İstanbul’un Zihninde Zaman Kayması

Yazan: Yasin Kaya

Bordo masa örtüsünün üstüne okey taşları konuluyor; üst üste konulmuş taş tepesinin üzerine yeni bir tanesi konulunca tok bir ses çıkıyor. O ses, koyu sarı badanalı duvara çarpıyor; duvardan küçük bir parça yavaşça yere düşüyor. Düşmenin şiddetiyle un ufak olan badana kalıntılarından biri, kahvenin kapısı açılınca sandalyenin demirlerine çarpa çarpa sürükleniyor; çaycı Melih’in ayaklarının altından yavaşça süzülüp eski bir basma parçasıyla örtülmüş tezgahın altına giriyor; ıslak fayansın üzerine yapışıp öylecene kalıyor. “Melih abi, bir çay” diye bağırıyor kahveye yeni giren, 17-18 yaşlarında bir oğlan çocuğu; koltuğunun altında kalın bir kitap duruyor. Demir sandalyeye, sene başında Armutlu pazarından alınan gri kumaş pantolonunu koyarak oturuyor. Masanın üzerindeki oyun kağıtlarını sol eliyle bir kenarda itip, kitabını masaya koyuyor. Masanın renginin kitabın kapak rengiyle uyumlu olduğunu fark ediyor; eliyle kitabın üzerindeki “ÖSS FİZİK” yazısını kapıyor; “böyle iyi uydular” diyor; hafifçe gülümsüyor. Kitabın üzerinde duran sol elinin yanına Melih getirdiği çayı koyuyor; bardak hafiften sarsılınca kitabın üzerine birkaç damla damlıyor; oğlan kitabın ıslandığını fark etmiyor ama çayın dudak payının fazla bırakıldığını görüyor. “Yine yarım bardak verdin çayı be Melih Abi” diye bağırıyor. Yılda konuşması için sınırlı sayıda sözcüğü varmış gibi duran çaycı, dudaklarının arasını pek açmadan “ağır ağır iç, çok gelir o vakit” diyor. Dediklerinin anlamındansa sözlerinin kafiyesi, kahvenin içinde dolanıyor, köşede masasız sandalyede oturup dışarıya bakan adama bir şeyler hatırlatıyor; adam cigara yakıyor; cigaranın dumanı okey oynayanların canını sigara çektiriyor. Genç oğlan dışındaki herkes sigara içiyor; kahvenin her yanını koyu duman kaplıyor, süzülen dumanlar duvarları biraz daha sarartıyor; duvarlar da kahvenin kirli camlarına benziyor.

Camdan içeri girmeye yeltenen güneş ışınlarının çoğu kahvenin içindeki o kasvetli havayı bozmamak için camdan yansıyıp gidiyorlar; az sayıda ışık demeti ise geleneği bozmamak için içeriyi aydınlatıyor. İçeri giren ışık demetinden biri genç oğlanın kitabının üzerine düşüyor; kitaba sıkıntıdan defalarca yazılmış “Kenan” sözcüğü oğlanın dikkatini çekiyor. İsmini görünce Kenan’ın aklına birçok şey gelecek gibi oluyor; fakat ismini bir kez daha kitaba yazarak bunu engelliyor; hız-zaman konusunu çalışmaya devam ediyor. Cızırtılı radyodan gelen Kahtalı Mıçı’nın kalın sesi, sigara dumanlarının hepsini topluyor; yere dökülen tüm badana kalıntılarıyla karıp Kenan’ın kafasının üstünde dolandırıyor. Kenan, 12. soruda sorulan B arabası ne zaman A arabasını yakalar sorusunun cevabının hiçbir zaman olduğunu buluyor; fakat seçeneklerde böyle bir şey göremeyince “inşallah bir zaman” şıkkını işaretliyor. Soru kağıdında işaretlediği cevabı cevap kağıdına geçirecekken, cevapları kaydırdığını anlıyor; büyük sınavda da aynısını yapma olasılığı aklına geliyor. Panik içerisinde duvarda duran takvime bakıyor, kaldı 19 gün diyor; kendine hızlanmasını salık veriyor. Hızlanıyor da; 5 dakika içerisinde 28. soruya geliyor. Fakat soru kağıdında da cevap kağıdında da 18. soru üzerinde çalıştığını görüyor. Zihni ve yaptıkları arasındaki uyumsuzluğa bir anlam veremiyor. Kafasının üstündeki yoğun sigara dumanına bakıyor, saate bakıyor, olanlara anlam veremeye çalışıyor, biraz daha konu çalışmalıyım diyor, “19 gün kaldı” diyor, “açıkta kalacam” diyor, “açık hava lazım” diyor, “zaman burada ne gari” diyor, “tekrar açık hava lazım” diyor, “dışarı” çıkıyor.

Kenan kahvenin dışına çıktı. Yüzüne vuran serin rüzgar hoşuna gitti. Bıraksalar sonsuza dek orada kalabilirdi. Fakat o rüzgar çöp kokusu da getirdi. Günlerdir çöp arabasının gelmediğini anladı. Çöp yığınlarını gözleriyle aradı, buldu. O yığının etrafında oynayan çocukları da buldu. Orada bir saniye bile kalamayacağını anladı. Yokuş yukarı koşmaya başladı. Yokuştan inen suyun aksi yönde koşuyordu. Su sıçrattı, yanından geçtiklerini ıslattı. Islananlar Kenan’a küfür ettiler. “Siktiğimin çocuğu” dediler. Kenan “ne kızıyorsunuz aynı vatanın evlatlarıyız” dedi. Yukarı koştukça yolluna bok da çıktı. Kanalizasyonun patladığını zaten anlamıştı. Ama bok göreceğini de tahmin etmemişti. Boku temizleyen belediye işçilerini gördü. Adeti olmadığı halde “usta bu bok da nerden geliyor” diye sordu. “Yukarıdakilerin götünden” dedi işçi. Beklemediği bir cevaptı. Yukarıdakiler derken işçi ilahi bir şey mi söylemişti? Belki. Bok kokusundan kurtulmak için daha hızlı koştu. Yokuş hafifledi, bir düzlüğe geldi. “Şuraya bir kapağı atabilsem”, dedi. Üniversiteyi gösterdi. Saatine baktı, ne kadar hızlı geçti be zaman dedi. Zamanın hızı aklına gelince gözleri etraftaki üniversite öğrencilerini seçti. Zihni, zamandan daha hızlı olan öğrencilerin görüntülerini tasdikledi. Asfalt yolun kenarındaki kaldırımdan hızlı adımlarla yürüdü. Etrafında gördüklerine göre yürüyüşü daha da hızlanıyor, hatta kimi zaman koşuyordu. Polis sirenleri duydu, hoşuna gitti. Ambulans seslerini sevdi. Karşı kaldırımda ellerinde çantalarıyla yürüyenlerle yarıştı; kah kazandı, kah kaybetti. Dev reklam panolarını gördü, renkleri hoşuna gitti, elindeki kitabın rengine benzetti. Kasetçilerin önünden geçti, tempolu müziği duydu, hissetti gibi. Kısa, renkli etekli kızların peşinden gitti, yüz metrede bir farklı birisine aşık oldu. Oturduğu yere en fazla bir kilometre uzaklıktaydı burası ama mesafeden farklı bir uzaklık vardı. Etiler’e arada sırada gelirdi fakat hiç bu denli farklı bir yer gibi gelmezdi ona burası. Kafası bulandı. Bir kahveye gideyim dedi. “Starbucks kahvelerini denediniz mi?” yazısını gördü, güldü. Bugün sadece gözlerim yönlendirsin beni dedi. İçeri girdi. Her yerde insan vardı. Oradan buraya, buradan oraya koşturuyorlardı. Aklına Çaycı Melih geldi, sonra gitti. Kırmızı kesleri olan kızdan izin istedi, yanına oturdu. Başka oturacak yer yoktu. “Bana bir kahve” diye bağırdı, kız güldü. Burada gülmek çok kolaydı. Saatine baktı, “zaman ne çabuk geçiyor”, dedi. Kahvesi geldi, içti. Tadını beğendi. Hesap istedi, “kasaya git” dediler. Kasaya gitti, tüm parasını istediler. “Değer”, dedi, hesabı ödedi. Dışarı çıktı, saatine bakacaktı, kitabı yere düştü. Kitabı yerden aldı, saate baktı. Kitabı açtı, konu çalışması gerekiyordu, saate baktı. 19 gün kalmıştı, daha da az kalmıştı, sanki yarın sınav vardı. Saate baktı. Zaman dedi, hız dedi, ivme dedi. Saatine baktı. Gözlerinin önünden son sürat arabalar geçti, koşturan insanlar geçti. Aklı silindi, hafızası yitti. Starbucks’a tekrar girdi. “Buldum” dedi. Dışarı çıktı, tüm gücüyle koşmaya başladı. Burnuna çeşit çeşit kadın kokuları çarptı. Kulaklarına tekno müzikle birlikte şehir uğultusu girdi. Koştu, üniversitenin önünden geçti. Hiçbir şey düşünmedi. Bayır aşağı indi, bok kokularını duymadı, sularla birlikte aşağı aktı.

Kenan kahvenin kapısını açıyor; içeriye rüzgar giriyor; duvardan ufak bir badana parçası düşüyor; yavaş yavaş sürüklenip tezgahın altına giriyor; nemli zemine yapışıp öylecene kalıyor. Kenan kapıda duruyor; içerisi buram buram sigara kokuyor. Masasız sandalyedeki adam hala orada duruyor; Kenan’ı görünce bir cigara yakıyor; sigaranın dumanı kahvenin içini dolduruyor; herkesin canı sigara çekiyor; herkes sigara içiyor. Kenan oturuyor, masaya kitabını koyuyor; Melih çay getiriyor; biraz çay dökülüyor; Kenan bunu görüyor. Saatine bakıyor; takvime bakıyor; kitabına bakıyor; etrafına bakıyor; yerinden kalkıyor, çayını yarım bırakıyor, dışarı çıkıyordu. Etiler’e doğru koştu. Hiçbir şey görmeden Etiler’e geldi. Starbucks’a girdi. Orada öylecene durdu, saatine baktı. Hızlıca oradan çıktı, üniversitenin önünden geçti, suların üzerinden kahveye akıyordu. Kapı açılıyor, sigara dumanı dışarı çıkıyor. Kenan sandalyenin üstüne çıkıyor; herkes beni dinlesin diye bağırıyor; kahveye insanlar geliyorlar; Kenan’ı görüp üzülüyorlar. Kenan bağırıyor: “Biliyorsunuz üç senedir sınava hazırlanıyorum”. Kahvedekilerin içi burkuluyor. “Biliyorsunuz üç senedir sınava çalışıyorum”. “Çok okudum, çok soru çözdüm. Bugün Etiler’e gittim. Her zaman önünden geçtiğimiz yere, Etiler’e. Bir kahveye girdim, oradan çıktım, biraz dolaştım. Saatime baktım. Fizik kitabıma baktım. Zamanı ölçtüm. Size ölçümlerimi ayrıntısına kadar anlatmayacağım. Anlatsam da anlamazsınız. Sizinle anlayacağınız dilden konuşacağım. Bugün bizim burada zamanın daha yavaş geçtiğini kanıtladım. Bilimsel ölçümlerime göre şunu kanıtladım ki, biz yavaş yaşıyoruz. Neye göre yavaş, Etiler’e göre yavaş. Neye göre yavaş, İstanbul’a göre yavaş. Şimdi eee, ne olmuş diyeceksiniz. Durun düşünmeyin, ben size söyleyeyim. Burada zaman yavaş geçince ne oluyor, hayatımız yavaşlıyor. Hayatımız yavaşlayınca ne oluyor, yukarıda patlayan kanalizasyon iki hafta ağır ağır sokaklarımızdan akıyor. Hayat yavaş olduğu için biz tek katlı evlerimizi anca yapıyoruz, elalem gökdelen dikiyor. Hayat yavaş, yastık altlarına ne kadar az para giriyor. Zaman yavaş geçiyor, burada yangın olsa, itfaiye gelince külü buluyor. Ambulans ölüden başka hiçbir şey götürmüyor. Sanmayın ki devlet yavaş hizmet veriyor, bilakis onlar çok hızlı. Ama burada zaman yavaş ilerlediğinden bize yetişemiyorlar. İnsanlar araçlarını kendi hızlarına göre yapmışlar. İnsanlar, hayatını zamana göre hızlandırmışlar. Şimdi ben burada bağıra bağıra konuşuyorum ya polis yola çıkmıştır. Ama gece yarısına dek anca burada olur, sonra beni götürür. Abilerim, kardeşlerim, zamanı hızlandıralım, geri kalanlara yetişelim.” Kenan susuyor; herkes susuyor. Melih herkese çay getiriyor. Herkes çay içiyor. Kenan “bir boktan anlamazsınız lan” diye bağırıyor. “Sizin kurtuluşunuz bende beni dinlemiyorsunuz” diyor. Herkes gülüyor. Kenan küfür ediyor; ana avrat sövüyor; masasız sandalyede oturan adam sus diyor. Kenan ona da küfrediyor. Kahvenin kapısını açıyor, kapıda ilkokuldan, ortaokuldan, liseden arkadaşını görüyor. “Nereye gidiyorsun daha saat kaç diyor”, arkadaşı. Kenan “seni de sikiyim; saati de sikiyim diyor”. Çocuk şaşırıyor, şaşırma zamanını boşa harcamayın deyip Kenan’a vuruyor. Kenan’ın burnundan bir damla kan geliyor. Dudaklarının üzerinden akıyor; Kenan kanın tuzlu tadını hissediyor; çenesinden aşağı süzülüyor; Kenan yere düşen kan damlasını görüyor. Kırmızı renk, zininde kandan ayrılıyor; başka nesnelere yapışıyor; bir bayrak oluyor dalgalanıyor aheste aheste; izlediği Türk filmindeki kızın dudakları oluyor; dudaklar yavaş yavaş kapanırken kan damlası yere düşüyor; pıt… Kenan’ın zihni kendini salıveriyor, gördükleri donuyor; görünenler sadece görünen oluyor. Pis sokaklar yavaş yavaş gözlerinin önünden akıyor, sular akıyor, boklar akıyor, ikinci kan damlası suya düşüyor, pıt… Sokaklar kanıyor. Üniversitenin önünden geçiyor; koltukları altında kitap taşıyan gençleri görüyor; 19 yazısını görüyor, zihnini fak ediyor, zihni tekrar yitiyor, sokaktaki arabalar hızlanıyor; arabaların üzerine kan damlıyor. Pıt.. Damlıyor, pıt… Üniversiteyi geçiyor, ne yapmak istiyor aklına gelmiyor; bir üniversiteyi geçtiğini görüyor, Etiler’e geliyor. Pıt, çeşit çeşit renkleri görüyor. Pıt… Kokular, pıt… İnsanlar, pıt.. Pıt.. Zihni diyor, “hayat gitti”. Zaman değişimi Kenan’ı mahvetti. Her şey hızlandı, Kenan yitti. Zamanın farklı hızı Kenan’ı mahvetti. Kenan koştu, kanlar damladı. Etiler’e geldi kanlar aktı. Her yer farklı zamandı, farklı zaman farklı yaşamdı. Kenan’dan şarıl şarıl kanlar aktı. Kenan düştü kapı önüne. İçinden güçlü ışık gelen dükkanın önüne. Üzerine gölge düştü. Gölgeyi bir levha yaratmıştı. Levhada “Starbucks kahvelerini denediniz mi?” yazıyordu. Kenan’dan kanlar aktı, aktı, kanlar fışkırdı. Temiz camları kanlar kapladı. Şehrin saatine kan kaçtı, zaman oracıkta kalakaldı. İstanbul’un zihninde zaman kaydı.

İstanbul’un Zihninde Zaman Kayması” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s