Unuttum

Santraldeki ayini yine kaçırmıştı. Bu saçmalıklara inanmıyordu gerçi ama inançsızlığının göze batmasını istemediğinden törenlere katılıyordu. Annesi başlarına tüm sorunların onun gibiler yüzünden geldiğini söylüyordu, o ise böyle giderse iki kuşak sonra santrale kurban vermeye başlayacaklarını düşündü. Işığın onları en son terk edişini hatırladı. Çaresizlik içinde çırpınan kalabalıklar, ışık bir gün daha geri dönmeseydi herhalde cadı avına başlayacaktı.
Beklemekten sıkıldı, uzun dört teker nerede kaldı? Olası senaryolar kafasında sıralandı: Ruhunu kaybetmişti, burnundan siyah dumanlar çıkartmaktaydı. Giden-bilen’in de iradesini aşan bu durum karşısında, taşınanlar aralarındaki uğursuzun kim olduğunu arıyorlardı. Ya da giden-bilen’in başına bir şey gelmişti. Belki sağlık-bilenlerinin derslerini çalışırken kullanacakları bir oyuncak olmuştu, belki de çoktan onlar tarafından parçalarına ayrılmıştı… Ne olursa olsun, bu dünyada bir uzun teker daha kullanılmaz hale gelmişti.
Sonunda araç gelince neredeyse şaşırdı, hani gelmese ayine gidememesinin bir bahanesi olacaktı. Giden-bilene biniş selamı verdikten sonra, pencere kenarında tek kişilik bir yere oturdu ve böyle bir çağda dünyaya gelmesinin neye işaret olabileceğini düşünerek geçmişten gelen gizlerle dolu dünyasını seyre daldı.

Sebepsiz yere gülen, mutlu görünmeye çalışan insanların, yüzleri ilkel boyalarla sıvanmış komik kadınların tabloları asılıydı her yerde. (Bunlar zamanlarında çok önemli kimselerdi herhalde.) Bazılarının altında atasözleri ve deyimler yazıyordu: “Herkesin bir ideali olmalı”, “Hayatın Tadı”… Hala ne olduklarına bir anlam veremediği yuvarlak, üç renkli lambalar yolun üzerinde asılı duruyor ve belli bir sıraya göre renk değiştiriyorlardı. Çoğu otlarla örtülmüş yolun kenarındaki basamağın uzaklığına bakınca yolun ne kadar geniş olduğu anlaşılıyordu. Bu kadar az aracın (ve insanın) olduğu dünyada böyle geniş yollara neden ihtiyaç duyulmuştu ki? (Yanıt her zamanki gibi yücelerin gösteriş merakıydı herhalde. Hiçbir işe yaramayan bunca ihtişamlı yapı ürettiklerine göre…)
Biraz sonra dört tekere bir grup çocuk bindi. Tek tip olmaya çalışan kıyafetlerinden okuldan geldikleri anlaşılıyordu. Koca sırt çantaları, ağır kutsal kitaplarla doluydu. Kendi de bir ara okumaya niyet etmişti oradan biliyordu, elcebra kitapları rastgele sıralanmış harf ve rakam dizileri içerirlerdi. Her sene yeni baskısı çıktığından ve yeni baskılardaki diziler farklı olduklarından kitaplar sonraki devreye verilemiyordu. Hızla gelişen bilimin karşısında kitaplar güncelliklerini ancak böyle koruyabiliyorlardı.
Akademiye ulaşabilen sıradan bir öğrenci 500 karakter uzunluğunda rastgele bir diziyi kolaylıkla ezberleyebiliyordu. Sonra onlara tersten yazma, ortadan ayırma, türevini çekme, integralini sıyırma gibi yüksek matematik işlemlerini uygulayabiliyordu. Gençler matematik ilmine sürekli teşvik ediliyorlardı. Yüzlerce yıldır ispatlanamayan Pisigor teoreminin kanıtını bulana (ki ispat aslında biraz günah sayılırdı) vaad edilen büyük ödül bu desteğin bir göstergesiydi.
En çok biyoloji ilmini sevmişti. Peygamber Darwin’i okumuşlardı. Derse gelen rahip-bilen iyi insanların ölünce Galapagos’a gideceklerini anlatmıştı. Sonra Tanrı Evrim’in HIV şeytanını Galapagos’tan nasıl kovduğundan ve O’nu yok sayıp tüm evrenin bir anda yaratıldığını iddia eden quantum-u kerim tarikatına bağlı kafirlerden, mRNA aleyyih selam’ın taşıdığı vahiylerden ve aşk meleği Feromon’dan bahsederdi. Tüm bunlar resimli kitap Biology’nin 667. edition’ında vardı ama anlamak ancak bilen-rahiplerce mümkündü.
Esas yorucu dönem akademiden sonra başlardı. Mezunlar kendi gövdelerinden uzanan bir dal seçerler, dalda uzmanlaşınca budağa geçer, upuzmanlaşmayı bitirince filize inerlerdi. Bu alan daraltmaya yarayan hiyerarşi bireyin yeteneğine göre daha on-yirmi basamak sürerdi. Hiç dokunulmamış bir alan bulunduktan sonra kimsenin anlamayacağı bir terminoloji uydurulur ve bu konudaki makaleleri içeren, cümle kurgusu içinde rastgele terimler içeren aylık bir yayın organı kurulurdu. Bilim üretimi, yani makale sayısı o kadar yüksekti ki, binlerce yıllık bilginin saklandığı ortak arşivde, yirmi anahtar kelimeyle yapılan bir aramada bile arama motoru yüzbinlerce kaynak bulurdu. Bu durumda neyin önemli olduğu ayrımında bilen-bilenlerin sezgisine güvenilirdi.
Neyse sonuçta o bu yorucu çalışmaya ayak uyduramayacağından okuyamamıştı işte. Hem şimdiki işinden de memnundu: Vuruculuk. Belki vuruculuk, bilen kategorisine girmediği için (vurucu-bilen) çok saygıdeğer bir meslek değildi ama ahlaklı bir geçim kapısıydı. Yücelerin oyuncakları bayıldıklarında ona başvururlardı. O önce aleti yoklar ve düşünceli bir tavır takınarak “temassızlık var” derdi. Sonra baba yadigârı casio hesap makinesini alete üç kez sürüp yere fırlatır, basılan tuşların ekranda belirttiği sayı kadar önce şıpıdaklarla sonra sertçe alete vururdu. Bu tören, temassızlığı giderirse alet tekrar hayata dönerdi, ama bu dönüş pek ender olurdu. Geneldeyse “ruhunu kaybetti” deyip üzgünlüğünü belli ederdi.
Ölen eşyanın yerine yenisi gelmiyordu. Ama kullanılmayınca da varlığı unutuluyordu, böylece ihtiyacı hissedilmiyordu. Örneğin beş yıl kadar önce herkeste, kullanabilmek için bilen olmayı gerektirmeyen taşınabilir basit konuşma cihazları vardı, konuşmak istediğinin adını söylüyordun ve konuşuyordun. Ona da sık sık hayata döndürülsün diye bir çoğu getiriliyordu. O da babasından öğrendiği bir yöntemle (“şarz” diyordu babası) uyandırıyordu onları. Bir gün tane tane konuşan metalik sesli bir melek bütün telefonları susturdu: “Aradığınız numara kapsama alanı dışında” diyordu da başka bir şey demiyordu. Ne istediğini kimse anlayamadı.
Efsaneler çok vahim olan bir başka unutuştan bahsediyorlardı. Unutma eylemi neyin unutulduğu bilgisini de yok ettiği için üzülemiyordu ama quantum-kerim’in 7. edition’ında aynen şöyle yazıyordu: “notayı icat ettiler. Ölümsüzlük isteğiydi bu belki. Ve ölüm bundan geldi. Ses kaydını icat ettiler. Eserler tüm nüanslarını koruyarak (hi-fi) sonsuzluğa uzandılar. Ve ölüm bundan geldi. Sanki biz hepsini duymuyormuşuz gibi her şeyi kaydettiler. Çok kayıt, eserleri; kayıt, notaları; notalar müziği unutturdu. Ve dünya sessizliğe mahkum oldu Amino.” Babasının dudaklarını bükerek ince sesler çıkardığını hayal meyal hatırlıyordu. Ama ilgilenmemişti. Zaten bu dinciler her şeyi abartırlar…

Kafasında bu kara-ütopyanın genel hatlarıyla betimlemesini bitirmesine yakın santral ötede belirdi. Fakat ufak bir sorun vardı: Santralden dumanlar sağlık belirtisi beyaz dumanlar değil, kara dumanlar yükseliyordu.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s