Dark City: "Önce Karanlık Vardı"

Önce karanlık vardı. Sonra yabancılar geldiler…

Filmin ilk iki cümlesiden yapılan yukarıdaki alıntı, Dark City’nin ‘kara film’ ile ‘bilimkurgu’nun belki de en çok çakıştığı bir noktada bulunduğunun en güzel özeti niteliğinde. Gerçekten de Dark City’de olduğu gibi hiç güneşin doğmadığı, gündüzün asla yaşanmadığı bir dünyadan daha karanlık bir dünyayı tasavvur etmek muhayyilemizin sınırlarını aşıyor. Diğer yandan bu fiziksel anlamdaki karanlık, film ilerledikçe yoğunlaşan bilimkurgusal disütopik tasvirlerle, boyunduruk altında olmanın, güçsüzlüğün, umutsuzluğun ve çıkışsızlığın karanlığı ile birebir örtüşüyor.

Alex Proyas’ın hem geçmişteki çok sayıda bilimkurgu ve kara film temasından etkilendiğinin gözlerden kaçmadığı hem de ileride daha ayrıntılı bir şekilde değineceğim üzere Matrix gibi çok sayıda takipçisini de hiç şüphesiz bir hayli etkilediği Dark City’si, bu anlamda bilimkurgu sinemasının evriminde kilit bir konumda bulunuyor ve kendisinden sonra bilimkurgunun ve kara filmin hangi noktaya evrileceğine dair ilk sinyalleri veriyor. Durduğu noktada, gerek kurgusu, gerek felsefi derinliği, gerekse muhteşem ışık kullanımı ve görüntü yönetimi, çarpıcı dekoru ve son derece sık ve başarılı sahne geçişleri gibi teknik özellikleri ile hem bilimkurgu hem de kara film türlerinde bir sinema başyapıtı olma niteliği taşıyor.

Dark City’de olaylar bildiğimiz dünyanın 1950’li yıllarını andıran bir dekorda tamamen karanlık bir atmosferde geçiyor. Aslında bu karanlığın sebebi, dünyanın gerçek yöneticileri olan uzaylı yabancıların (filmde ‘strangers’ olarak geçiyor) ışığa dayanamayan bünyeleri. Evet, karanlıklar içindeki bu koskoca kent, aslında teknolojiye her anlamda hükmedebilmelerine karşın uygarlıklarının çöküşüne ve soylarının tükenmesine bir çare bulamayan kadim bir ırkın, insanlar üzerinde yaptıkları devasa bir deneyin labaratuvarından ibaret. Yabancıların gücü, fiziksel gerçekliği diledikleri gibi değiştirebilmelerinden ileri geliyor. Her gece saat 12’yi vurduğunda, zaman Dark City’de yaşayan insanlar için duruyor ve yabancılar ellerinde şırıngalarla insanların hafızalarını kaydetmek ve ardından da değiştirmek üzere sokaklara çıkıyor. Ertesi gün tamamen farklı bir toplumsal bağlam içinde farklı birer insan olarak uyanan Dark City sakinlerinin, aslında yabancılar tarafından tayin edilen gerçekliğe şüpheyle yaklaşması ve onu sorgulaması ise neredeyse imkansız görünüyor.

Bu noktada hemen bir parantez açıp Dark City’nin Philip K. Dick’in bilimkurgusundan ne denli etkilendiğine dikkat çekmekte fayda var. Zira Dark City filmi, tıpkı PKD’nin romanları gibi öncelikle ‘gerçeklik’ algımızı yapıbozumuna uğratarak ve bizi yaşadığımızın gerçek gerçeklik olup olmadığı konusunda şüpheye düşürerek işe başlıyor. Bu da pek tabii filmin ardından sinema salonunu terk eden izleyicilerin, az önce izledikleri filmin de kobay olarak kullanıldıkları bir deneyin parçası olduğuna dair bir paranoyaya kolaylıkla kapılmasına neden olabiliyor. Buna ek olarak Dark City’nin insan varoluşunu hafıza ile özdeşleştiren senaryosunun da “bizleri var eden anılarımızdır, anılarımız yoksa bizde yokuz” cümlesini sarf eden PKD’nin ontolojisinden kurgulandığını söylemek mümkün.

Şimdi bu parantezi kapatıp filme geri dönelim. Evet, Dark City sakinleri için yaşadıkları gerçekliği sorgulamak, içinde bulundukları koşullar altında mümkün gözükmüyor ve bu durumda mutlak karanlık karşında ışığı yeniden canlandırmak, ancak özel yetenekleri olan ve saat 12 olduğunda diğerleri gibi uyumayıp da ayakta kalabilen, yabancıların “uyu” buyruğuna karşı bağışıklığı olan filmin kahramanı John Murdoch’a düşüyor. Film bundan sonra, yabancılar için çalışan bir insan olan Dr. Daniel Schreber’in (Kiefer Sutherland) de yardımını alan John Murdoch’ın yabancılara karşı mücadelesini yansıtarak ilerliyor.

Ne var ki, bu mücadele ilk izleyişte kapınılması muhtemel bir kanının aksine asla mutlak kötü ve iyi veya mutlak karanlık ve aydınlık arasındaki bir mücadeleden ibaret değil. Bilakis Dark City yabancılar ve insanları çeşitli zaafları ve üstünlükleri ile karşı karşıya getiriyor. Yabancılar her ne kadar ilk bakışta insanlara zulmeden kötü taraf olarak gözükseler de aslında onlar soyları tükenmekte olduğu için acı içinde kıvranan zavallılar. Diğer yandan insanlar her ne kadar ilk bakışta ezilen çaresiz taraf olarak gözükseler de aslında onlar da yabancıların sahip olmadıkları için soylarının tükenmesine engel olmadıkları bir yetiye, özgür bireysel iradeye sahipler. İşte tüm bunlar aslında Dark City’nin senaryosunu Hollywood’un “dünyayı kurtaran adam” klişelerinden ayıran özellikler.

Şimdi biraz da daha önce belirttiğim üzere Dark City’nin bilimkurgu sineması içindeki yerine ve kendisini takip eden filmler üzerindeki etkisine değinelim. 1998 yılında gösterime giren Dark City’nin hakkettiği ilgiyi göremediğini, vizyonda çok kısa süre kalıp sadece bilimkurguyla özel olarak ilgilenen bir kitlenin ötesinde izleyici bulamadığını söylebiliriz. Bu durum tıpkı 1999’da gösterime giren ve senaryosunda gerçekliğin ve varoluşun sorgulanması gibi benzeri konuları barındıran Cronenberg’in “eXistenZ”i için de geçerliydi. Ne var ki, tüm bu filmlerin güme giden değinmelerini popüler kılan ve başlattıkları tartışmaların kitlelere mal olmasını sağlayan Wachowskiler’in “The Matrix”i oldu. Matrix gösterime girdikten ve büyük gişe başarısı elde ettikten sonra benzeri temalara dikkati çeken Dark City ve eXistenZ tekrar gündeme geldi ve yeniden izlenir oldu. İşte bu noktada Matrix’i daha önce izleyenler Dark City’nin Matrix’ten esinlendiğine dair yanlış bir kanıya kapıldı. Oysa tam tersi Matrix, Dark City’nin en temel birkaç unsuru üzerine inşa edilmişti. Karanlık ve kapalı bir atmosfer (bu açıdan Dark City ve Zion arasındaki büyük benzerlik dikkat çekicidir); yaşadığımız gerçekliğin tartışılır hale gelmesi ve nihayetinde özel güçleri olan bir kahramanın (Murdoch ve Neo) görünen gerçekliğin ötesini görerek bunu diğer insanlara da göstermesi Matrix’in Dark City’den esinlendiği noktaların başında gelenler. Bu anlamda Dark City’nin açtığı çığırla kendinden sonra gelen Matrix ve türevi filmlerin atası olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Dark City kendinden sonra gelen filmleri etkilediği gibi şüphesiz kendinden önceki bir dizi kara filmden ve bilimkurgu filminden etkilenmiştir. Örneğin, yine bir kara film ve bilimkurgu sentezi olarak nitelendirilebilecek Blade Runner’daki (1982) kahraman (Komiser Deckard) ile John Murdoch’un motivasyonları birbirine oldukça benzemektedir. Her ikisi de kendi kendilerine, özlerine ve varoluşlarına dair gerçeğe yönelik bir arayış içindedir ve yitirdikleri hafızaları bu arayışta önlerine çıkan ve aşılması gereken en büyük engeldir. İlginç bir benzerlik de Terry Gilliam’ın “12 Maymun” filmi (1995) ve Dark City arasında kurulabilir. Her iki filmde de içinde yaşanılan dünyanın karanlığı ve çıkışsızlığı karşısında belki ancak fantaziler imdada yetişir. 12 Maymun’da bu fantazi, ulaşılmak istenen ama asla gidilemeyen deniz kenarındaki Florida Key’dir. Dark City’de ise John Murdoch’un fantazisi, yine deniz kenarındaki Shell Beach’tir. Murdoch film boyunca sık sık rüyasında gördüğü güneşli Shell Beach sahilini anımsamakta ve yitirdiği hafızasından kalan son bir kırıntı olarak bu rüyaya sıkı sıkıya sarılmaktadır. Her iki filmde de deniz, özgürlük ile özdeşleştirilmiş ama yine her iki filmde de kara filmlere yakışır şekilde, kahramanlarımız ya fantazilerine hiç ulaşamamış ya da ulaştıklarını zannettikleri noktada büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşmışlardır. Kızıl elmaya gider misali bilinmez ve umutsuz bir yolda sürüklenen kahramanlarımız nihayetinde içinde bulundukları kısır döngünün dışına çıkamayacak, çıktıklarını düşündükleri anda da aslında yeni bir kısır döngü yaratmaktan kurtulamayacaktır. Kurtuluş, sahte bir görüntü olmanın ötesinde aslında hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir…

Filmi tanıtıcı böylesi bir yazıya, elbette Dark City’nin sonunu söylemek düşmez ama tam bu noktada, filmin sonunu tıpkı Matrix için söylendiği gibi ticari bir son olarak niteleyenlerin son derece haksız olduğuna dikkat çekmek gerekir. Tıpkı Matrix gibi Dark City’nin de bütünündeki ironi sonuna da yansımış ve ‘kurtuluş’ son derece şaibeli bir hal almıştır. Filmdeki ironinin kavranabilmesi için dikkatle ve hatta birden fazla defa izlenmesi gerektiğini önemle belirtmek bu yazının boynunun borcudur.

Son olarak, Dark City’nin şu an içinde yaşadığımız dünyanın karanlığına dair son derece çarpıcı bir metafor teşkil ettiğini ve kesinlikle gündelik hayatımızdan ve gündelik sıkıntılarımızdan kopuk bir anlatı veyahut uçuk kaçık bir paranoya olmadığını söylemeliyiz. Bugün hemen herkes evden okula, okuldan işe, işten eğlenceye uzanan gündelik kısır döngüsünü, tüm bunları ‘neden’ yaptığı konusunda en ufak bir fikri olmaksızın sürdürmekte. Hemen hiç kimse bugün gayrisafi milli hasıla’nın zenginliğin göstergesi olmasının bir varsayım olduğunu sorgulamamakta, hiçbir iş adamı şirketinin pazar payını büyütmenin, hiçbir diplomat da ülkesinin milli çıkarını gözetmenin, kendisine verilen görevi yerini getirmiş olmaktan öte ne işe yarayacağını soruşturmamakta. Bugün, hemen herkesin, kendisine “amacın şu” diye dayatılanı sorgusuz sualsiz kabul ettiği ve kimsenin dünyanın nereye gittiğini ve amacını sorgulamadığı, adeta küresel bir deneyin kobayları olarak yaşıyoruz.
İşte böylesi bir çağda, kendimize gelebilmek için, John Murdoch’ın olan biten konusundaki şüphelerini anlattığı polis şefine sorduğu soruyu sık sık kendimize de tekrarlamamızda fayda var:
“Güneşi görmeyeli ne kadar zaman oldu?

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s