İmparatorluğa Giriş / Dünya Resmi
“Kitabı, genel tasarımı yavaş yavaş beliren bir mozaik gibi düşünün.”
Çokluk, -Negri & Hardt-
Elimizdeki kitabın vaadettiği gibi gerçekten de gözümüzün önünde somutlaşan bir şey var –hem de “İmparatorluk”u çok önceleyen bir gerçeklik bu-: Tarihi bir kez daha okuma ve dünyanın şimdiki halini teorileştirme güdüsü. Etrafımızı sarıp sarmalayan, hayatın her noktasını belirleyen birtakım yeni, oldukça müphem, henüz adlandırılmamış gerçeklikleri görme ve gösterme iddiasındaki bir dünya tahlili, önümüzde duran. Kapitalizmi tarihte ilk defa tam anlamıyla gerçekleştiren İmparatorluk ve yine ilk defa demokrasiyi mümkün kılan Çokluk kavramları arasındaki gerilim hattının bir ürünü olarak beliren bu dünya tahlilinin yaratıcıları Hardt ve Negri’ye bu çabalarında ne gibi hayaletlerin musallat olduğunu belirlemek belki de metne iyi bir giriş noktası olur.
Hardt ve Negri Marksist gelenekten besleniyor fakat yepyeni bir tanım arayışında duruyorlar. Eski terimlerin, eski teorilerin, eski analiz birimlerinin dünyayı anlamlandırmada yetersiz kaldıkları, belirsizliklerin gittikçe çoğaldığı, sis perdeleri arkasındaki bir dünyayı el yordamıyla yoklamak, neredeyse bir içgüdüyle belirsizliklerden rahatsızlık duymak ve onları günışığına çıkarmaya çalışmak ve nihayet “dünyanın, hayatın ve tarihin kuruluşunu açıklayan” bir “dünya haritası” çıkarmak, onların projelerinin çıkış noktasını oluşturuyor. Aslında çizdikleri resim biz onları teşhis etmek istedikçe elimizden kaçan gerçekliklere işaret etmekte. Fakat imparatorluk projesi zaten inadına bir çabayla defalarca, ve aşağıda değinileceği gibi çelişen şekillerde tanımlama anlamına gelen bir proje: Öyle ki, biz onu yılmadan tanımladıkça, ona inandıkça ve gerçekliğini doğruladıkça, imparatorluk gerçekten orada olacaktır. Hardt ve Negri projenin çok kapsamlı olduğunu ve kendi çabalarının ancak bir başlangıca işaret ettiğini teslim etmektedirler, fakat tanımlayamadıkları belirsizlikler asla İmparatorluğun var olduğu gerçeğini sarsmaz. O oradadır, sadece tanımlanmayı beklemektedir.
Ortaklık ve teklik kavramlarının üzerine oturan bir bakış açısı elbette tümevarımla dünya hakkında yorum yapabilmeyi getirir. Sözgelimi, 60’lı yılların sonunda başlayan ve 70’leri kapsayan, yazarların aktivistleri arasında olduğu İtalyan deneyimi dünyanın geneli için bir “laboratuar” işlevi görebilir, çünkü dünya artık tek bir egemenlik biçimi üzerinden anlaşılabilen bir yerdir. Değişim, yenilik, özellikle de kriz hayaletlerinin üzerinde kol gezdiği bu yeni dünya, tekilliğin ve evrenselliğin tuhaf bir karışımı olduğu ölçüde yeni bir teori gerektirmektedir. Sömürünün tek değişmez gerçeklik olarak kaldığı bu dünyayı anlamak onu değiştirmenin öncelidir.
Heidegger’in dünyayı resim olarak ele geçirme arzusu olarak tanımladığı güdü belki de Hardt ve Negri’ninkine benzer bir çabayı ifade ediyordu. Aynen bir resim gibi harita da çerçeve içindedir, ve harita hem tanımlar hem yol gösterir; hem şimdiden hem önümüzdeki yoldan bahseder. Dünyayı anlamak ve onu değiştirmek arasındaki vazgeçilmez uğrak o her şeye kadir düşmanın tespitidir. İmparatorluk ve Çokluk işte tam da bu ortodoks Marksist yöntemin bir kez daha uygulanması ve bu sefer bambaşka sonuçlara ulaşılması çabasının kırılma noktasında beliriyor. Kolaylıkla teşhis edilemediğini teslim ettikleri düşman onların dünyayı değiştirme projesinin merkezindedir. Bu anlamda bu metinlerde şimdinin kuruluşu ile gelecek olabilirlikler evrenini ayrı ayrı aramamak gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki, şimdinin tahlilini, yani İmparatorluk ve Çokluk’u bizzat Hardt ve Negri’nin yarattığı ve olumladığı kasvetli bir dünya olarak okumak gerekir. Direnişi daha kuvvetli kılmak için genel resmi daha dehşetengiz kılma şiarından yola çıkarak yarattıkları İmparatorluk, fütursuzca şekilden şekle girebilen biçimsiz, esnek ve her yerde olabilme yeteneğine sahip canavarımsı bir kavramdır. Artık İmparatorluğun alanına girmeye hazırız.
İmparatorluk
Gözümüzün önünde somutlaştığı yazarlar tarafından ilan edilen çok kapsamlı bir gerçeklik İmparatorluk. Yazarların onun esnek ve dinamik olduğunu iddia ederken kendilerine açtıkları geniş manevra alanının henüz ilk paragrafta kendini belli etmeye başlayan çok ciddi bir sonucu var: Metinde geçen sayısız İmparatorluk tanımlarının kavramsal düzlemleri şaşırtıcı derecede çakışık. Diğer bir deyişle, İmparatorluğun metinde aynı zamanda hem süreç, hem özne, hem de alan oluşturduğunu ve bu kavramsal kargaşanın yazarlar tarafından İmparatorluğun aynı anda pek çok şey olabilmesi gibi bir kuramsal manevrayla örtbas edildiğini görüyoruz. Yazımın devamında İmparatorluğun anlamları, ancak bu denli büyük bir anlatının doğal sonucu olan örtülemez çelişkilerin belirlenmesiyle görünür kılınacak.
İmparatorluk ilk elde yeni bir dünya düzenidir. Modernitenin ve ulus devletlerin artık etkili birer analiz birimi olmayı bıraktıkları noktada tarih sahnesine İmparatorluk çıkar. Dünya artık ulus devlet sınırlarının oluşturduğu, her ülkenin farklı bir renkle temsil edildiği modern haritalarla anlaşılamaz. Emperyal gökkuşağının hüküm sürdüğü bu yeni çağda ne merkez, ne de “içerisi” ve “dışarısı” üzerinden yürüyen sınırlar aramak anlamlıdır. Tıpkı Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi üç farklı yönetim biçiminin aynı anda işlediği ve bunların bütün dünyaya nüfuz eden, hiçbir “dışarı” bırakmayan bir tek egemenlik oluşturduğu bir düzendir bu. Küreselleşen dünyada ortak üretim, ortak emek ve dolayısıyla ortak sömürü gitgide hayatlarımızı daha çok belirlemektedirler.
İmparatorluğun bir süreç olarak algılanışı kitapta belli tarihsel kırılmaların teşhisiyle kuvvetlendirilmektedir. Kolonyal rejimlerin yıkılışı, reel sosyalizmin yok oluşu gibi süreçlerin yanı sıra, 1971’de doların altın standardından ayrılması, 1972’de Anti-Balistik Füze Anlaşması’nın imzalanması, 1973’deki ilk petrol krizi gibi daha somut olaylar da bu kırılmalar arasında yerlerini alır. Yazarlara göre, “Sözkonusu çeşitli dönüşümler tek bir ortak olgunun, tek bir büyük dönüşümün farklı yüzleri olarak görülebilir”. Piyasa ve üretim küreselleşirken, sömürgelerin bağımsızlıklarını ilan etmeleri de ulus devlet sınırlarını temel alan emperyalizmin sonuna işaret etmektedir. Fakat bu egemenlik türünün etkisini kaybetmiş olması genel anlamıyla egemenliğin yok olduğu anlamına gelmez. Egemenliğin yeni biçimi öylesine kapsamlıdır ki, tekil insan hayatları ondan bağımsız düşünülemez. Egemenlik artık insan hayatlarını üretmektedir. Onun tarafından belirlenmeyen, onun dışarısına kaçabilen hiçbir gösterge, özne, değer veya pratik yoktur.
Bu dünya tasvirine gelen en belirgin ampirik eleştiriler ABD’nin bir ulus devlet olarak yadsınamaz gücüne işaret eden ve emperyalizmin bitmesi paradigmasını sorgulayan eleştiriler oldu. Hardt ve Negri günümüzde hiçbir ulus devletin tek egemen güç olmayı başarabilecek konumda olmadıklarını belirtmekle beraber ABD’nin gücüne analizlerinde istisnai bir yer adıyorlar. İlk cevapları ABD yetkililerinin emperyalist değil emperyal çıkarlarla hareket ettikleri, İmparatorluğun ulus devlet mekanizmalarında da işleyebildiği yönünde. Bu noktada kayda değer bir manevrayla İmparatorluk bir düzenden birtakım insanların benimseyebileceği bir mantık haline gelmiş oluyor. Bu tanıma göre İmparatorluk diğer mantıklarla –örneğin yerel direniş veya ulus devlet mantıklarıyla- yarışan “tek bir iktidar fikri”dir ve onu benimseyenler yeni çağın gerekliliklerini daha iyi kavradıkları için güçlü kılınırlar. (ABD’nin kuruluşunun emperyal niteliğinin ona şimdiki imtiyazlarını kazandırdığını uzun uzadıya anlatan bölüm buna örnektir.) İmparatorluk zaman zaman gelecek dünya düzenine dönüşür; yazarlar bir yandan İmparatorluğun keskin gerçekliğini olumlarken bir yandan da aslında halihazırda halen bir “dönüm noktası”nda olduğumuzu, “somut bir kriz”den geçtiğimizi ve iki büyük çağ arasındaki geçişe tanıklık ettiğimizi hatırlatırlar.
Çokluk kavramı ayrıntılı tasvirlerle yepyeni bir öznenin kuruluşuna işaret ederken İmparatorluk tarafında ciddi bir özne eksikliğinden bahsetmek mümkündür. Çoğu zaman İmparatorluktan bir özneymişçesine bahsedilir. Sermaye ve kapitalizm kelimeleriyle eşanlamlı kullanıldığı haliyle İmparatorluk gözlerimizin önünde ciddi bir düşman olarak canlanmaktadır. Bu diğer tanımlamaya göre kapitalizm kendi devamının önündeki çelişkileri teşhis etmiş, çokluğun hareketlerini varlığına bir tehdit olarak görmüş ve yok olmamak için kendini dönüştürmüştür. Kapitalizm yatay olarak genişlemenin kendi sonunu getireceği düşüncesinden hareketle dikey olarak toplumsal hayata nüfuz etmeye başlamış ve bunun sonucunda kaçılamaz bir gerçeklik olmuştur. Foucault’nun biyopolitika kavramı bu analizin mihenk taşıdır. Marx gibi Hardt ve Negri de bizi üretimin gizli mabedine çağırırlar, ama artık üretilen sadece metalar değil yaşam biçimlerinin kendisidir. Toplum üzerinde “aşkın bir güç, egemen bir otorite” olarak düzenini dayatan biyoiktidar çokluğun üreticisidir, dolayısıyla artık mücadele toplumsal hayatın her alanına yayılmak zorundadır. Marx’ın haber verdiği biçimsel boyunduruğun gerçek boyunduruğa dönüştüğü bu dünya biyoiktidarın alanıdır. Bu tahlilde biyoiktidarın öznesi olan İmparatorluğun tarafında aktörlerin teşhis edilemeyişi kapitalizmi kendi kendine işleyen doğalcı bir görünüme sokmaktadır. Yazarlar zaten kapitalizmin kendine içkin bir akılcılıkla işlediğini savunurlar ki bu onu her şeye kadir ve devrilemeyecek denli sağlam bir düşman ilan eder.
Emperyal yönetim, yani özne olarak İmparatorluk, bomba-para-gökyüzü piramidi analojisiyle tasvir edilir. Buna göre piramidin en üst noktası ABD’nin askeri gücüdür. İmparatorluk bir barış ve küresel adalet çığırtkanlığı yaptığı ölçüde savaş temeline oturmaktadır. Piramidin bir alt öğesi ulusaşırı korporasyonlardır. En alt öğe ise temsiliyet mekanizmasına dayalı olarak halk çıkarlarını savunduğu iddia edilen kurumlardır; bunlara ulus devletlerin halk meclisleriyle STK’lar dahil edilebilir. Bütün bu kurumlar farklılıklarına rağmen “tek bir iktidar fikri” altında birleşerek düşman özne İmparatorluğu oluştururlar. Bu analoji açıkça kaçılamaz dünya düzeni olan İmparatorluğa değil kasvetli bir iktidar figürü olan İmparatorluğa gönderme yapmaktadır, çünkü onun tarafından üretilen ve onun parçası olan bizler, yani çokluk, bu analojide kendimize bir yer bulamayız. İmparatorlukta, çokluğun aksine aktörler teşhis edilemez. Ve yine çokluğun aksine İmparatorluktan homojen bir bütünmüşçesine bahsedilir. Diğer bir deyişle, bir sivil toplum örgütü gönüllüsüyle bir CEO farklılıkları teslim edilse de rahatlıkla aynı iktidar biçiminin yapıtaşları olarak konumlandırılmaktadırlar.
Metnin gözle görülür kuramsal kayganlığının yanısıra yola çıktığı varsayımların sağlamlığını da sorgulamakta fayda var. Yazarlar postmodernizmin yeni çağı belirlediğini kesin bir veri olarak almaktadırlar, çünkü modernliğin ikilikleri ve disiplinler arası sınırları artık dünyayı anlamakta yetersizdir. Bu paradigmayla yazarlar bundan yarım yüzyıl önce dünyanın disiplinlerarası sınırlarla rahatça anlaşılabilen, toplumsal kimliklerin daha sabit olduğu, ulus devletlerin egemenliğinin son kertede belirleyici olduğu bir yer olduğunu olumlamaktadırlar. Altyapı-üstyapı paradigması eskiden anlamlı olmakta ancak şimdi iş görmemektedir. Bu bağlamda postmodern teorisyenleri moderniteyi eleştirirken şimdiyi anlayamamakla, yıkmak istedikleri iktidar biçimlerini açıkça tanıyamıyor olmakla suçlarlar. Dahası, şimdinin postmodern belirsizliklerini tekrar tekrar teslim etmekle beraber “tek bir amaç”, “genel çerçeve” ve “temel mesele” gibi ortodoks tarihsel materyalist teknolojilere sıklıkla başvurmaktadırlar. Öyle görünüyor ki, tekil hikayelerin fark yarattığı, tarih okumada olumsallığın başrol oynadığı bir görüntünün altında yeni hiyerarşiler ve indirgemeler bulmak için teoriyi çok da deşmek gerekmiyor.
Hardt ve Negri İmparatorluğun merkezsiz olduğunu iddia etmekte ve buna mukabil olarak ona her yerinden saldırabileceğimiz yeni bir direniş türetmektedirler. Ancak kastettikleri merkezsizlik maalesef yeni küresel hiyerarşilere işaret eder. Artık Birinci ve Üçüncü Dünya’yı ayırt edemememiz basit bir örnekle, Birinci Dünya’da gettoların, Üçüncü Dünya’da gökdelenlerin ve borsaların olmasıyla açıklanır. Bu demektir ki artık bu dünyalar içiçedir, aradaki fark nitelik değil nicelik farkıdır. Bu örneğin dünyanın her yerinde sermaye akışının eşit olduğu anlamına gelmediğini anladıklarını ifade eder Hardt ve Negri. Fakat görece az gökdelene sahip olan bir ülke, örneğin bir Sahra-altı ülke, İmparatorluk’tan dışlanmamıştır; “yeni ekonomik hiyerarşinin en alt tabakaları”ndan biri olarak sisteme eklemlenmiştir. Bana kalırsa yazarların kastettiği şey merkezsizlik değil sabit bir merkezin olmayışı, merkezlerin sürekli yer değiştirdiğidir. Çünkü analizleri asla genel anlamda merkez kavramını alaşağı etmez. Bu noktada İmparatorluğun her yerinden saldırabileceğimiz kapsamlı bir yüzey olduğu argümanı da çokluğun elindeki bir güç olmaktan çıkar. İmparatorluğun merkezi güçleri vardır, fakat hissederiz ki onlar çoğu zaman bizim ulaşabilirliğimizin dışındadır. Hardt ve Negri’nin İmparatorluğu bizim şehrimize pek az uğrar. Fakat biz yine de onun tarafından üretilmeye devam ederiz.
Elimizdeki kitaplar çok net bir şekilde Avro-Amerikalı bir soykütüğü izlemekte ve bunu “günümüz İmparatorluğuna can veren kavramların ve pratiklerin bu coğrafi yolu izlemiş olması”yla açıklamaktadırlar. Öyleyse merkezsizlik ve dışarısızlık yeni hiyerarşiler oluşumundan başka bir şey değildir. Şimdiye dek büyük emperyalist güçlerin çatışmaları tarafından belirlenen tarih artık İmparatorluğun polis faaliyetleri ve iç savaşları anlamına gelen mikro-çatışmalar tarafından tanımlanmaktadır. Eğer İmparatorluk bir özneyse bu bize, sözgelimi Ruanda’daki iç savaşın bir mikro-çatışma olduğu, Ruanda’nın küresel hiyerarşinin alt tabakalarında olduğu için küresel bir çerçeveye bir ucundan tutunmadıkça İmparatorluğun büyük gerçekliğinde çok da bir yer etmediği bir dünyayı anlatmaktadır. Bu bakış açısının olası direnişlere ne tür bir yön verebileceği konusunda şüpheli olmak gerekir. Kendi tekil gerçekliklerimizin bize başka temel gerçeklikler üzerinden açıklandığı, hayatımızın genel resimde ancak bir mikro-gerçeklik oluşturabildiği büyük anlatılara zaten haddinden fazla alışığız.
Çokluk
İki başlı kartalın ikinci başı, İmparatorluğun biyoiktidarının nesnesi ve demokrasinin mümkünlüğünü elinde tutan öznedir çokluk. Merkezsiz bir ağ ve tekilliklerin çoğulluğu olarak tasvir edilir. Tarihin eski politik öznelerinden daha belirgin içleyici mekanizmalarla çalışır, çünkü artık üretim ekonomik, sosyal ve siyasal yönleriyle bütün hayatın üretimidir; dolayısıyla emek de hayatın her yerindedir. Toplumsalın biyopolitikliği sömürüyü de emeği de direnişi de toplumun bütün katmanlarına yaymış, İmparatorluğu hem üreten hem de onun tarafından üretilen, alışılmamış araçlara ve kuvvetlere sahip yepyeni bir öznellik yaratmıştır. Hardt ve Negri’nin çizdikleri çokluk resminde bize vaadettikleri ilk şey bu yeni öznelliğin tanımıdır.
Bu tanıma göre, modernitenin sona ermesiyle proleterya artık endüstriyel işçi sınıfından oluşmaz, ondan çok daha kapsamlı olmak zorundadır; çünkü ortodoks Marksist değer teorisinin kavrayamadığı yeni bir emek ortaya çıkmıştır. Maddi olmayan emek sonuçta ortaya maddi bir mal çıkarmayan her türlü emeğin adıdır. İletişimsel, duygulanımsal ve sembolik olarak tanımlanan yeni ürünler üreten bu emek enformatikleşme süreciyle dünyanın her noktasına yayılan toplumsal ilişkileri yaratmaktadır. İletişim, medya ve bilgisayarlardan kaçamadığımız bu yeni dünya aynı zamanda üretimin küresel çapta homojenleşmesi anlamına gelmektedir. Ürettiğinden mahrum fakat üretme kapasitesini haiz olarak proleter, sistemi dönüştürebilecek ve tüm hiyerarşileri yıkarak gerçek demokrasiyi getirebilecek tek öznedir. Hardt ve Negri’yi çekirdek bir komünizm yaşadığımızı iddia etmeye itecek denli çok ortaklık saptayan bu resimde çokluk biyopolitikanın hem her zamankinden kapsamlı sömürüsünü hem de olmamış denli şaşaalı zaferini yaşayabilecek potansiyele sahip şekilsiz ama canlı bir ettir. Devrimi bu et yapacaktır.
İmparatorluk bölümünde söz ettiğim gibi Hardt ve Negri’nin yaratısında çokluk tanımı çoğu zaman insan kitlelerinin heterojenliğini teslim eder görünmektedir. Buna göre etnisite, cinsiyet, dil vb. sayısız tekilliklerini koruyarak biraraya gelen aktörler -önceki öznelere karşıt olarak- Bir’e indirgenmeden varolabilirler. Bu renkli tablonun çeşitli yerlerinde bu aktörleri bütün farklılıklarına rağmen biraraya getiren ve onları bir özne kılan müphem bir “ortak payda” sallantıda durmakta ve tanımlanmayı beklemektedir.
Sanırım her türlü ortaklığın temelinde yattığı varsayılan ortak paydanın ne olduğunu eşelemeden çokluğun analizi ilerleyemez. Bu noktada bir an durup önceki siyasal özne kuramlarında çokluğun nerede yer aldığına bakmakta fayda var. Hobbes’un temsil edilebilir ideal öznesi olan “halk” [people] çokluk kavramıyla olan karşıtlığı üzerinden konumlanır. Hobbes’a göre halkın ve çokluğun aktörleri aynı olduğu halde onları ayırt eden bir şey, bir dönüşüm süreci vardır: Bu, bir tek özne gibi hareket edebilme yeteneğidir. Diğer bir deyişle Hobbes’un horgörerek baktığı insan sürüsü karar alma mekanizmalarını ortak bir şekilde çalıştırdığı anda ayrı olarak hareket eden bireylerin çoğulluğundan politik bir gövde olarak tanımlanan halka dönüşür. Tek bir iradeyle hareket eden tek bir birim olan halkın temelinde bireylerin aralarındaki anlaşma [contract] yatar. Oysa Spinoza’da çokluk ve halk ayrımı yoktur. Onun tahayyülünde çokluk tek bir egemen gövdeye dönüşmez ama tek bir akılmış gibi hareket edebilir ve bu şekilde doğal egemenlik haklarını uygular. Tek bir akıl olma nosyonu ona birliğini veren, onu kendi başına hareket eden bireylerin çoğulluğundan ayıran şeydir. Bireyler aklın yönettiği bir çokluk oluşturduklarında zaten şahsi çıkarlar ve ortak çıkar kesişeceği için ayrı bir sosyal anlaşmaya gerek yoktur. Bu nedenden ötürü Aristo’nun hayvan sürülerinin politikliğinden dem vurduğu örnekler Hobbes için anlamsızken Spinoza için anlamlıdır. Diğer bir deyişle aklın varlığı birliği kendiliğinden rayına oturtmuştur. Bireyler kendi çıkarlarını korudukça görünmez bir elin toplum çıkarını düzenlediği liberal piyasa teorilerinin aslen Spinoza’nın tahayyülünden beslendiğini fark etmek çarpıcıdır. Ama belki daha da ilginç olan Hardt ve Negri’nin kondüktörsüz orkestra ve onun yarattığı harmoni benzetmesinin de aynı tahayyülün ürünü olmasıdır. Onlar da kendi çokluk teorilerini doğa alemine bakarak sürü ve ağ analojileri üzerinden kurar ve tahayyüllerini varsayılan bir genel zeka nosyonuna dayandırırlar. Diğer bir deyişle biraraya gelmiş bireylerin doğalcı biçimde akıl tarafından yönetilerek tek bir bedenmişçesine hareket etme kudreti vardır. “Çokluklar” yerine “Çokluk” kelimesinin tercih ediliyor olması yine tek bir iradeyle hareket edebilme potansiyelliğine işaret eder. Metin boyunca çeşitliliği kutlayan yazarlar son kertede “Çokluğu oluşturan tekilliklerin sahip olduğu farkların sınırlayıcı, olumsuz, yıkıcı niteliğini yok etmek ve farklarımızı gücümüz kılmak” projesinin önemini belirtmeden edemezler. Tekilliklerin güzelliğini biraz olsun eşelediğimizde tek bir aklın üstünlüğü kendini bütün kudretiyle göstermekte gecikmez.
Bu mütevazı tarihsel perspektiften sonra çokluk öznesinin temellendiği argümana geri dönüp onu tekrar anlamaya çalışalım: “Ortak hareket eden tekillikler” gerçekte nedir? Özneler tekilse ortak hareketi nasıl varsayabiliriz? Veya ortak hareket varsayılmışsa tekillik ne kadar anlamlıdır? Metin, bu sorulara cevap vermeksizin bizi Hardt ve Negri’ye musallat olan ve önümüzdeki metnin tamamının üzerinde gezinen bir hayalet olan ortak paydaya inandırmak üzerine temelleniyor. Haliyle bana temel sallantıdaymış gibi geliyor.
Günümüzde ortaklığın her zamankinden kapsamlı olmasının sebebi olarak gösterilen maddi olmayan emek her ne kadar geniş bir tanımlamanın bütün manevra kabiliyetlerine sahip olsa da, yazarlar emeği maddi olmayan emekçilerin diğer emekçilere nazaran sayıca az olduğunun bilincinde olduklarını belirtirler. Bu onlara göre Marx’ın tahlilinin geçerli olmasının sebebinin endüstriyel işçilerin sayıca çokluğu olmaması gibi bir durumdur. O tahlil nasıl köylüler çoğunluktayken geçerliyse, kendi tahlilleri de endüstriyel işçiler hala çoğunluktayken geçerlidir. Maddi olmayan emeğin özelliği emekçilerin niceliği değil, emeğin hegemonikliğidir. Bu emek diğer bütün emekleri dönüştürmektedir. Bu tahayyül bir yandan varsayılan modernite boyunca, sözgelimi toplumsal cinsiyet sömürüsünün endüstriyel emek sömürüsü üzerinden analaşılabileceğini olumlamakla beraber, şimdi de onu maddi olmayan emeğin neredeyse doğal bir sonucu haline getirmiştir. Bir başka deyişle yazarlar, ortodoks Marksist emek hiyerarşilerini alaşağı ederken bu kez de kendi hiyerarşilerini kurmaktadırlar.
Michael Hardt’a bir röportajında çokluğun kurucu gücünün elindeki araçlar sorulduğunda Hardt’ın cevabı insanları egemenliğe karşı olmaya ikna etmenin bir mesele olmadığı şeklinde olur; “…İktidarı reddetmek doğaldır…” Analizin tam ortasında ortak paydanın tam merkezinde çokluğa içkin bu varsayım sorgulanmaksızın durmaktadır. Oysa Deleuze ve Guattari’nin hatırlattıkları gibi “İçkinlik ne zaman bir şeye içkin olarak yorumlansa, emin olabiliriz ki o Bir Şey aşkınlığı yeniden davet edecektir.” Hardt ve Negri’nin bu içkinlikten şüphe duymaması da aslında aşkın kategorileri dışladıklarının değil başka bir biçimde tekrar kurduklarının göstergesidir.
Çokluğun projesi de ortak payda kadar kendini ele verir. Buna göre biyopolitikayı kendi lehine kullanan çokluk İmparatorluğu kendinden mahrum ederek onu yok edecektir. Bu tahlilde İmparatorluk çokluğun içinden geçip karşısından çıktığı bir alan olarak tezahür eder. Çokluğun şekilsiz eti hareketliliğiyle, kendi bağımsız yaşam formlarını üretmesi ve kapitalizmin talep ettiği işi reddetmesiyle İmparatorluğun içini boşaltacak, ondan “çıkacaktır”. Yazarlar genel zekaya dayanarak bunun kapsamlı göçlerle halihazırda olmakta olduğunu müjdelerler. Bu noktada çokluğun küresel bir projeye tabii olmasının yazarlar için elzemliği had safhadadır. Birer parçası olduğumuz çokluk dünyanın neresinde olursa olsun küresel bir bilinci haiz olmak zorundadır: Örneğin Chiapas’ta olan biten ancak devrimcilerin dertleri neoliberal egemenliğin kendisi olduğunda anlam kazanır, yok eğer bu bilinci haiz değillerse dikkatimizi çekmelerine gerek olmadığı gibi sönüp gideceklerdir de. Küresel bilinçle donatılmış aktörlerin dünyasında kendi konumundan emin olmayan bir çokluk üyesi yoktur, aynen İmparatorluk ve çokluk arasında bir yerlerde gezinen genel zekanın bilinçlendirmediği hiçbir aktör olamayacağı gibi. Çokluğun birliği varsayıldığına göre onun nesnesini önceleyen bir özne olmasından doğal bir şey de yoktur; bir başka deyişle zaten biraraya gelmişizdir, geriye kalan tek şey düşmanımızı yaratmaktır. Hatta farkında olmadan onu yaratmış ve çökertmeye başlamış bile olabiliriz. Hardt ve Negri’nin her fırsatta olumladığı sayısız tekillikler asla çokluk içinde farklı projelerin mümkün olabileceği anlamına gelmez: Çünkü genel zeka ancak tahammül edebileceğimiz ve son kertede amacımızdan saptırmayacak farklılıklar yaratır. Çokluk belki de ortak paydayı tekrar tekrar tanımlama projesidir. Öyle ki biz ona inandıkça o gerçekten orada olacaktır.
Yeni öznenin belki de gücün iyi tarafı-kötü tarafı ikiliğinden daha anlamlı olmayan biyoiktidar-biyopolitika sahte ikiliğinden fazlasına ihtiyacı var. (Yıldız Savaşları analojisini saygıyla yazarlardan ödünç alıyorum.) Belki ne bu doğal ve kendiliğinden işleyen düzen-özne-alan İmparatorluk, ne de bu doğal ve kendiliğinden işleyen yeni özne çokluk inandırıcı olmayı başarıyor.
İmparatorluktan Çıkış / Sonsöz
“İmparatorluk sorunsalı ilk elde tek bir basit gerçek tarafından belirlenir: Bir dünya düzeni vardır.”
İmparatorluk
Belli bir iç huzursuzluğuyla hareket eden çoğumuz zaman zaman etrafımızda dönüp duran dünyayı bir resmin görülebilirliğinde sınırlama, onu ele geçirme güdüsünü hissediyor ve belki de dünyanın, hayatın ve tarihin kuruluşunu vaadeden o büyük projenin tuhaf sakinleştiriciliğini özlüyoruz. Önceden söylenenlerin siste önümüzü aydınlattığını ama yolu tam anlamıyla aydınlık kılmadığını düşünüyor ve dünyayı bütünlüğüyle kavramanın ama bunu başka türlü yapmanın olabilirliğini sorguluyoruz; çünkü dünyayı kendimize dert ediniyoruz. İmparatorluk Hardt ve Negri’nin huzursuzluklarının onları bütün bir Marksist geleneği kendilerine sorunsallaştırmaya ittiği ve bunu son derece Marksist bir yöntemi, dünyayı değiştirmek için onu anlamayı uygulamaya sevkettiğinde ortaya çıkıyor. Fakat Marksizmi ekonomizmden, emek hiyerarşilerinden, “temel” antagonizmalardan kurtarmak ve farklı gerçekliklerin mümkünlüğünü görünür kılmak amacıyla yola çıkan diğer son dönem Marksist yazarlardan çok farklı bir varsayımda temelleniyor çabaları: Yerel gerçeklikleri anlamak için bir meta gerçeklik, yerel aktörleri anlamak için aşkın özneler, yerel sömürüleri anlamak için bir dünya düzeni. Peki biz, metnin hedef aldığı ortalama okuyucu, Avro-Amerika kökenli birileri tarafından yine aynı yerlerde yaşayan okuyucunun anlayabileceği referanslarla yazıldığını sürekli bize hatırlatan bu metinde kendimizi nereye koyuyoruz? Elimizdeki kitaplar görevlerini tamamladığında, yani bizi onu değiştirmek için gerçek hayata gönderdiğinde biz kendimizi hangi güçlerle donanmış, hangilerinden mahrum bırakılmış hissediyoruz? Sanırım yazımda şimdiye kadar kurcalamaya çalıştığım kavramsal isabetlilik/isabetsizlik mevzusundan daha merkezi bir nitelik taşıyor bu sorular; çünkü eğer düşmanın dehşetengiz topyekünlüğü elimizi kolumuzu bağlıyorsa ve her bir aktör kendine dünya resminde yer bulamıyorsa İmparatorluk “devrim”i getirmeyecek demektir.
Devrim kafamızda bir anda şimşeklerin çaktığı, her şeyin billurlaştığı mükemmel an olmak zorunda değil. Ne de olsa kafamızın bu karışık hali teorize olmadan da hayli üretken olabilir. Belki de hayatımıza musallat olan hayaletlerle barış yapmak mümkündür.
—————————————————
Notlar:
1- bkz. Michael Hardt, İtalyan Laboratuvarı; İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika, Paolo Virno, Michael Hardt, derleyen ve çeviren Selen Göbelez, Sinem Özer, Otonom Yayıncılık, 2005
2- Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk; İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, Ayrıntı Yayınları, 2004, s.58
3- Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 2003, s.33
4- Çokluk, s.110
5- İmparatorluk, s.268
6- İmparatorluk, s.21
7- İmparatorluk, s.306
8- Malcolm Bull, The Limits of the Multitude, New Left Review, Eylül-Ekim 2005
9- Çokluk, s. 241
10- Çokluk, s. 115
11- Çokluk, s. 123
12- Empire's new clothes: reading Hardt and Negri, Paul A. Passavant and Jodi Dean, New York : Routledge, 2004, s.167, çeviri bana ait.
13- Gilles Deleuze ve Félix Guattari, What is Philosophy? Çeviren: Hugh Tomlinson ve Graham Burchill, London: Verso, 1994, s. 45, çeviri bana ait.