“Her tanrının hayalidir, kendi kendine yaratılan bir evren. Kur bırak, o kendi kendini düzene soksun, ne ala!”
Featuring Isaac Asimov
Bir gün ustam Hayri Seladun Efendi beni ve diğer çıraklarını topladı ve yıllardır beklediği işaretin Hakk tarafından önceki gece rüyasında verildiğini söyledi.
***
Dün gece kovaladıkça kaçan uykuyu bir türlü yakalayamamıştım. Uyumaya çabaladıkça bilincim keskinleşmiş, odadaki zerrelerin hangilerinin bana ait olduğunu hangilerinin olmadığını ayırtedebilir hale gelmiştim. Havada yüksek bir gerilim vardı.
Gözlerimi kapadım, kulaklarımı tıkadım, yatakta öylece bekledim. Horultular kesildi. Göz kapaklarıma düşen ışıklar yok oldu. Yatağa değen bedenim arş-ı âlâ da yalnız başına salınır gibi hissizleşti. En bariz hislerim olan beş duyudan sonra açlık ve yorgunluk, dizimdeki yaranın acısı, battaniyenin tüylerinin kaşıntısı da beni terk etmeye başladı. Nefes aldığımı, kalbimin attığını duymaz oldum. Duygularımın yokluğunu, uyaransız kalan beynim, hafızamda kalan son görüntüleri rastgele göstermeye başladığında gördüklerime tepkisiz kalınca, fark ettim. Utanç, mutluluk, hüzün (ve paranoya) benimle değildi. Mekanla birlikte zamanın geçişini de kaybedince boyutsuzlaşmış oldum. Geri beslemesiz kalan hafızam anılarını koruyamaz oldu, görüntüler, sesler, olaylar kişiler birbirlerine karışıp karardılar. Beynime kazınmış en son melodi de beni terk edince bir varlık olduğuma dair bilincim de yok oldu. Bedenim ve bilincim mekansızlıkta sonsuza doğru difüze oldu. Yoğunluğum sıfırlandı ve ben dediğim o tek nokta da sonunda dağıldı.
Birden ustamın sarsmasıyla uyandım.
***
Ustam bana ney öğretirdi. Hemen her tekniği biliyordum, gün boyunca saniyede 32 nota çalabilmek için sweep picking çalışmıştım. Ama hala en temel işi beceremiyor, doğru üfleyemiyordum. Hızlı, yavaş, nasıl çalarsam çalayım çatlak olmayan, pürüzsüz bir ses çıkaramıyordum. Bu yüzden de kendimi veremiyordum. Ya da kendimi veremediğim için güzel ses çıkartamıyordum. Ya da işte ben böyle pürüzlü biriydim demek ki. Kendi sesimi beğenmemem gibi ney aracılığıyla duyduğum kendimi de beğenmiyordum. Aynı alıştırmayı yüz defa yapsam da çalarken kendimi araya girmiş hissediyorum. Kendiliğindenlik mertebesine ulaşamıyorum.
Bu halimdem duyduğum rahatsızlığı hocama her şikayet edişimde bana tebessümle bakardı. Çok anlamlı bir tebessüm olmalıydı bu. Ne anlama geldiğini anlamasam da içerdiği anlam zenginliğini sezip susmak zorunda kalırdım. Acaba ustam susuşumu, tebessümünün ne anlama geldiğini anlamış olmama mı yoruyordu, yoksa anlamış gibi görünmeye çalıştığıma mı? Belki de ustam sadece çözümünü kendisinin de bilmediği bu sorunumu geçiştirmek için gülüyor, gerisini benim her yöne dağılan hayal gücüme bırakıyordu. Bu durumda acaba ona tebessümünün ne anlama geldiğini sormam mı gerekirdi? Bu sözle anlatılamadığı için kelimelere dökülmeyenin peşinden kelimelerle gitmek olmaz mıydı? Yoksa üzerinde yeteri kadar düşünmediğim için mi anlamını bulamıyordum? Belki kendini olduğu gibi kabul edemeyen bu toy kulun haline gülüyordur; belki asla başaramayacağımı bilmeyen bu çırpınışlarım, onu eğlendiriyordur; belki içine bilincin karışmadığı bir organizasyonun olanaksızlığı nedeniyle kendiliğindenliğin beyhude bir çaba olacağını ima ediyor; belki de “daha gençsin, acele etme, hepimiz bu yoldan geçtik, yavaş yavaş pişeceksin” diyordu.
Sonuçta hocamın tebessümü, çıkış noktam olan neden böyle olduğum sorusu kadar yanıtsızlaşıyor ve çözemediklerim kümesini genişletiyordu. En iyisi hiç bu yola girmemekti. Ama onu çalarken izlediğimde kendiliğindeliği sezebiliyordum. Kişiliği bir iki notadan sonra aradan çekilip duyulmaz oluyor, sonrasında yüzünde hangi sesi nasıl çıkarması ve parmağını nasıl basması gerektiğine dair herhangi bir telaş okunmuyordu.
***
“Önce sadece siyah, beyaz ve grinin tonlarında, rastgele hareket eden noktalar vardı. Gerçi sonradan bu görüntüyü -ki bu bir görüntü değildi aslında, çünkü gözlerim yoktu. Bir çeşit algıydı, anlamlandıramayan ve gözlemi gözlenende değişikliğe yol açmayan bir uyarılmaydı- farklı kültürlerin lisanlarıyla bir kanala ayarlanmamış karıncalı televizyon görüntüsü veya kaos veya beyaz gürültü diye betimleyebilecek bilgiye sahip oldum, ama o an gördüğümü tanımlayamayışım onun anlamını –daha doğrusu anlamsızlığını- daha derin bir sezişle kavramama yardım etti. Mekanda her nokta rastgele değerler alıyor ve sürekli değişiyordu.
Derken geldik. Geldim. Bir şekilde varoldum, çünkü bir şeyleri anlamlandıramadığımı, demek ki anlam kaygısı taşıdığımı (yüklem ve özneye bölündüğümü) ve anlam yükleyecek bir şeylerin olduğunu (nesne) fark ettim. İşte o an bakışım baktığımı değiştirmeye, şekillendirmeye ve belirsizlik ilkesi işlemeye başladı.
Bazı sayıları aklımızda tuttuk, bunlar değişmesin dedik, sabitledik. Oyunlara başladık, kurallar koyduk, dedik kimse mızıkçılık yapmasın. Dedik üç boyut olsun, bunlar birbirlerini sevsin, bunlar itsin, bazıları neden, bazıları sonuç olsun.
Birimizin aklına zaman geldi. Her şeyi tüm oluşlarıyla kavramak sıkıcıydı, zordu. Öyküyle anlamak istedik, geçsin dedik. Anlara böldük, anların ne kadar küçük olduğunu kimseye söylemedik.
Her şey istediğimiz gibi olsun diye bakışımızı her yerde gezindirdik, ortamı kolaçan ettik, sonra da kenara çekildik. Bekledik.
Zerreler saçıldılar, dağıldılar, birbirlerine girdiler, dönüp durdular. Kimi daha dünya yüzü görmeden yok oldu gitti, kimi umut verdi gerisini getiremedi. Kimileriyse türlü oyunlarla yakınlaştı, birbirine bağlandı ve varoluşlarında kararlılık gösterdi; birlikteliklerine mahkum olmak pahasına tek başlarına kaldıklarında bozunmayla sonlanacak yokoluşlarını geciktirdiler. Ama zamanla eski bütünlüklerini unutup parçalaştılar, kurdukları üst sistemle özdeşleştiler.
Böylece yeni yapılar hayatta kaldılar, çünkü onlar uyum sağlayanlardı. Her yapı, diğerlerinin çevresiydi. Neden öyle olduğunun yanıtı uyum sağladığı çevresinden geliyordu ve aynı zamanda başkalarının -ve dolayısıyla kendisinin de- neden öyle oluşunun nedeniydi de. Onlar uyum sağlamış olanlardı, çünkü hayatta kalanlardı. Varoluşlar içiçe geçti.
Değişim ve gelişim, farklı seviyelerde sürekli devam etti. Kalabalıklar toplaştılar, kümeleştiler. Uzay boşlukla doldu. Kocaman kütleler, birliktelikler yörüngelerinde ağır ağır salındılar, böylece daha narin yapılar sürekliliklerini sağlayabilecekleri güvenli mekanlara kavuşmuş oldular.
Neden öyle değil de böyle oldu, simetriler neden o yanıya değil de bu yanıya kırıldı? Galiba biz istedik öyle olmasını, galiba ne olacağı hep baştan belliydi, galiba ne olması gerektiğine her an yeniden keyfimize göre karar verdik, emin olduğum tek şey, yeni yapılar kurmanın çok zevkli olduğuydu. Bunun için varolduğumu duyumsuyordum. Yönü belirlenmemiş bu gidişi sürdürmek, anlamsızlıktan çıkarılabilecek yaratıları gidebildikleri yere kadar götürebilmek için.
Evet, aslında bir yere gitmemiştim, gidemezdik de, ne gitmeye yarar bir uzvumuz vardı, ne de yer değiştirmenin söz konusu olabileceği bir mekan, boyutlar silsilesi mevcuttu. Hala beyaz gürültünün içinde yüzüyordum, değişen sadece onu algılayışımdı, rastgele uyaranları bazı işlemlerden, matrislerden –ki ben o işlemlerdim işte- geçirerek, türlü oyunlarla ona anlam yüklemeyi, kaosu forma sokmayı başarıyorduk. Varlık da yokluk da işte buradan geliyordu.
Ama bu gerçeği unutmak büyük çaba gerektiriyordu. Kendimi inandırmayı kestiğim anda; karıncalı görüntü, düzensizlik, kurulan yapının estetiğine ve onu yaratmak için harcanan emeğe hiç bakmadan kurgumu yırtıp ortaya çıkıyor, manzarayı bozuyordu.
Buna karşı çok sağlam matrisler tasarladım, kendi parametrelerini değiştirebilen, yeni işlemler yaratabilecek olan işlemler, canlılar. Her yerden çığlıklar yükselmeye başladı, doğum ve ölümün ilanları. Düzensizliğe karşı sağlam direnişler kuruldu. Daha çok küçüktüler ama potensiyelleri çok büyüktü. Öyle düzenler kurdular, öyle üst yapılara geçtiler ki, daha başta koyduğumuz kuralların böyle esnetilebileceği, o temeller üzerine bu karmaşıklığın inşa edilebileceği hiç aklıma gelmezdi, şaştım. Doğru yolda olduğumu hissettim.
Kendi duyuları vardı, gezegenleri bir arada tutan güçle tutundular zemine, sürtünme sayesinde yürüdüler, basınçla uçtular ve yüzdüler, görülmedik, duyulmadık, beklenmedik işler yaptılar, birinin ürettiğini öteki tüketti. Bağlandılar birbirlerine, çözülmez bir düğüm oldular. Denediler, yanıldılar, denediler başardılar.
Bir tanesi sıkıldı bu yanılmalardan, çevresini modelledi ki deneylerini güvenle orada yapsın. Modelini o kadar iyi kurdu ki içine hem kendisini hem kendi kafasındaki modeli hem modeldeki kendisinin kafasındaki modeli… de katmak zorunda kaldı. Sarmallandı, dolandı ve birden gözleri açıldı, daha önce kimsenin açılmadığı gibi. Karar aldık, parçalara ayrıldık, onlarla birleştik. İşte o kadar sevdik bu yeni geleni. İnsanı. Her birine bir damlamız değdi. Konuştular. ‘Ben’ dediler. Baktılar. ‘O’ dediler. Gördükleri her şeye bir isim verdiler, sonra göremediklerine de verdiler.
İndirgediler, kavramsallaştırdılar, soyutladılar, sembolize, estetize ve istastistize ettiler… Gözleri anlam saçtı, nereye baksalar kendilerini gördüler, anlamlarına o kadar batmışlardı ki, kendi bakışlarından kurtulamadılar ve sadece gözlerini kullandıkları sürece de beyaz gürültüyle karşılaşamadılar. Ve aynı bakışı, dille yavrularına aktardılar.
Fakat böyle direndiler düzensizliğe. Enstrumanlar yapıp, senfoniler bestelediler, böyle forma soktular sesi, titreşimi. Binalar yaptılar göğe yükselen. İncecik tellere sığdırdılar, koşturdular yıldırımı. Gür çağlayanlara barajlar kurdular, kanallar açtılar, kazdılar, taşıdılar, ektiler, biçtiler, deldiler, batırdılar, oydular, kanırttılar, bozdular, yıktılar, inşa ettiler. Bilinçleri sayesinde evrime kalsa asla gerçekleşmeyecek karmaşıklıkta organizasyonlar kurdular, araçlar tasarladılar.
Heyecanla insanın kendi üst yapısını kurmasını bekledik. Zayıflıklarından, otonomluğundan, fevriliğinden, özgürlüğünden yani rastgele edimlerinden kurtulduktan sonra oluşacak bütünün yapabileceklerini düşününce içim içime sığmıyordu. Böylece farkındalığı katlarca artacak, üst yapıya çevresini katabildiği ölçüde, kaosu düzene dönüştürürken ve çevresini kaynak olarak kullanırken verdiği zararları da anlayabilecekti.
Ama insan parçalaşmaya direndi. Daha üst yapıya geçmemekte diretti, kendi bütünselliğinin yeterliliğine inandırdı kendini. Kıt bilinci, bireyselliğini korumak adına ölümü bile kabullendi. İnsan itaat etmedi. Modern düşünceye isyan etti ve bizim tekrar birbirimize kavuşmamızı, damlaların kaynağa dönmesini engelledi.
Sonra kendimi gördüm. Bir kum saatinin, içinden kumların aktığı deliğiydim. Yukarıdan gelen kumları aşağı öyle atıyordum ki, aşağıda kumdan kaleler, evler kuruyor, biçim veriyordum. Ama yukarıdakiler gittikçe yükleniyorlardı üstüme, hem onlara dayanıp hem hızlıca görevimi yapmaya çalışıyor bir yandan da böyle giderse nasıl dayanacağıma dair düşünceler üretiyor, terledikçe terliyordum. Ve ‘O’ yardımıma geldi.”
***
Buradan sonrasını anlatmama müsaade yok evladım. Cebrail aleyyih selam’dı gelen, Yaradan’ın bana verdiği görevi bildirdi. Bu kadarını bil yeter. Faust’un hayal dahi edemeyeceği işlere girişeceğiz. O kafir, Şeytan’la işbirliği yaptığı için başaramadı. Oysa bana dün gece malum oldu. Tüm birinci seviye soruları ve cevaplarını biliyorum artık.
Ne konuda konuşabileceğimizi -dil kullanarak sorulabilecek tüm soruları ve cevaplarını- ve nerelerde susmamız gerektiğini öğrendim. İşin müthiş yanı bu daha hiçbir şeymiş. Ermiş olmak, geldiğim bu yeni düzey için pek bir şey ifade etmiyor. Hatta diyebilirim ki bilmediklerimin bildiklerime oranı daha da arttı. Ben merak edeceğimden, yeni bilinmezleri araştırmaktan kendimi alamayacağımdan görevi sana bırakacağım.
Çocukken hep dünyayı kurtarmak isterdim. Süper güçlere ihtiyaç duyardım ki her yere yetişebileyim. Ama insan her olasılığa eşit uzaklıkta olduğunda, bir şey yapası gelmiyor, özdeşleşme, empati sorunları yaşıyor, karar veremez oluyor, “ne fark eder ki?” diyor. Rabbın kainatı yarattıktan beri hiçbir şeye dokunmuyor oluşunun nedeni de budur belki, bilinmez. Bu yüzden ihtiyacım var sana.
Batı devletleri başaramadı çünkü, özgürlük sorununda takıldılar. Nihilist oldular, çok yozlaştılar. Düşünce kalabalığında boğuldular. Değerlerini yıksınlar mı, korusunlar mı karar veremediler. Geleceklerini hayırlı görmüyorum, yarattıklarının altında ezilecek, protezlere mahkum bir uygarlığa dönüşüp yokolacaklar ve beraberlerinde kanser gibi yaydıkları ideolojileriyle tüm dünyayı sürükleyecekler.
Bu yüzden şimdiden bayrağı onlardan devralacağız. Onların bıraktığı yerden biz devam edecek, insanlar arası üst yapıyı kuracağız. Dün gece bana bildirildi ki Devlet-i Osmaniye yıkılacak. Bu engellenemez. Bizim görevimiz onun çöküşünü hızlandırıp hemen yerine daha modern bir devlet kurmak.
Alışıldık yöntemlerle başlayacağız. İttihat ve Terakki Cemiyeti isminde bir örgüt kuracağız. Yeni bir millet tasarlayacağız, yeni bir tarih, yeni bir dil, yeni bir sistem yaratacağız. Tarihte hep öncü olmuş, gelişmiş devletler kurmuş, insan haklarına hep saygılı olmuş bir millet. Her şey ince elenip sık dokunacak, amacımızı batılılaşma adı altında sunacağız ama niyetimiz onları da aşmak olacak.
Batılılar buhranlarına dayanamayıp çok büyük bir savaş çıkaracaklar. Osmanlı’yı bu savaşa sokarak yıkacağız. Yenildiklerinde kurtuluş mücadeleleri ve kuruluş çalışmaları birlikte, eski devletin kalıplarından kurtulunduğu düzensizlik ortamında şekillenecek. Vakti geldiğinde insan suretinde bir makine göndereceğim. Atatürk diyecekler ona. Senin de yardımınla, ona yüklediğim görevleri gerçekleştirip sağlam, yıkılmaz temelleri atacak. İnsanları peşinden sürükleyecek, onları birleştirecek sembol olacak.
Uygarlığın kurtuluşu ve bir sonraki aşamaya geçişi, uygarlığın doğduğu bu coğrafyada gerçekleşecek. Sonra Ay’a gideceğiz, oradan Güneş Sistemi’ne yayılacağız, Galaksi imparatorluğu’nu kuracağız, derken sıra Gaia/Galaxia’yı yaratmaya gelecek. Sonra…
***
your lips move but i can't hear what you're sayin'
Söylediklerini takip edemiyordum. Zaten sanki benim anlamam için değil, başka birilerine mesaj vermek için konuşuyordu. Böyle rüya mı olurmuş? Hem bu kadar önemli bir işi kime emanet ettiğinin farkına varamayacak kadar kendini kaybetmiş.
Bir güven sorunuyla karşı karşıyaydım. Olduğumu zannettikleri hale duydukları güven benim üzerime yük oldu. Demek rol kesmede çok başarılıymışım.
Çocukken yapacağımı düşündüklerime şu anki uzaklığım ister istemez organizasyonlara ve yaratıcılara karşı bir kıskançlığa dönüşüyordu. Böyleydi işte, eğer iki çeşidi varsa insanların; birincisi, yaratıcılar, dahiler, taşları yerlerinden oynatanlar, çok gocunup sıkılmadan uygulayan, devam ettirenler ve pek düşünmeden tüketenlerse ben ikincisindendim; becerememekten, becermeyi deneyememekten, denememekten, ait olamayıp kıskananlardandım. Pislik atan ama aslında öyle olmayı arzulayanlardan. Yoo, onlar gibi olmayı kesinlikle istemeyip kendi gibi olmayı da istemeyenlerdendim.
Sizlere gidişatın saçmalığını, kötülüğünü çok güzel anlatabilir, teorize edebilirim. İnsan bireyselliğinin öneminden, onun yapısı gereği bir üst yapıya geçemeyeceğinden veya bireyselliğin de bir çeşit dayatma olduğundan bahsedebilirim. Ama yalnızken bilirim ki aslında kendi gereksizliğimi gizlemek için konuşmuşum.
Modern birleşmeye karşı çıkarım, onun karşısında özgürlüğü savunurum. Ama bunu onun dürtüklemesinden rahatsızlık duyacağım için yaparım, yoksa yeni icatlar çok hoşuma gider. Onların yapımı uğruna çevreye verilen zararı bilirim ama hissedemem. Dürüst olmamaktan mı, korkmaktan mı, yetersizlikten mi, üşenmekten mi? Hem ustamın sözünden de çıkamam şimdi. Dürtüklenme ve savsaklama arasında gidip gelen davranışlarım ve hayır diyememe… Katatoni’yi mi icat etsem? Kesin elime yüzüme bulaştıracağım.
i can't explain, you would not understand.
this is not how i am.
i have become comfortably numb.