Guantanamo Yolunda

11 Eylül saldırılarından hemen sonra ABD’nin dünya çapında ilan ettiği olağanüstü hal hala devam ediyor. Teröre karşı savaş adı altında yürütülen kampanyada ülke içindeki güvenlik ağları her geçen gün biraz daha sıkılaşırken ABD’nin dünyanın dört bir yanına askeri, ekonomik ve siyasi müdahalelerinin, tehdit ve sindirme politikalarının ardı arkası kesilmiyor. Afganistan ve Irak’ın işgalinden sonra şimdi de İran bu tehditlerden nasibini almaya başladı. 01.jpg

İşte Guantanamo Yolu filmi, halihazırda terörle mücadele adı altında süregiden ama artık her gün içinde yaşamaya alışmış olmamızın veyahut karşı koymaya gücümüzün yetmeyeceğine olan inancımızın görünmez kıldığı, bu güvenlik kuşatmasını tekrar ve yeniden tüm çıplaklığıyla önümüze çıkarıyor. Böylece ABD’nin tek başına at koşturduğunu düşündüğü yola ufak da olsa bir taş koyuyor. Evet, filmin yapımcıları ve yönetmenleri David Winterbottom ve Mat Whitecross’un da vurguladıkları gibi bu film başlı başına bir ‘politik eylem’ . Zira Guantanamo’ya giden bu yol, görmekten kaçındıklarımızı veya fark edemediklerimizi görünür kılıyor. Dünya üzerinde süregiden bu insanlıkdışı tahakkümü, hukuku süresiz olarak askıya alan ve bir türlü bitmek bilmeyen bu olağanüstü hali tüm özgürlüklerimiz aleyinde yaygınlaştırıp uzatan iktidarları ifşa ediyor. İktidar ilişkilerinin ifşa edilmesinin, tahakkümcü düzenlerin çözülmesi için en önemli adım olduğunu göz önünde bulundurursak, ben Whitecross’un bu filmin birilerini etkileme ve bir şeyleri değiştirme potansiyeline yaptığı vurgudaki iyi niyetini paylaşıyorum. Zaten Guantanamo Yolu gibi bir filmin yapılış motivasyonu da ancak halihazırdaki koşulların bir zorunluluk olmadığını ve değiştirilebileceğini göstermek olabilir.

Guantanamo Yolu’nda izlediğimiz tüm görüntüler tamamen gerçek olaylara dayanıyor. Bu filmde karşımıza çıkan olaylar, en az Şemdinli’de dükkanlara bomba koyarken kıskıvrak yakalanan ‘güvenlik’ güçlerinin, Diyarbakır’da kadın çocuk demeden halkın üzerine ateş açan askerlerin ve bu tarz şeyleri ifade edenleri potansiyel terörist olarak damgalayacak yeni terörle mücadele yasasının meclisten geçmesinin an meselesi olması kadar gerçek. Terörle mücadele adı altında yürütülen ve toplumsal yaşamı, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan uygulamalar, artık gündelik hayatlarımızın son derece gerçek ve son derece sıradan birer parçası haline geliyor. Guantanamo Yolu, aslında belki de her gün işe, okula, gezmeye, alışverişe giderken üzerinden geçtiğimiz bir yol. Bu yolda yürürken her daim tehdit altında yaşayacaksak, bu yola girdiğimizde herhangi birimiz potansiyel terörist olarak tanımlanabilecekse, yani bu yollar sonunda her birimizi aynı kapıya çıkarma ihtimalini taşıyorsa, Guantanamo bize hiç de uzak değil.

İşte, filmin kahramanları Asıf, Şefik, Münir ve Ruhel’in başına gelenler de bizleri bu kaygı verici gerçekle bir kez daha yüzleştiriyor. Bir düğün için İngiltere’den kalkıp ta Pakistan’a giderseniz, sonra oradan kalkıp Afganistan’a geçerseniz, orada es keza sokakta yürümeye, etrafınıza bakınmaya görün, siz en azılı terörist olabilirsiniz. Hele de İngilizce biliyorsanız, kesin ne idüğü belirsiz şu El-Kaide’nin işbirlikçisi, ajanı, provakatörüsünüzdür. Bundan sonraki durağınız Guantanamo’dur.

Guantanamo hiç bu kadar yakın olmamıştı. Guantanamo hiç bu kadar geniş bir alanı kaplamamıştı. Filmde resmedilen, dünyadaki siyasi gelişmelerden bihaber bir grup İngiltereli masum Müslüman gencin başına gelen absürd ama bir o kadar da acı bir tesadüftü. Böylesi acı bir tesadüfün hikaye edilmesi üzerinden filmin vurgulamak istediği işte tam da bu yaşananların aslında hiç de bir tesadüf olmadığı. ABD hükümetinin ve İngiltere’den Türkiye’ye bu kötü örneği takip eden dünyadaki bilumum hükümetlerin terörle mücadele adı altında yaptıkları son yasal düzenlemeler ve uygulamalardan sonra, artık her birimizin başına her an ve her yerde, Asıf, Şefik, Münir ve Ruhel’in başına gelenlerin gelmesi işten bile değildir. Zira artık her yer Guantanamo’dur.

Ne var ki, film, özellikle bu gençlerin olan bitenden habersiz olmalarına, masumluklarına ve Müslüman oldukları halde aslında Batılı yaşam tarzını benimsemiş olmalarına vurgu yapıyor. Bu yaklaşım elbette, sıradan, Batılı izleyicinin kendi başına da aynı şeylerin gelebileceği noktasında filmin kahramanları ile kendisini özdeşleştirmesini sağlayan bir araç olarak değerlendirilebilir. Yine de insanın kafasına şu sorular takılıyor: Ya bu gençler hayatlarını Batılı bir yaşam tarzının çok uzağında sürdürüyor olsalardı? Ya hiçbiri masum olmasaydı? Ya olan biteni çok da iyi idrak etseler ve buna karşı seslerini yükseltselerdi? O zaman onlara yapılan bu muamele revâ mı olacaktı?

İşte bu soruların cevapsız kalışı Guantanamo Yolu filminin söylemini zayıflatıyor. Belki çok uç bir yaklaşım ama bu zayıflığından dolayı filmi Mat Whitecross’un da vurguladığı gibi “haftasonu tatilleri bir kabusa dönüşen birkaç kafadarın korku dolu maceraları” tadında izleyenler ve izlerken “gençler sizin de ne işiniz vardı ama Afganistan’da yahu” diye ah vah edenler çıkacaktır. Elbette Guantanamo Yolu, sadece münferit bir olayı, bir ibret hikayesini anlatmaya çalışmıyor. ABD’nin insalıkdışı uygulamalarını genel olarak gözler önüne seriyor. Ama burada insanlıkdışı muameleden muaf olmanın kriteri masumiyet gibi oldukça göreceli ve tartışmaya açık bir kavram olmamalı.

Zaten Guantanamo hapishanesinin esas işlevi de suçluları masumlardan ayırıp cezalandırmak veya süresiz olarak gözaltında tutulan zanlıları sorguya çekerek istihbarat toplamak değil. ABD’nin bu işleri gören zaten yeterince kurum ve kuruluşu halihazırda mevcut. Guantanamo toplama kampının gerçek varoluş nedeni, orada alıkonanların uygarlık için birer tehdit olarak lanse edilip böylece kapsamlı bir güvenlik ağının gerekliliğinin meşrulaştırılması. Zira ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e göre Guantanamo’da alıkonan tutsaklar bildiğimiz anlamda insan dahi değiller; onlar, bizleri her an öldürmeye şartlanmış, kendi kendilerini kontrol etme yetisinden yoksun, dolayısıyla hukuki haklarını kullanmaya ehil olmayan, devletçe kontrol altında tutulmaları gereken yaratıklar. Dolayısıyla Amerikalı muhalif düşünür Judith Butler’ın da vurguladığı gibi buradaki mesele tutsakların masum olup olmadıkları değil, insan olup olmadıklarıdır. Devletin egemenliği, işte tam da bu noktada, bizi insan dahi olmayan bu canavarlardan koruyan güvenlik gücü olarak tesis edilmektedir.

Ne var ki, egemenliğin bu türlü bir tesisi, içinde şiddetli bir tehditi de barındırıyor. Çünkü insan olanın kim olup olamayacağını belirleyen de yine aynı egemen güç. Buradan hareketle esas gözdağı zaten halihazırda Guantanamo toplama kampında alıkonan tutsaklardan ziyade, bizlere, evlerimizde oturup olan biteni izleyen sıradan insanlara yöneltilmiş durumda: “Siz de bir gün bizce artık insan sayılmayabilirsiniz. O gün geldiğinde hepiniz işte böyle önümüzde elleri bağlı, ağızları maskeli olarak diz çökeceksiniz.” Tüm bu nedenlerle Guantanamo üssü ABD hükümeti tarafından gizlenmek şöyle dursun, utanmazca sergileniyor.

Ama bu sergileme aracılığı ile ABD’nin tüm dünyayı tehdit edişi bir yandan da kendi kendisini ne kadar tehdit altında hissettiğini, aslında ABD hükümetinin ve dünyadaki tüm iktidarların kendi insanlarından ne kadar korktuklarını, ne denli korkak ve kırılgan olduklarını gözler önüne seriyor. O kadar korkaklar ki, filmde de gösterildiği gibi bir akıl hastası tutsağa ancak beş iri kıyım zırhlı askerden oluşan özel müdahale timi ile karşı koyabiliyorlar. Tam da bu noktada film bize gerçekte aklını kaçıranın ve bu terörü yaratanın kim olduğu sorusunu sorduruyor.

O kadar korkaklar ki, önce dünyanın en zayıf ülkesi Afganistan’a, zaten yıkılmış, yerle bir olmuş bir toprak parçasının üzerine en ağır silahlarla bombalar yağdırıyorlar. Sonra da sıra yıllardır ambargolarla aç bilaç kalmış Irak’a geliyor. Peki gerçekte acz içinde olan kim?

Guantanamo toplama kampı, bir yandan Amerika’nın iktidarının dünyaya saldığı bir tehdit; kendi iktidarını ve uyguladığı güvenlik politikalarını meşrulaştırmak için kurduğu bir tesis. Ama öte yandan da yalnızca varoluşuyla bile Amerikan hükümetinin korkaklığını, aczini ve gayri-meşruluğunu ifşa eden başlı başına bir direniş odağı. Guantanamo’ya giden yol bizlere Amerika’nın nasıl da ayrımcı olduğunu gösteriyor ve kimin insan sayılıp sayılmadığı noktasında bizi yeniden düşünmeye kışkırtıyor:

“Guantanamo’dakileri insandan saymıyorsunuz, başlarına maskeler geçirip kulaklarını, gözlerini örterek onları sanki farklı birer yaratıkmış gibi sergiliyorsunuz. Ama ne yaparsanız yapın onlar yine de insan biçimindeler. Bunu gizleyemiyorsunuz. Başlarına taktığınız hiçbir çuval, ne kadar büyük ve çirkin olursa olsun, onların insan olduğunu gizlemeye yetmiyor. Her birimiz, Guantanamo Yolu’nu izlerken, o yolda yürürken bunları düşünüyoruz. Oysa siz, bizler bir gün takip ettiğimiz bütün bu yolların zorunlu kavşağı olarak tesis ettiğiniz Guantanamo’da buluştuğumuzda, o zaman insanlıktan çıkarılanların sizler olacağını unutuyorsunuz.”

———————————————-

1)bkz. Altyazı, Mayıs 2006
2)J. Butler, Kırılgan Hayat, S.64-108, Metis Yayınları, İstanbul, 2005

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s