşitli konumlarda çalıştı; biyolojik ilaçlar alanında, enformasyon bilimleri alanında hem de ulus-aşırı sermayenin tercih ettiği iş gücü olarak. Esnek birikim stratejileri, hem erkekler hem de kadınlar için toplumsal cinsiyetin tarihsel olarak özgül olan çeşitli türlerinin üretilmesini gerektirdi. Siborg, kadınların feminist sosyalistler tarafından üretilen bir tabir olan ‘integrated circuit’ içindeki yerini anlamaya çalışan bir figür haline geldi.
Okumaya devam et

Jean Baudrillard ile Söyleşi

jean-baudrillard-1.jpgBugüne değin dergimizde yazılarına ve görüşlerine sıklıkla yer verdiğimiz dünyaca ünlü yazar ve düşünür Jean Baudrillard 6 Mart 2007 günü Paris'teki evinde 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. Baudrillard 2004 yılında İstanbul'a da gelmiş ve Bilgi Üniversitesinde bir konuşma yapmıştı. Konuşması öğrenciler, akademisyenler, yazarlar ve gazetecilerden oluşan oldukça kalabalık bir grup tarafından ilgiyle takip edilmişti. İki bölümden oluşan etkinliğin ilk bölümünde Baudrillard yaklaşık 45 dakika boyunca “Olay’a İlişkin ve Sanal” (l’Evénementiel et le Virtuel) başlıklı yazılı metnini okumuş; bunun ardından da yaklaşık bir saat boyunca kendisini dinleyenlerin ve davetsiz misafir'den bizlerin sorularını cevaplandırmıştı. Bugün, Baudrillard'ın anısına, onun 30 Nisan 2004'te İstanbul'da yaptığı konuşma ve söyleşinin metnini aşağıda yeniden yayınlıyoruz.

Olay’a İlişkin ve Sanal

* Kafanızda iki imge canlandırın. Bunlardan biri: İkiz Kulelerin önünde bir yerlerdeki sıralardan birinde, dizleri üzerindeki evrak çantasına yapışmış vaziyette oturan, bronzdan bir heykel ya da şu Pompei harabelerinde bulunan kavrulmuş insan bedenlerinin birini andıran ve çökmüş kulelerden yağan toz toprağın altında kalmış teknotratın görüntüsü olsun. Bu teknotrat görüntüsü sanki öngörülemeyen bir felakete uğrayan dünya çapındaki bir gücün dokunaklı bir sureti, bir tür bu olaya imzasını basan bir görüntüdür.
Diğer imgeyse şöyledir: İkiz kulelerden birindeki atölyesinde bir sanatçı, kulelerin önündeki meydana dikilmek üzere, bedeni oklarla delinmiş bir Aziz Sebastien heykelinin modern versiyonunu andıran bir yapıt üzerine çalışmaktadır. Model olarak kendi bedenini almış olup bu bedenin içinden uçaklar geçmektedir. 11 Eylül sabahı kuledeki atölyesinde bu heykel üzerinde çalışmakta olan sanatçının öngördüğü olay gerçekleşerek kendi ölümüne yol açmıştır. Gerçek bir olaya dönüşen düş ürünü bir sanat eseri için bundan daha kusursuz bir kutsama töreni düşünülemezdi.
Burada, şimşek hızıyla olup bitmiş, tarihin sonu denilen tek düzeliği bir anda aşıp geçmiş olan tek bir olayla ilgili iki alegoriden söz edilebilir. Hiçbir şeyin gelip kendisini rahatsız edemeyeceği bir dünya düzeni ya da olmayan-olaya mahkum edilmiş bizlerin içinde bulunduğu duruma son verebilmiş tek olay 11 Eylül.
Okumaya devam et

Kürşad Kızıltuğ ile Söyleşi: "Devrim toplumda kurumsallaşmış ilişkilerin geriye döndürülemez şekilde dönüşmeye başlamasıdır"

22 Mart 2006

Söyleşenler: Kürşad Kızıltuğ ve Duygu Gül, Tuğba Diyar, Murat Güney,

Murat Güney: Senin için devrim ne ifade ediyor? Sence devrim bir süreç mi, bir kırılma anı mı yoksa bir ahval mı? Nasıl tanımlıyorsun devrimi?

Kürşad Kızıltuğ: Bana göre bir devrim toplumsal bir dönüşüm olarak kavranılması gereken bir şeydir. Burada ille de bugünkü toplumları siyasal bilimler olarak tanımlamamızı mümkün kılan ulus-devlet kavramına oturan bir ölçek üzerinden konuşmak zorunda değiliz. Devrim, bu ölçeği aşan veya bu ölçeğin altında daha küçük bir ölçeğe işaret eden bir şey de olabilir. Ama devrim eninde sonunda belirli bir toplumda kurumsallaşmış ilişkilerin geriye döndürülemez şekilde dönüşmeye başlaması ve bunun böylece devam etmesi sürecidir. Fakat dönüşüm deyince bir sürece yani bir zamana gönderme yapıyoruz. Zaman deyince de zamanı nasıl algıladığımıza bakmamız lazım. Eğer toplumu bir bütün, toplumsal değişimi tarihin varsayılan bir başlangıç noktasından bugüne ve bugünden geleceğe doğru gitmekte olan bir tarihsel evrim olarak kavrıyorsak, o zaman devrim dediğimiz şey burada büyük bir kırılma ve tarihin başka bir insanlık durumuna, başka bir ontolojik durumuna ya da insanın başka bir antropolojik durumuna geçişi olarak anlaşılıyor. Ama burada bence tehlikeli olan bir şey var. Çünkü buradan, tarihi sonlandırma gibi bir fikir kaçınılmaz olarak doğuyor: “Yani bir devrim gelecek, toplumda şu ya da bu problemler ortadan kalkacak ve başka bir insanlık evresine geçeceğiz.” Fakat bu zaten bu haliyle oldukça teleolojik bir yaklaşım ve bence sosyalizmin ve devletçi geleneklerin de kaçınamadığı teolojik düşünce geleneğiyle ilişkili. Çünkü en nihayetinde bunun komünal bir cennet vaad etmekten çok da farkı yok.
Okumaya devam et

Kaos GL'den Ali Erol ile Devrim Üzerine Söyleşi

Tarih: 20.04.06
Saat: 10.15 – 12.00
Yer: Kaos GL Derneği, Ankara
Söyleşenler: Murat Güney (MG), Canay Özden (CÖ), Ali Erol (AE)

MG: Herkese sorduğumuz ilk soruyla başlayalım. Sizin için devrim ne ifade ediyor? Devrimi nasıl görüyorsunuz, kendi adınıza nasıl tanımlıyorsunuz?

AE: Ben sonuçta kendi hayatımdan hareketle bu soruya cevap verebilirim. Belki eşcinsel olmam, eşcinsel olmamın çok erken yaşlarda farkına varmam, bununla ilgili hayatı algılayışım ve halihazırdaki ilişkilere adapte olmam ya da olamamamın çatışmalarından dolayıdır belki. Çocukluğumda köyde, sonra Mersin’de hep bir farklılık, bir uçluk, veya bugünden bir terimle baktığımızda radikal bir konumlanış, radikal bir ötelemeyle karşı karşıya kaldığımı hatırlıyorum. Doğrudan devrim adıyla lise döneminde dışarıdan bir heyecanı şimdi paranteze alırsak örneğin, üniversitede kendine devrimci diyen insanlarla karşılaşıyorduk. Aslında benim de, eşcinsel olmamı homofobisinden arınmasa bile benimle ilişkilenme anlamında kendisine sorun etmeyen heteroseksüel bazı arkadaşlarımın da örneğin bir devrim hayali vardı. Kendilerini “Ben devrimciyim” diye tanımlamasalar da devrim için bir şeyler yaptıklarını düşünürlerdi, düşünürdük. Ama örneğin devrimin veya devrimciliğin asıl sahibiymiş gibi olan, kendi aralarında da anlaşamayan bazı gruplar, insanlar bizi devrimci olarak görmezlerdi. Ben o zaman şeyi fark etmiştim. Yani ben elimden geldiğince, aklımın erdiğince bir şeyler yapmaya çalışıyorum, bu toplumu dönüştürmeye, ilişkileri dönüştürmeye çalışıyorum. Ben devrimci olmuyorum ama benimle aynı okuldaki insanlar üç tane sloganla hayat boyunca devrimci olabiliyorlar. Örneğin ilk benim kırılma noktam veya farkına varma, ayırt etme noktam herhalde o döneme tekabül ediyor. O benim için devrim, devrimci, devrim için mücadele etmek, amiyane deyişle “e iyi de neyi devireceğiz, yerine ne koyacağız?” anlamındaki soruların kendiliğinden gündeme gelmesi, günışığına çıkması, arkadaşlarımızla formel ya da informel bu soruları masaya yatırmamıza vesile olmuştu. Çünkü yani orada hüzün veren de bir nokta vardı; ben onlardan belki çok daha fazla çalışıyorum, çok daha fazla söz verdiğim gibi, tek başımayken bile aynı pratiği sergilemeye çalışıyorum, ama ben devrimci değilim. Bu nasıl oluyor? “Peki onun devrimi ne ola ki?” sorusu geliyor. Bu durumda elbette ki toplumlara, dünyaya, şuna buna baktığımızda şey konusu benim için de geçerli: Devrim kökten bir değişim. Yani halihazırdaki ilişkilerin, sosyal örgütlenme biçiminin kökten bir değişimi olarak tanımlanırsa, bu tanım benim için de geçerli. Elbette burada şey de çıkıyor; o bitmez tükenmez tartışmalar, ben biraz da yetişemedim, 70 doğumlu olduğum halde, ortaokula başladığımda darbe olmuştu, falan falan, insanlar otobüslerde götürülüyordu. Ama yetişemedim dediğim kısmında devrim hani politik ve sosyal tartışmalarında belki de bizim dönemimiz itibariyle bakıldığında yetişememek bir dezavantaj da değildi. Hani farklı bir tahayyül geliştirmek için, farklı bir şeyler için çabalamak için. Örneğin politik iktidarın fethi anlamında bir devrim bana hiçbir zaman heyecan vermedi. Bu anarşiyle ilişkilenme, anarşinin ve özgürlükçü düşüncenin farkına varma onunla bağ kurmadan önce de kendiliğinden gelişen bir şeydi. Benim anladığım devrim, yine o geleneksel tartışmalarla paralel gidecek olursak, aslında sosyal bir değişim. Sosyal ilişkilerin kökten ve radikal bir değişiminden ben devrimi anlıyorum. Burada elbette ki yine bir sonraki cümleyi aydınlatmak, açmak gerekir. İnsan ilişkileri vesaire durumlarda toplumdaki sosyal örgütlenme radikal bir şekilde değişse de, örneğin bu ister bir yıkım olarak olsun, ister halihazırdaki politik iktidarın dönüşümü, el değiştirmesi olsun, artık biz biliyoruz ki hem günlük hayatlarımızdan, hem de yüzyıllara yayılan toplumsal ilişkilerden biliyoruz, insan ilişkileri “Bugün devrim oldu, yarın her şey değişti” şeklinde olmuyor. Böyle bir şey olmadığının da artık insanlar farkında. Bu durumda o zaman, sürekli bir değişim dönüşüm sürecine yaymak gerekiyor devrimi. Yeni ilişkilerin kurulması, bu yeni ilişkilerin yeniden ve yeniden sorgulanarak kurulması anlamında devrim aynı zamanda bir süreç.
Okumaya devam et

Peter Sloterdijk ile Avrupa ve Amerika'nın Geleceği Üzerine

Geçen sayımızdaki giriş yazısında, Almanyalı düşünür Peter Sloterdijk ve eseri Sinik Aklın Eleştirisi’nden bahsetmiş ve bu eleştirinin bizi nerelere taşıyabileceğini tartışmaya çalışmıştık. Dillendirdiğimiz bu tartışmalar dergi çıktıktan sonra birbirinden değişik görüşlerle yankı buldu. Biz de, bugüne değin buralarda pek bilinmeyen ama çarpıcı görüşler dile getirmiş düşünürleri dergimizin sayfalarına taşıma misyonumuzdan hareketle bu sayımızda da Almanya’da bir hayli popüler bir düşünür olmasına ve hatta çağdaş Alman felsefesini bugün devam ettiren başlıca aktör olarak lanse edilmesine karşın Türkiye’de nedense bugüne kadar pek adı duyulmayan Peter Sloterdijk’a yer ayıralım ve onu biraz daha yakından tanıtalım diye karar almıştık. Ne tesadüftür ki, bu kararı alıp kendisiyle yapılmış söyleşilerden bir derleme hazırladığımız sırada Sloterdijk’ın Türkiye’ye geleceğini öğrendik. Böylece yaptığımız bu çalışma bir kez daha değer kazanmış oldu. 20-22 Ekim 2005 tarihleri arasında, Peter Sloterdijk, çok sayıda yerli ve yabancı düşünürle beraber, İstanbul Goethe Enstitüsü’nün Beyoğlu-Tünel’deki adresi Teutonia’da ‘Philosophie im Wandel’ (Değişmekte Olan Felsefe) başlıklı uluslararası felsefe kolokyumunda konuşmacı olacak ve ‘Tarihin Sonu ve Terörizm’ konulu bir konuşma yapacak. Görüşlerine katılın ya da katılmayın ama hazır buralara kadar gelmişken, bir söz ustası olan bu dünyaca ünlü düşünürü dinlemeden geçmeyin deriz. Davetsiz misafir dergisi yazarları olarak biz de etkinliği yakından takip edecek ve belki kısa da olsa, ‘21. yüzyılda siyaset arayışları’ üzerine bir konuşma yapacağız. Herkesi bekleriz. Bu arada unutmadan söyleyelim, Sloterdijk’ın görüşleri hakkında söyleşi öncesi daha kapsamlı bilgi edinmek için Everest Yayınları’ndan çıkan İnsanat Bahçesi İçin Kurallar adlı kısa metnini alıp okuyabilirsiniz. Bu metin, Sloterdijk’in bugüne değin Türkçe’ye çevrilmiş tek kitabı.
Okumaya devam et

Bülent Somay ile Bilimkurgu ve Fantazi Edebiyatı Üzerine

Söyleşi: Bülent Somay

“Günümüzde bilimkurgu edebiyatı ve sineması” konusunda konuşmaya başlarken bunun bir kriz konuşması olacağını belirtmekte yarar var; çünkü bilimkurgu günümüzde ciddi bir kriz durumunda, yani bilimkurgunun son anlamlı okulu cyberpunk (siberpunk) 1990’ların başında pilini bitirdiğinden beri bilimkurgu alanında yeni bir şeyler olmuyor Eski ayları kırpıp kırpıp yıldız yapmaktan başka hiçbir şey yapılamıyor. Yapılan ne? Isaac Asimov’un vakıf üçlemesini yeniden yazmak. Piyasayı izliyorum, özellikle Amerikan bilimkurgu piyasasını. Şu anda bir yeniden basımlar furyası var. Heinlein’ları yeniden basıyorlar. Her ne hikmetse tam da bu Irak savaşından önce, Amerika’daki en militarist ve en milliyetçi bilimkurgu yazarını dön dolaş yeniden basmaya başladılar ama Asimov yenidenbasımları pek yok, çünkü o milliyetçi olmayan bir Yahudi. Onun dışında mesela Le Guin yenidenbasımları da yok bu aralarda, o da duruma uygun değil çünkü.
Bir yılda yayınlanan yeni bilimkurgu romanı sayısı yaklaşık 1970’lerin onda birine düşmüş durumda. Şimdi bunun sebebi var. 70’lerdeki bilimkurgu yükselişinde bir çok yeni akım vardı. Yepyeni kadın bilimkurgu yazarları çıkıyordu ve feminist bir soluk geliyordu bilimkurguya. Keza aynı zamanda eşcinsel bilimkurgu ortaya çıkmıştı. Bu pek bilinmiyor Türkiye’de ama Thomas Dish , Samuel Delany gibi eşcinsel yazarlar ortaya çıkmıştı. Yani 1960’ların altüst edici hareketlerinin 70’lerdeki uzantıları bilimkurgu alanına girmişti olduğu gibi. Siyah blimkurgu yazarları vardı, çevreciler vardı (Callenbach ve Ekotopya ve John Brunner- aynı zamanda cyberpunkın atası kabul edilir, yazdığı “Şok Dalgası Süvarisi” aslında ilk cyberpunk kabul ediliyor). Dolayısıyla 70’ler müthiş bir artışa sahne oldu. 80’lerse bunların pilinin bittiği on yıl. Hepsinin yerine bütün seksenleri kaplayan cyberpunk var. Cyberpunk çok önemli bir adımdır; çünkü dijital devrime denk düşebilecek tek akım da odur zaten. Ama şimdi djital devrim cyberpunkçıların sandığından çok daha hızlı geliştiği için daha adamların romanı yazmalarıyla romanın yayınlanması arasındaki sürede onların öngörü sandıkları şey gerçek oluveriyordu. Mesela cyberpunk’ın ünlü filmi Johny Mnemnic’te anlattığı şeyi geçen gün gazetede okudum. Yani insan hafızasını olduğu gibi çipe alabiliyorlar artık ve kafatası üzerine çipi takıyorlar ve alzheimer ya da parkinson gibi nedenlerle beyin dokusu tahribata uğramış insanların hafızasını yeniden kazanmasını sağlıyorlar. Dolayısıyla cyberpunk’ın şöyle bir problemi var, çok yakın gelecekle uğraşmaya çalıştığı için olayları yakalayamıyor (idi). Nitekim 90’larda da zaten cyberpunk sönüp gitti.
Okumaya devam et

J.G. Ballard ile Milenyum İnsanları Üzerine Söyleşi

Derleyen ve Çeviren: Elif Çopuroğlu

“Bu bizim yaşadığımız dünya işte; insanlar bedava park edebilmek uğruna bomba patlatıyorlar. Ya da belki hiç nedensizce. Hepimiz sıkılıyoruz, ümitsizce sıkılıyoruz. Bir oyun odasında aşırı uzun süre bırakılmış çocuklar gibiyiz. Bir süre sonra oyuncaklarımızı kırmak zorunda kalıyoruz. Hatta en sevdiklerimizi bile. İnandığımız hiçbir şey yok.”

J.G. Ballard’a neden ‘Shepperton’lı Kahin’ lakabının yakıştırıldığını anlamak hiç de zor olmasa gerek. İlk önemli romanı The Drowned World, küresel ısınma ve Kyoto Anlaşması’nın kamu bilincine intikal etmesinden on yıllar önce ekolojik bir felaketin içerimlerini keşfe çıkmıştı. Daha sonra, meşhur kolaj romanı The Atrocity Exhibition’da Ballard, Ronald Reagan’ın Hollywood kovboyluğundan ABD başkanlığına yükselişini tahmin etti. Prenses Diana’nın 1997’de Paris’te bir altgeçitte ölümünün parametreleri bile Crash’te [Çarpışma] bir dereceye kadar çizilmişti.
Salman Rüşdi’nin zamanında belirttiği gibi, Diana’nın yaşamının romanvari doğası, sandığımız gibi bir peri masalı değil, Ballard’ın yirmi beş yıl önce yazdığı gibi pornografik bir seks, ölüm ve şöhret masalıydı.
Ballard, 18. romanı Millenium People’ın [Milenyum İnsanları] da yayımlanmasıyla önceleme gücünü bir kez daha göstermiş oldu: anti-terörist güçler Şubat 2003’te Heathrow Havaalanı’na akın ettiğinde Ballard kendi kentsel terörizm yapıtına, Heathrow Havaalanı’nın 2 No’lu Terminali’nde patlayan bir bombayla açılan romanına, son rötuşları yapıyordu. Ve geçtiğimiz aylarda, daha eserin yayımlandığı üçüncü yıl dolmadan, Londra şehrinin merkezi iki hafta arayla arka arkaya bombalı saldırıların hedefi oldu.
Peki Ballard’ın bu apaçık uzgörüsünü nereye çekeceğiz? Öngörüleri kehanetten mi doğuyor, yoksa başka bir şeyin mi ürünü bunlar?
Okumaya devam et