Davetsiz Misafirlerle Söyleşiler Etkinlikleri
13 Nisan 2004
Söyleşenler: Bülent Akkoç, Müfit Özdeş
Bülent Akkoç: Öncelikle kısaca kendimizden söz edelim. 1958 İstanbul doğumluyum. Çocukluktan beri bilimkurguyu seviyorum, okuyorum. Aşağı yukarı 66’dan beri okuyorum. Doğan Kardeş diye bir çocuk dergisi vardı. Oradaki Ateş Topu ile başladı bu macera ve öyle devam etti. O senelerde, Çağlayan Yayınları’ndan çıkmış kitapları buldum amcamda. Tabii o zaman tür olarak bilimkurgu diye bir terim yok Uzayda geçen, gelecekte geçen konular, öyküler ama onun değişik bir tür olduğunun farkına varmıştım. Böyle yıllar boyu bu tür kitapları almaya okumaya devam ettim. Meslek olarak makine mühendisiyim. Siemens’te çalışıyorum 16 yıldır. Tabii Türkiye’de yazarlık karın doyurmuyor tek başına. Ayrıca 1980 yılından beri Alman bilimkurgu fan kulübünün de üyesiyim. 1977 yılından beri sadece okur olarak değil de yazar olarak da yayınlanan dergilerde yer aldım, kendim dergiler yayınladım. Son beş altı yıldır da Atılgan Yayınları’nın sahibiyim. Hem okur, hem yazar, hem yayıncıyım. Hangisi en iyisi derseniz ben okur olmayı tercih ediyorum en çok, diğerlerinin değişik mahsurları var çünkü.
Müfit Özdeş: Ben de Müfit Özdeş. Bilimkurgu öyküleri yazıyorum. 60 yaşındayım. İstanbulluyum. Plastik sigara içerim…
Bülent Akkoç: Evet, konumuz Türkiye’de bilimkurgu edebiyatı. Türkiye’de bilimkurgu alanında yazılmış eser sayısı çok fazla değil. Yazar sayısı da keza öyle. Şimdi elimde birtakım rakamlar var. Uzun yıllar boyunca bilimkurgu okurken Türkiye’de yayınlanmış kitaplar bibliyografyasını hazırladım. Bugüne kadar Türkiye’de 650’ye yakın kitap yayınlanmış bilimkurgu türünde, tabii çoğunluğunu çeviriler oluşturmak üzere. Bunların içindeki çevrileri çıkartırsak bizim yazarlarımızın yazdığı kaç kitap var, 1943’ten bu yana 71 diye bir rakam elde ediyoruz, bir de 47 diye bir rakam elde ediyoruz. Şimdi bu neden? Bazı dönemlerde çocuklara yönelik kitaplar rağbetteydi. Şimdi bu kitapların içinde bilimkurgusal olanları bilimkurgu kabul edip etmemek meselesi var. Müfit Bey, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? İlk olarak bilimkurgu eserlerle nasıl tanıştınız?
Müfit Özdeş: Şimdi ben bayağı ihtiyar sayılırım. (gülüşmeler) 1943 doğumluyum, hatırlıyorum yani o dönemleri. 1950’lerde Türkçe cep kitapları başlamıştı. Ucuz, özellikle ciltlenmemiş kitaplardı bunlar, insanlar bol bol alsın okusun diye, sadece bir liraydı. Ben Mike Hammer’e düşkündüm o zamanlar çok. Sonra Mike Hammer’i yayınlayan yayınevi Çağlayan Yayınları, tesadüfe bakın ki “Yeni Dünyalarda” diye bir dizi yayınladı. 1955’te “Merih’ten Saldıranlar” diye başladı dizi. Ben çarpıldım. Ondan sonra ne Mike Hammer, ne Köroğlu, hiçbir şey okuyamaz oldum. Çok yavan geldi, Tolstoy’un “Harp ve Sulh”u bile yavan geldi. Yani dünya minicik, olacak şey değil. Öte yanda güneşler patlıyor, galaktik savaşlar çıkıyor… Ben ona kapıldım ve bunlar bana kötü bir oyun ettiler. O dizi 15 gün arayla 10 kitap çıktı, yani 5 ay eder ve kestiler o diziyi. Türkçe başka bilimkurgu yok. Ben illa okuyacağım, başka şey okumak istemiyorum oysa. Biraz Jules Verne okumaya çalıştım ama Jules Verne’de bilimkurgu tadı yok, daha farklı bir şey Jules Verne. O sırada da çat pat İngilizce okumaya başlamışım. Hadi bir elimde sözlük bir elimde İngilizce bilimkurgu kitabı, o sayede iyi de İngilizce öğrendim. Fakat Türkiye’de 1955-56’da kesilen bilimkurgu yoksulluğu, yakın zamanlara gelinceye kadar devam etti. Yani hiç kimse çıkıp doğru dürüst bir bilimkurgu yayını yapmaya cesaret edemedi, mesela bir Baskan Yayınları gayret etti, bir dizi çıkardı ve hepsi elinde kaldı. Şimdi kiloyla satılıyor onlar. Ancak son yıllarda, insanların edebi ağız tadı, dimağ tadı farklılaştı ve dolayısıyla bilimkurgu ve ona akraba olan şeyler yayınlanmaya başladı. İşte benim diyeceğim bu. Böyle tanıştım bilimkurguyla, ondan sonra da hep okudum durdum. Bir ara kesintiye uğradım, onu da söyleyeyim. Arada bir on yıl kadar kesintiye uğradı. Benim o zaman arkadaşlarım ve yakın çevrem öyle yadırgadılar ki benim bilimkurgu okumamı, dediler ki, “biz hepimiz, sen de dahil olmak üzere dünyayı altüst edip yeni bir dünya kurmak için kelleyi koltuğa almışız, belimizde silah dağlara çıkıyoruz, sen bu deli saçmalarıyla uğraşıyorsun.” “Yahu bu deli saçması değil” dedim. “Olsun”, dediler, “bunlara harcayacak vakti olmaz insanın” dediler. Ben de “herhalde öyledir” dedim. Hakikaten çok büyük koşturmaca içindeydik ve on yıl kadar hiç bilimkurgu okumadım. Ama doğrusunu isterseniz Marksist siyasi edebiyat ve gayet onaylanmış devrimci romanlar dışında da bir şey okumadım o yıllarda. Dolayısıyla sadece bilimkurgu boykot edilmiş sayılmaz kendi açımdan. İşte böyle.
Bülent Akkoç: Şimdi ben bugün bir, Türkiye’deki kitaplar nereden nereye geldi, bir de dergiler nereden nereye geldi onlara değinmek istiyorum. Şimdi Türkiye’de ilk olarak 1943 yılında “Rüya mı Hakikat mi?” diye bir kitap görüyoruz. Dr. Vedii Bilgin diye Hataylı bir yazar kaleme almış. Bu romanda kahraman bir şekilde Merih’e gidiyor, Merih’te gelişmiş bir uygarlık var, o uygarlıktakilerle konuşuyor, neyi nasıl sağladınız diye, sağlık, uzun ömür, bilim, teknoloji üzerine onlarla tartışıyor, konuşuyor ve sonra dünyaya dönüyor bir şekilde. Sonra o zamanki romanlarda adet olduğu üzere yazar uyanıyor ve bunun bir rüya olduğunu fark ediyor. Bu kitabı ilk yerli bilimkurgu kitabı olarak kabul edebiliriz. Bundan sonra seyrek bir periyodda da olsa bilimkurgu veya bilimkurgusal eserler devam etti. 50’lerden sonra 1970’e kadar bir boşluk var. 1970’lerden sonra ise Uzay Yolu dizisiyle beraber yeniden bir canlanma yaşanıyor. Özellikle 90’lardan sonra ise ciddi bir çıkış var. Yıllara göre bakarsak 1950’ye kadar dört tane, 1950-1960 arası bir tane, 1960-1970 arası bir tane, 1970-1980 arası on tane, 1980-1990 arasında yedi tane, 1990-2000 arasında 23 tane ve 2000’den sonra 25 tane kitap yayınlanmış.
(Bu noktada Bülent Akkoç, hazırladığı bibliyografyada yer alan 71 kitabı kısa kısa yazarları ve konularıyla beraber tanıttı. Ancak yer darlığından bunları şu an aktaramıyoruz. Bu sayımızda kendisinin dergicilik tecrübelerini aktarmayı tercih ettik. Bundan sonraki sayıda ise bu kitap dizinine yer vermeye çalışacağız. Kendisi söyleşide de belirttiği gibi arzu edenlere hazırladığı bibliyografyayı ulaştırmaya çalışıyor. –editörün notu)
Peki sizin yazarlık serüveniz nasıldı Müfit Bey? Nasıl yayımlandı kitabınız?
Müfit Özdeş: Şimdi “Son Tiryaki” kitabımdan bir iki yıl önce, 1994’te Bülent Somay’la bir ara aynı işte çalışmıştık. O benim yazdığım bir öyküyü biliyor, okumuştu. Metis Yayınları da antimilitarist bir bilimkurgu derlemesi yayınlayacak “savaşa karşı bilimkurgu öyküleri” diye. Bülent dedi ki, “ille senin o öyküyü de alalım oraya.” Ben önce utandım, çünkü o derlemede çok ünlü, namlı sanlı yazarlar vardı. Ben de paçavralar içinde aristokrat balosuna katılan genç kız gibi hissettim kendimi. “O yazarların adıyla benim adım bir araya gelemez” diye düşünüyordum. Fakat Bülent çok ısrar etti ve öyküm o derlemede yayınlandı. Ondan sonra hadi bir de senin öbür öyküler dediler. Onları da topladık, o da “Son Tiryaki” adıyla 1996’da yayınlandı. Ondan sonra ben başka şeyler de yazdım ama az miktarda yazdım. Çünkü şöyle bir sorunla karşılaştım. O sırada ben emekli değildim daha, çeviri bürosu işletiyordum. Yazmakla aynı beyin kaynaklarını kullanıyordum, o yüzden de yaratıcı kaynaklar tükeniyordu. Sonra o işi tasfiye ettikten sonra yeniden başladım. Son Tiryaki’den sonra başka kitabım yayınlanmadı. Neden yayınlanmadı? “Hadi, oturayım artık bilimkurgu öyküleri yazayım” dedim, olmadı. İlle bilimkurgu yazacağım diye uğraştıkça bir türlü başaramadım. Geçen yıl anladım ki, sorun bilimkurgu yazmaya şartlanmaktan kaynaklanıyordu. Evvelce yazdıklarımı bilimkurgu yazacağım diye yazmamıştım, yazı yazıyorum diye yazmıştım. Tıpkı gece, “ben yatacağım ve uyuyacağım” diye azimle yatağa girip de uyuyamayanlar gibi yazamıyormuşum ben de. Şimdi bundan sonra artık yeni kitaplar gelecek
Bülent Akkoç: Burada şunu görüyoruz. Türkiye’de bilimkurgu yazmış adını andığım yazarlar bir veya iki bilemedin en fazla üç tane kitap yazmış. Şimdi batıdaki yazarlara baktığımızda, işte Asimov’a, Arthur C. Clarke’a ve diğerlerine 15-20, hatta 30-40 kitap yazdıklarını görüyorsunuz. Asimov tek başına 400’den fazla kitap yazmış. Tabii, sadece bilimkurgu değil her alanda yazmış, din, tarih, politika, bilim… Bilimkurgu eserlerine bakıyorsunuz, muazzam sayılar, okurlar alıyor, sürekli bir ilgi var. Türkiye’de bir hevesle yazılıyor ve öylecene duruyor. Bu bir problem. Şimdi bilimkurguda bilimsel temel de çok önemli. Türkiye’de bilimsel temelden ne kadar söz edebiliriz. Bu da bir diğer problem. Adamlar 1850’li yıllarda sanayileşmeye başladılar. Alvin Toffler’i bilirsiniz, gelecek üzerine öngörüler yapan tanınmış bir yazar. Dünyadaki toplumları tarım toplumu, sanayii toplumu ve sanayi sonrası toplumu olarak üçe ayırıyor Toffler. Buna bakarsak Türkiye sanayii toplumu olma aşamasına yeni geldi. İnsanların %40’ı hala kırsal alanda yaşıyor. Tabii bilim de üretilen bir şey değil Türkiye’de. Hep hazır alınıyor bilim ve sindirilemiyor, oturmuyor tam. Mesela yerli bilimkurgu yazarı diye anlatıyorum ama bakıyorsunuz kitaba “uzay gemisinin hızı saatte 200.000’di” diye yazmış adam. Şimdi 200.000 kilometre mi, metre mi neydi bu? Daha birim kavramı yok. Yani bir kere bilimkurgu yazarı DNA’yla RNA’yı, milimetreyle mikronu ayırabilmeli, elektron pozitron bunları bilmeli. Bu temel yapı olmadıktan sonra hiç bilimkurgu yazmaya heveslenmemeli ve bu işe hiç el atmamalı.
Soru- Murat Güney: Türkiye’de bilimkurgu çok yaygın olarak kabul gören ve okunan bir tür değil. Bu nedenle birçok bilimkurgu yazarı da çok emek sarf etmesine karşın bunun karşılığını ne maddi ne de manevi olarak alabiliyor. Bu da birçok yazarın hevesini kırıyor ve yeni kitaplar yazmasının önüne geçiyor. Peki siz Müfit Bey, kitabınızı ilk çıkarttığınız zamanlarda ne gibi tepkiler aldınız? Nasıl bir ilgi oldu?
Müfit Özdeş: Ben çok iyi tepkiler aldım. Sanırım biraz daha genç insanlara hitap ettiğim için 25 yaşının üstünde olup da o kitabı okumuş olan hiç kimseye rastlamadım. Diğer yandan 20 yaşında, 16 yaşında, 22 yaşında insanlar “ah siz o Müfit Özdeş misiniz?” diye sordular beni görünce. Bu bana çok mutluluk verdi, heves verdi. Fakat dediğim gibi uzun süre yazmayınca da, başta yayınevi olmak üzere insanlar bana kızdı. “Seneye bir kitap daha yazacaksın ki, biz de onu basacağız, onu alacak insanlar sonra dönüp ilk kitabı da alacaklar ve biz de ikinci baskıyı yapacağız” dediler. Tabii ben ikinci kitabı yazmayınca yayınevi ölü bir yatırım yapmış oluyor bana bir anlamda. Gerçi çok para kazandığı yok bundan ama yani istenilen o değil. Okurlar açısında da, o zaman okuyup beğenmiş olanlar artık beni unutmaya yüz tutmuşlardır muhtemelen.
Benim yazdığım kitap 3.000 tane basıldı, çoğu sattı ama hala stokta var daha. Yani demek ki 2000 ile 2500 arası satmış. Ben ikinci baskıyı yapmış bir kitap var mı bu Metis’in bilimkurgu dizisinden diye merak ettim sordum. Hepsini 3.000 basmışlar, bir tek Ursula L. Guin’in Mülksüzleri ikinci baskıyı yapmış. O biraz da bilimkurguyla alakası olmayan insanlar tarafından da tanınmış ve okunan bir kitabı olduğu için belki de. Demek ki böyle bilimkurgu meraklısına hitap eden bir kitabın en fazla mütavazi bir 2.000-3.000 baskılık potansiyeli var. Ama tabii iyi bir şey yazıldığı zaman o ölmez, tekrar tekrar okunur. Bir de şu sorun var. Para da kazanılmıyor bilimkurgudan. Amerika’da bilimkurgunun gelişme dönemi ucuz üçüncü hamur kağıda basılmış dergilerin çıktığı bir dönem. Herkes okuyor, işçisi, çiftçisi, sekreteri, bizdeki gibi sadece burjuva veya küçük burjuva kesimdeki aydın kesim değil. Böylece, potansiyel okur kitlesinin genişliği sayesinde, yazarlar da sadece bilimkurgu yazarak, çok olmasa da en azından aç kalmayacak kadar para kazanabiliyor. Türkiye’de biraz da bu nedenle iki üç kitapla kalıyor yazarlar.
Bülent Akkoç: Ben biraz da Türkiye’de yayınlanan dergilere değinmek istiyorum. Türkiye’de ilk bilimkurgu dergisi, ODTÜ’de matematik bölümü öğrencisi Sezer Erkin Ergin tarafından 1971’de çıkarıldı. Dokuz sayfalık bir teksirdi bu, “aylık haber bülteni” adı altında. Bir sene sonra da bunu yine teksir makinesiyle İngilizce ve Türkçe olarak basarak İtalya’ya gitti. Orada bunu beğendiler ve ona ödül verdiler. O da bu hevesle matbaada basılan “Antares” diye bir dergi çıkardı, altı sayı sürdü bu çalışma. İçinde yerli yabancı bilimkurgu öyküleri, film haberleri vardı. Altı sayı sonra ekonomik nedenlerle boyutu küçültüldü ve yarısı boyunda bir altı sayı daha çıktı ve son bir özel sayı çıkarılarak bitti. Fakat 1978-1980 arasında Sezer Erkin Ergin her hafta, postayla evlere gönderilen bir sayfalık, teksirle çoğaltılmış aylık haber bülteni çıkardı, bilimkurgu severlerin haberleşmesi için. 78 sayı sürdü bu da. O zaman Antares kaç kişiye gidiyor derseniz 50-100 en fazla 150’ydi. Bu esnada Selma Mine, Sezer ile tanıştı. O da bir dergi yayınlamak istiyordu. Tabii Ankara ve İzmir’e göre İstanbul dergi yayıncılığında çok daha avantajlı, çok daha fazla kişiye ulaşma imkanı var. Selma Mine, 1976’dan itibaren dokuz sayılık bir teksir çalışması yaptı, yerli yabancı öykülere yer veriyordu bu yayında. Tabii teksir ile belli bir yere kadar gidebiliyorsunuz. Sonra bu 9 sayı ciltletildi ve “X-Bilinmeyen” macerası başladı. Ben de bu sırada, henüz öğrenciyken sürece dahil oldum. Mart 77’de piyasaya çıktı X-Bilinmeyen’in ilk matbaada basılan sayısı ve aylık olarak yayınlandı. Aralık 79’a kadar 42. sayısına kadar bilimkurgu içerikli yayınını sürdürdü. Biz de her hafta Selma Mine’nin evinde toplanıp 10-15 kişi sohbetler yapar dergiyle ilgili konuşurduk. X-Bilinmeyen bir okul oldu bu anlamda. 42. sayıdan sonra Selma Mine’yle anlaşmazlığa düştük, ben allahaısmarladık dedim, X-Bilinmeyen, “Evren” adını aldı ve böyle iki yıl daha devam etti. Bu son iki sene, derginin içeriği bilimkurgudan ziyade bilimsel makalelerden oluştu. Sadece derginin ortasında Selma Mine’nin romanının tefrika fasikülleri vardı. 64. sayısında yardımcı olanların iyice azalmasından dolayı sona erdi. X-Bilinmeyen aslında zamanında çok iyi bir tiraj yakalamıştı. 600-700, bazen 1000-1200’e çıktığı oldu. Türkiye’nin her yerine gidiyordu.
Bu arada ben X-Bilinmeyen’den ayrılınca, işte yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali, Ocak 1980’de “Göktaşı” diye teksir bir çalışma yaptım. Üç sayı sürdü. O zaman piyasada “gerilla usulü teksir makinesi” denen aletler vardı, onlarla çoğaltıyordum 450’şer tane. Sonra staja gittim. Bitti. Tabii burada işler kişisel ilişkiler üzerinden yürüyor hep, bir devamlılık yok. Sonra 87’de dönünce, “Çağdaş Sanat Bilimkurgu” diye bir dergi çıkardık, Ekrem Kasım diye bir ressam arkadaşın ısrarıyla. Ben “para pul işleri zor” dedim, “olsun” dedi. Üç sayı sürdü, sonra para pul gitti, bitti tabii. Sonra ben 88’de tek başına “Öncü” diye bir dergi çıkarttım. Çok küçük boy, matbaada bastırdım, bin kişiye postayla gönderdim. Sonra bunu bazen matbaada, bazen fotokopiyle kararlı bir şekilde bir sene sürdürdüm. Postayla gönderdim, alsın almasın, para versin vermesin, tabii zarar ama gönderdim. O sırada TRT2 ilgi gösterdi bu işe, eve geldi 13 kişi birden (gülüşmeler), işte “tek başına dergi çıkartıyor” diye çektiler beni. Ondan sonra bu dergi işine son dedim ben, dört dergiden sonra. Ama yine bir gün Moda çay bahçesinde, çizgiromanla da ilgilenen Hakan Alpin gibi arkadaşlarla otururken gafil avlandım. Dediler ki, “biz kararlıyız, dergi çıkartacağız.” Dedim “etmeyin, eylemeyin, dergi zor, okumazlar.” Ama hayır demekte ısrar etsem morallerini kıracağım. “Peki” dedim. “Burada dokuz kişi var, ben onuncu ve sonuncuyum.” “Tamam” dediler, “sen sonda dur, yeter ki yardım et.” Ne mümkün sonuncu olmak. Atılgan macerasına 96 Ocak’ta atıldık. İki ayda bir olmak üzere çıkarttık. Üçüncü dördüncü sayıdan sonra bir iki kişiye kaldı. Ama hırs olunca devam ettik. Sonra 2000 yılına kadar 14 sayı çıkarttık. Bu arada 13. sayıda Hakan tarafından terk edildim, 14.cüyü kendim tek başıma çıkarttım. Şimdi 15. sayı hazır ama uygun bir zaman bekliyorum. Türkiye’nin ekonomik durumu da uygun değil pek. Ama bu arada çeviri öykülerden bir “Bilimkurgu Öyküleri Seçkisi” ve Hugo Grensback’in “Ralph 124C 41+”sini çıkararak kitap yayıncılığına devam ettik. Bu arada “Nostromo” diye bir dergi çıktı dört sayı, Beyoğlu’nda Atılgan dükkanındaki arkadaşlar tarafından. Sonra o da bitti. Şimdi işte yeni bir dergi var onu da siz çıkartıyorsunuz. Bu dergi işi hakikaten çok zor Türkiye’de. Hem okur sayısı çok az, hem tanıtım olanakları çok az. Bir de bilimkurgu okuyanlar utanıyor bundan, gizli gizli okuyorlar genelde. Yakalamak güç oluyor. Kitapların dağıtımı da çok zor, dağıtımcıya kabul ettirmeniz lazım, onun için de kitabın satması lazım, bir süreklilik olması lazım. Metis Yayınları o diziyi üç bin basarak riske girmiş bence, bugün yayınevleri kitaplarını, hele ki bilimkurgu kitaplarını bin adetten fazla basmıyor. Bu ülkede zaten herhangi bir kitap okuyan insan sayısı on bilmediniz on beş bini geçmez. Bunlardan da ancak iki üç bini aydın sayılabilecek düzeydedir. İşte böyle, bilimkurgunun dergiciliği de yayıncılığı da zor işler.
merhaba! Şu anda yirmi iki yaşında üniversite öğrencisiyim. Üniversite öğrenimimin yanında ayrıca 250-300 sayfalık bir bilimkurgu romanı yazmaktayım. Yazmakta olduğum bu romanda bilimkurgunun yanı sıra gizem, aşk ve dran türlerini de ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Sonuç olarak Bu tarz bir romanın türkiye de tutulup tutulmayacağını merak ediyorum. sizce iddialı olmalı mıyım? yorunlarınızı bekliyorum…
Elbette iddialı olmalısınız. Üzerine emek verildikten ve önemli birtakım sorunlara dikkat çektikten sonra her çalışma zamanı geldiğinde tutar, beğenilir, ilgi görür. Çevrenizdekilerin veya toplumun ilgisizliği de sizi yıldırmamalı kesinlikle. Yani yazdıklarım tutar mı tutmaz mı diye baştan düşünmek yerine sevdiğiniz işi yapın. Siz iddialı ve ısrarlı olduktan sonra zaten kendiliğinden arkası gelecektir.