Direnişin ve muhalifliğin anlamı ve pratikleri, Türkiye’nin tarihsel döngüsü içinde bugün konumlandırılmak istendiğinde, herhalde ilk bakılması gereken Kürt hareketi ve bu hareketin gelişimidir. Kürt hareketini anlamak için ise en başta Kürtlüğün ve Kürt olanın nasıl tanımlandığına dair süregiden tartışmaya bakmak, bu tanıma dair gerek hareketin gerekse devletin ortaklaşan veya çatışan yaklaşımlarını incelemek gerekiyor.
Şiddet ve çatışmayla geçen uzun yılların ardından, bugün, 2008 yılının sonları ve 2009’un başlarında gelinen noktada, Türkiye devletinin Kürtçe yayın yapan ilk resmi televizyon kanalı TRT6’yı (TRT Şeş) kendi eliyle açtığına tanık olduk. Kürtlüğün ve Kürt olanın devlet tarafından bu yeniden tanımlanışı karşısında, Demokratik Toplum Partisi (DTP) çevresinde örgütlenen Kürt hareketinin TRT6’nın ‘Kürt gerçekliğini yansıtamadığını’ dile getiren tepkisi ve muhalefetiyle karşılaştık. Bu noktada, bu makalenin amacı, muhalif olmanın bugün ne ifade ettiğini Kürt hareketi ve Türkiye devleti bağlamında TRT6 televizyon kanalının yayına başlamasına dair tartışmalar üzerinden tanımlamaya çalışmak olacaktır. Zira ‘muhalif’ olmanın tanımı ve neyin ‘muhalif’ sayılıp neyin ‘sistem içi’ olarak görüldüğü arasındaki sınır çizgisi, siyasal ve tarihsel koşullara göre sürekli değişmektedir.
TRT6 kanalının yayınları hakkında MKM’nin (Mezopotamya Kültür Merkezi) görüş ve açıklamaları başta olmak üzere, halen devletçe sansürlenen Özgür Gündem gazetesinin internet sitesi ve ayrıca anaakım medya organlarında yayınlanan haberleri kapsayacak olan analizlerde, Gramsci’nin ‘hegemonya’ ve ‘karşı-hegemonya’ kavramlarını Foucault’nun ortaya attığı ‘özneliklerin inşası’ perspektifinin eleştirisi ışığında değerlendirmeye çalışacağım. Bu noktada, Foucault’nun Türkçe’ye hem ‘tabi (teba) olma’ hem de ‘özne olma veya özneleşme’ olarak çevrilebilecek subjection olarak adlandırdığı, yeni öznellikler üreten iktidar mekanizmasına dair kavramının, bugünkü koşulları analiz etmek açısından kullanışlı olduğuna inanıyorum. Kürt hareketinin TRT6’ya yönelik eleştirilerinin de özellikle bugün iktidar ve tahakküm ilişkilerinin dinamikleri anlamak için yerinde bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum.
Kürt kimliği, kültürel alanda, kendisini Türk kimliğinin karşısında, başta müzik olmak üzere çeşitli sanatsal çalışmalarla gösterdi. Başlangıçta yasaklanan Kürtçe müzik üretim ve dağıtımı, Özal döneminde, 1997 yılında yapılan ve “Türkçe dışındaki dillerde de müzik üretimi ve dağıtımı yapılabilmesini öngören” yasal düzenlemelerle dolaylı olarak yasallaştırıldı. Buna rağmen Kürtçe müzik performansları, kaset ve CD’leri ‘örgüt propagandası yapmak’ ve benzeri başka birçok gerekçeyle soruşturmalara ve yasaklamalara maruz kaldı. Böylece Türk Devleti, bir yandan ‘yasal’ Kürtçe müziğin ne olduğunun sınırını çizerken bir yandan da ‘yasak’ Kürtçe müziğin keyfi tanımı üzerinden kendisine müdahale alanı açıyordu. Şüphesiz yasal ve yasak olana dair bu yeniden yapılan tanım, muhalifliğin tanımının da yeniden ve tekrar yapılmasını beraberinde getirecekti. Dönüşen bu siyasi koşullar altında, bir şarkı bir zamanlar sırf Kürtçe olduğu veya bir şarkıcı sırf Kürtçe şarkı söylediği için bir ‘direniş öznesi’ olarak görülürken, bugün aynı şarkının TRT6’da yayınlanması veya aynı şarkıcının TRT6’ya konuk olması, Kürt hareketi tarafından ‘Kürt gerçekliğinin’ içini boşaltan kişi ve yaklaşımlar olarak betimleniyor. Öyleyse direniş nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Hegemonyanın sınırları nasıl çiziliyor? Niye TRT6 Kürt hareketin tarafından benimsenmiyor?
Kürt hareketinden gelen birçok TRT6 eleştirisi var. Bunlardan bir tanesi, TRT6’nın Türk devleti tarafından Kürt vatandaşlara verilen bir armağan, adeta bir lütuf olarak gösterilmesi ve böylece Kürtçe’nin kamusal alanda temsili için Kürt hareketinin yıllardır sürdürdüğü mücadelenin görünmez kılınması. MKM’de merkez yöneticileri ve Kürt sanatçılar ile yaptığım bir görüşmede bu durum şöyle aktarılıyor:
“Devlet halkımıza özgürlük veriyormuş gibi gözüküyor. Hâlbuki vaat edilen bu özgürlük, yıllardır süren mücadelemizin taleplerini ve sonuçlarını görmezden geliyor. Oysa kültür-sanat karşılıklı eleştiri ve soruşturma ile gelişir. Ama onlar bize bakmıyorlar, bize sormuyorlar. Kürt halkının bilinciyle dalga geçiyorlar.”
Bu eleştirilerde, TRT6 kanalının Türk devletinin bir liberalleşme ve demokratikleşme hamlesi olarak lanse edilmesi aracılığıyla Kürt direnişinin saf dışı bırakılmak istendiğinin altı çiziliyor. Gerçekten de TRT6, aslında Kürt hareketinin ve onun tarihsel mücadelesinin, fedakârlıklarının ve uğraşlarının bir sonucu olarak değil, sanki devletin tek taraflı bir tasarrufunun, demokratik bir açılımının ürünüymüş gibi gösteriliyor. Bu anlamda, Kürtçe’nin TRT6 yoluyla tanınmasının arkasında, Kürt hareketinin bir emeği veya bir ‘müzakere gücü’ yokmuş farz ediliyor.
Kürt insanının, dilinin yasaklanması dolayısıyla çektiği ıstırapların bir anda unutuluvermesi, TRT6’nın yayına başlamasının konu edildiği Can Dündar’ın NTV’de yayınlanan ‘Neden’ adlı programına konu olan Gülten Kaya tarafından çok çarpıcı bir dille eleştirildi. Ahmet Kaya’nın, Fransa’ya gidip bir daha ülkesine geri dönememesine yol açan yasaklanmış Kürtçe müzik klibinin ilk defa Türk televizyonlarında gösterildiği programda, Gülten Kaya, bu klibin bugün yayınlanmasının artık çok bir anlamı olmadığını söylüyordu. Zira birçok ıstırap ve sıkıntıların sonucunda ortaya çıkan bu klibin bugün Ahmet Kaya’nın ölümünden sonra yayınlanmasının, ne ülkesini bir kez daha göremeden Fransa’da hayatını kaybeden Ahmet Kaya’yı geri getirebilir ne de onun yokluğunun acısını dindirebilirdi. Gülten Kaya’ya göre, bu Kürtçe klip belki 9-10 yıl önce yayınlansaydı bu Türkiye’deki siyasal dönüşüm adına bir şey ifade edebilirdi, halbuki bu durum bugün için geçerli değil. Bu bağlamda, zamanında muhalif olarak görülen bir Ahmet Kaya klibi, bugün yayınlandığında artık hegemonyanın alanında sayılmakta ve bu yüzden de artık bu klibin yayınlanması anlamsız olarak nitelendirilmekte. Türk hükümetinin, Ahmet Kaya ile beraber Nazım Hikmet ve Yılmaz Güney gibi bir zamanların yasaklanan, sansürlenen sanatçılarının mezarlarını Türkiye’ye getirme çabası da benzeri bir şekilde, geçmişi ancak acı ve sıkıntılardan arındırılmış bir biçimde sahiplenip temize çıkma ve böylece hegemonya alanını genişletme hamlesi olarak değerlendirilebilir.
Tüm bu eleştirilerde iki tane çok önemli vurgu var: bunlardan bir tanesi ‘yaşanmış acılar’ veya ‘Kürtlerin çektiği ıstırap ve sıkıntılar’ ve bunların telafisinin olamayacağı, diğeri ise TRT6’nın ortaya çıkışında çekilen bu ‘ıstırap ve acıların’ rolünün görmezden gelinip silinmesi dolayısıyla TRT6’nın ‘Kürt gerçekliğini yansıtmayan’ bir televizyon kanalı olarak kalmasıdır.
Aslında bu durumda TRT6’nın en önemli özelliği iki karşıt kamp arasındaki farkı ortadan kaldırıp Kürt kimliğini hegemonik söylemin içine dâhil etme çabasında yatıyor.
Foucault, mücadeleyi (struggle), kişinin kendi statüsünü ve kimliğini sorgulama yolu olarak betimliyor. Bu mücadeleler, farklı olma hakkının ifade bulduğu ve kişiye bir kimlik atfederek onu birey haline getirecek çatışmaları kapsıyor. Öte yandan, bu mücadeleler, bir yandan da kişiyi kimliği dolayısıyla diğerlerinden ayıran ve diğerleriyle bağlarını koparan bir eylem olarak ortaya çıkıyor. Bu yaklaşıma göre, Kürt hareketinin TRT6 eleştirisinin aslında Kürt kimliğini temsil etme mücadele ve çatışmasından ileri geldiğini söyleyebiliriz. Zira bu durumda, Kürt hareketi, siyasal alanı yeniden şekillendirilen Türk devletini takiben kendini yeniden konumlandırmak zorunda kalıyor. Foucault bu konumlandırmayı ‘özneleşme’ (subjection) olarak adlandırıyor. Özneleşme, kişiyi kimliğine bağlıyor. Dolayısıyla, aslında bu çatışmalar, taraflar arasındaki mutlak, özsel ve uzlaşmaz karşıtlıktan değil öznellik ve kimlik tanımları üzerindeki hâkimiyet mücadelesinden kaynaklanıyor. Bu noktada genişlettiği hegemonik alanda çoğulculuk retoriğinin içerisine özellikle medya yoluyla yeni bir farklılık kurgusunu yerleştiren devlet, TRT6’yı benimsemeyen Kürtleri, normun dışına itiyor ve onları tehlikeli ve marjinal olarak kimliklendiriyor. Bu noktada Kürt hareketi ise Kürtlüğe dair normun ve kimliğin, TRT6’yı benimseyen Kürtlerce değil, tam tersine devletin marjinal olarak kimliklendirdiği, TRT6 yapılanmasını sorgulayan ve eleştiren Kürtlerce belirlenebileceğinin altını çiziyor. Şüphesiz taraflar arasında devletten yana açık bir güç farkı var. Yine de, temelde her iki tarafın da kendi ‘kimlik’ ve ‘demokrasi’ tanımını yaptığı ve karşıtlığını buradan kurduğunu söyleyebiliriz. Öyleyse, bu ötekileşme sistemi, tarafların birbirini takiben temsiliyet üzerinden kendilerini yeniden konumlanması üzerinden işliyor.
Kürt hareketi tarafından, TRT6 hakkında ortaya atılan bir başka önemli eleştiri ise Türk devletinin bu konudaki samimiyet eksikliği. TRT6, Kürt vatandaşlar için yapılan bir liberal açılım görüntüsünün ardında aslında Kürt hareketini pasifleştirmek için hazırlanmış bir oyun olarak nitelendiriliyor. TRT6’nın, Kürt hareketinin asıl meşru kanalı olan RojTV’nin izlenme oranını düşürmek ve Kürtler arasında ayrılık yaratmak için tasarlandığı, dile getirilen iddialar arasında. MKM ile yaptığım görüşmemde, ‘samimiyet’, ‘masumiyet’ ve ‘güven’ gibi terimler Türk devletinde veya AKP hükümetinde olmayan nitelikler olarak ifade edildi. Öte yandan, onlara göre, TRT6’nın, yani resmi Kürtçe devlet kanalının bu kadar kolay ve hazırlıksız olarak yayına girmesi de bu konudaki samimiyet eksikliğini ortaya koyuyor. Kürt milletvekillerinin Kürtçe olarak millet meclisinde konuşması yasakken ve mecliste Kürtçe hala ‘bilinmeyen bir dil’ olarak tutanaklara geçirilirken, TRT6 gibi bir kanalın varlığı oldukça şaibeli görünüyor. Ahmet Türk’ün DTP meclis grup toplantısında yaptığı Kürtçe konuşmanın TRT tarafından kesilmesi bu samimiyetsizliğin en çarpıcı örneği olarak değerlendirildi. Tüm bunlara ek olarak, Kürtçe’nin hapishanelerde ve görüşme günlerinde konuşulması halen yasak. Bu da Türk devletinin ikiyüzlülüğünü açığa vuruyor. “W, Q, X” gibi Kürtçe’de bulunan harflerin TRT6 tarafından kullanılması yasal iken bu harflerin Kürt vatandaşların kendi Kürtçe isimlerini yazarken kullanılmasının yasak olması da bu samimiyetsizliği ortaya koyuyor. Çünkü ancak Türk devletinin Kürtçesi resmen tanınıyor. Kürt hareketinden birçok eleştirmene göre, Türk devleti TRT6 konusunda samimi olsaydı ve TRT6’yı ancak Kürt kültürel ve sosyal kurumlarıyla anlaşarak tasarlasaydı, o zaman TRT6 bu kanal ‘suni’ ve ‘ikiyüzlü’ bir devlet kanalı olmayabilirdi. Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan bir haber, MKM ve Kürt Enstitüleri’nin TRT6’nın tekliflerini reddettiğini duyuruyor. Aynı zamanda, Seyr-i Mesel adlı tiyatro grubunun da TRT6’ya olumlu yanıt vermediğini; çünkü AKP’nin oyununa dâhil olmak istemediklerini yazıyor. Burada bahsedilen samimiyet sorunu çok önemli, zira samimiyet eksikliğine dair bu vurgu Gramsci’nin ideoloji kavramını temel alıyor. Gramsci’ye göre, hegemonya, kurumları yoluyla, kendi liderliğini evrensel ve mutlak olarak göstererek farklı ve marjinal kesimlerin rızasını alıyor. Yani, hegemonya, fiziksel şiddet uygulamaksızın hiyerarşik düzenin sömürülenler üzerinde meşrutiyetini kurması anlamına geliyor. Bu nedenle, Kürt hareketi, Türk devletinin TRT6 yoluyla Kürt vatandaşlarının haklarını veriyor gözükürken aslında kendi hegemonyasını genişlettiğini iddia ediyor; çünkü Türk devleti bir yandan Kürt vatandaşlarını korur ve onların haklarını tanır gözükürken bir yandan da ortada artık bir Kürt hareketine ve bir Kürt direnişine gerek olmadığı düşüncesini yayıyor. Bu durumda, Türk devletinin, Kürt hareketi tarafından ‘suni’ ve ‘yozlaşmış’ olarak adlandırılan TRT6’sı, Kürt kimliğini marjinalleştirerek yeniden Kürt direniş hareketine bağlıyor.
Foucault, iktidarın bilgi ve tanımlama aracılığıyla gerçekleştirdiği özneleştirme gücüne karşı muhalefeti, yeni bilgi ve ihtiyaçlar çerçevesinde yeni öznellikler yaratma mücadelesi olarak tanımlar. Bu muhalefet, aynı zamanda kişilere zorla yüklenen yüzeysel, eksik ve çarpık temsiliyetlere karşı yürütülmektedir. Bu noktada, Kürt hareketi, kendi varlığının tanınması için kendi söylemini ve bilgi sistemini yaymak ve iktidarını özneler üzerinde kurarak ispatlamak zorunda denilebilir.
Öte yandan, TRT6’ya katılan, TRT6 için program yapan Kürt sanatçılar hakkında, Kürt hareketi tarafından dile getirilen iddialar da analiz edilmesi gereken önemli bir konu. Kürt hareketi tarafından ortaya atılan bazı eleştiriler, TRT6’ya çıkan Kürt sanatçıları ‘işbirlikçi’ olarak addederken birçok Kürt sanatçı da özellikle TRT6’ya katıldıkları haberlerini Kürt medyası aracılığıyla yalanlama yoluna gidiyor. Mesela, Nilüfer Akbal’ın TRT6’nın ekibinde yer aldığı haberi çeşitli eleştiriler aldı. Nilüfer Akbal’ın Kürt sanatçılarını “yurtdışında zavallı bir hayat yaşamak yerine” TRT6’ya davet etmesi üzerine Kürt müzisyen Rotinda Yetkiner kendisinin Nilüfer gibi Türk devletinin Kürtleri asimile etme planının bir parçası olmayacağını beyan etti. Rotinda, Türk devletinin TRT6 hamlesini, koruculuk sisteminin sanatsal versiyonu olarak gördüğünü söylüyor. Aynı tanım, MKM ile yaptığım görüşmede de dile getirildi: “Kürt halkı, kendi kendisinin düşmanı haline getiriliyor.” Kürt hip-hop sanatçısı, Dezz Deniz, Radikal Gazetesi’nde yayımlanan ve kendisinin TRT6’ya katıldığını duyuran haberi, Özgür Gündem’e verdiği açıklamayla yalanladı. Deniz, TRT6 Kürt toplumunca kabullenilmedikçe ve Türk devleti Kürt gerçekliğini tanımadıkça TRT6’ya çıkmayacağını ve Radikal Gazetesi’nin haberinin çarpıtılmış olduğunu açıkladı.
Tüm bu gelişmeler ışığında, TRT6’nın Kürt hareketinin yeterlilik, farklılık ve haklılık anlayışlarını yeniden tanımlamasını gerektirdiğini söyleyebiliriz. Türk devletinin hegemonya sınırlarını TRT6 ile genişletmesini takiben Kürt muhalif sanatçısı ve müziği/sanatı Kürt direniş hareketi tarafından yeniden tasarlanmalıydı; çünkü Foucault’nun da dediği gibi tüm iktidar ilişkileri farklılık sistemlerinin koşullarının dönüştürülmesi üzerinden yürüyordu .
Öte yandan, Özgür Gündem’in önceki haberlerinde militan bir kadın sanatçı olarak yansıtılan Rojin’in, TRT6 için Rojiname adlı ‘bir tür Seda Sayan programı’ olarak tanımlanan kadın programlarını yapmaya başlamasıyla Kürt hayranlarını hayal kırıklığına uğrattığı dile getiriliyor. Haberde, Rojin’in programı için konuk bulamadığı bildiriliyor ve hatta Seve Demir adlı bir Kürt kadının kendisine 350 TL önerilmesine karşın bu programa izleyici olarak katılmayı reddettiği ifade ediliyor. Aynı haberde, Seve Demir, Rojin’e “Kürtler tarafından saygı görmek istiyorsa TRT6 ile ilişkisini kesmesini” de öğütlüyor. Bu eleştiride asıl önemli olan nokta ise MKM ile görüşmemde de dile getirilen ve Rojiname’nin ‘aynen Seda Sayan’ınki gibi’ geleneksel Türk kadın magazin programı formatında olduğu ve bu nedenle programın yapısının bugüne kadar dile getirilen feminist eleştiri ve mücadeleleri görmezden gelip kadının eleştirel potansiyelini pasifleştirerek kadınları ataerkil söyleme eklemlendirdiği yönündeki vurgu. Böylece Kürt kadını hem Türk devletinin hem de ataerkil düzenin içinde asimile ediliyor. Bu anlayış, Adorno’nun , sanatın popüler kültüre eklemlenmesinin onun toplumsal eleştirel yönünü kaybetmesi anlamına geldiğine dair iddiasına bağlanabilir. Tıpkı caz müziğinin siyah toplulukların kendini ifade etme biçimi olarak ortaya çıktıktan sonra popüler etnik müzik adı altında kapitalist düzene uyum sağlayıp bir eğlence ve tüketim nesnesi haline gelmesi gibi, burada da Kürt müzik ve sanatının etnik müzik olarak sınıflandırılıp bir tüketim nesnesi haline gelmesinden şikâyet ediliyor. Hâlbuki Kürt müziğinin karşıt-hegemonik (counter-hegemonic) bir nitelik taşıması için onun bir popüler kültür ürünü haline gelmemesini gerekiyordu. Ayrıca MKM ile yaptığım görüşmede, Kürt müzik albümlerinin Özal döneminde yasallaşmasının albüm satışlarını düşürdüğü söylendi. Yani Kürt müzik kaset ve CD’leri yasal alana dâhil olup sıradan bir etnik müzik haline geldikçe alternatif olma özelliğini ve hareket içindeki etkisini de yitirmişti. Hâlbuki Gramsci’ye göre, karşı-hegemonya ancak hâkim güç ilişkilerine alternatifler geliştirebildiği durumlarda yeni toplumsal oluşumlara kapı aralayabilir. Tam da bu nedenle Kürt hareketi, Kürt kültürü ve müziği aracılığıyla Türkiye devletinin sunduğu ataerkil düzenden ayrı bir sosyal proje sunmayı hedefliyor. Bu proje, kadının toplum içindeki statüsünü yeniden değerlendirmeyi ve ataerkil yapıyı ortadan kaldırmayı öngörüyor. Bu yaklaşımın müzik alanındaki yansımasını özellikle kadın militanların çokça ön planda olduğu gerilla kliplerinde görebiliriz.
MKM ile gerçekleştirdiğim görüşmede dile gelen başka bir konu da Kürt müziğinin uluslararası alandaki yeriydi. Katılımcılar, Kürt müziğinin artık bütün dünya tarafından bilindiğini ve küresel kültür içinde önemli bir statüye ulaşmış olduğunu özellikle vurguladılar. Kürt müziği için yapılan bu tanımı, Mitchell’ın ‘kültür savaşları’ ve ‘fark-ayrım’ terimleriyle bağlantılandırmak mümkün. Bu savaşın katılımcıları, aynen Kürt kültürü tanımındaki gibi, kendi kültürel farklarını ideolojik bir ayrım olarak gösteriyor. Bu toplumsal yaratım, yani ırksal, etnik veya cinsiyet farklılıklarının kültürel dışavurumlar aracılığıyla kendini ispat edebilmesi, güncel uluslararası normlara göre ‘tanınmak’ anlamına geliyor. Tabii burada, Aijaz Ahmad’ın da gösterdiği gibi ‘fark’ belli bir başka norma, yani Batı’nın kültüre dair belirlediği kriterlere göre tanımlanıyor. Dolayısıyla bu durumu, bir yandan Kürt müziğinin Batılı normalara tabi olması olarak değerlendirebileceğimiz gibi bir yandan da Kürt müziğinin kendini dünyada kabul ettirerek karşı-hegemonik alanını güçlendirme çabası olarak görebiliriz.
Sonuç
Kısaca, TRT6 örneği ve Kürt hareketi üzerinden, iktidar ilişkilerini ve dinamiklerini yorumlayarak ‘muhalefet’ ve ‘karşı-hegemoya’nın nasıl sürekli olarak yeniden tanımlanıp kurgulandığını ve böylece Gramsci’nin bilinçli ve iradi olarak birbirlerine karşı kurulduklarını ifade ettikleri hegemonya alanlarının, Foucaultcu bir okumanın da yardımıyla aslında nasıl da birbirleriyle karşılıklı etkileşim halinde dönüştüklerini göstermiş olduğumu umuyorum. Karşı-hegemonya ve hegemonya arasındaki sınırların, karşıt kimliklerin yeniden tanımlanması üzerinden her an yeniden yaratılmaları söz konusu oluyor. Bu yeni kurgulamayı anlayabilmek için, siyaseti bilinçli bir pazarlık veya planlı bir kamusal alan düzenlemesi olarak düşünmek yerine, temsil, özneleşme ve kimliklendirme üzerinde şekillenen merkezsiz ve dağınık bir iktidar ilişkileri ağı olarak düşünmek gerekiyor. Kürt hareketi, liberalleşen bir siyasal alan karşısında muhalif kimliğini yeniden düzenlerken, kendisini ‘Kürt gerçekliğini’ temsil etme iddiasıyla yeniden inşa ediyor ve yeni sınırlar koyuyor. Ahmet Türk’ün DTP meclis grup toplantısında Kürtçe konuşarak TRT’yi bu yayını kesmeye zorlaması şüphesiz böyle bir ihtiyacın ürünüydü. Bu da Gramsci’nin hegemonya konseptinin aksine, aslında iktidar ilişkilerinin birbirini yok etme amacıyla kurulan iki karşıt taraf üzerinden işlemediğini, bunun yerine birbirlerine karşıt gözüken tarafların birbirinin taktik ve yöntemlerini taklit etmesi yoluyla stratejik bir savaş biçiminde geliştiğini gösteriyor. Öyleyse, karşı-hegemonyanın gücü, hâkim sistemin kurumsal ve sembolik yapısını dönüştürmesinde yatıyor. Ama hem Türk devleti hem de Kürt hareketi belli bir kimlik kurgusu inşa etmek ve kimliği temsil etmek noktasında benzeri özneleştirme yöntemlerini kullanıyorlar. Buna göre, Kürt hareketinin TRT6’ya olan tepkisi, ötekisinin, yani devletin olası hareketlerine göre planlanıyor. Bu da bir anlamda Kürt hareketinin devletin söylemine tabi kılınmış olduğu olarak okunabilir.
Öte yandan, AKP hükümeti, bir takım çoğulcu ve liberal olarak adlandırılabilecek adımlar atmış olsa da Kürtlerin geçmişten gelen yaralarını sarma konusunda herhangi bir girişimde bulunmuyor. Bu durum, devletin önerdiği liberal açılımlara eleştirel yaklaşan bir grubun sürekli olarak dışlanmasına ve siyaset alanının da devlet ve ötekisi üzerinden sürekli olarak yeniden kurgulanmasına yol açıyor. Liberal ve çoğulcu toplum projesi, en ideal şekliyle hayata geçirilse dahi bu durum, devletinin söyleminin kapsadıklarına ve kapsamadıklarına dair ikiliği ortadan kaldırmıyor. Türk devletinin önerdiği TRT6 kanalını bir ‘asimilasyon’ çabası olarak eleştiren ve mecliste de Kürtçe konuşma hakkı talep eden Kürtler düzenin ötekileri olarak kodlanmaya devam ediyor. Öte yandan, AKP hükümetinin gerek TRT6’nın kuruluşu gerekse Alevi açılımı ile yeni yeni gündeme taşıdığı liberal çoğulcu düzen tahayyülü, alternatif öznellik türlerinin de göz ardı edilmesine ve ortadan kalkmasına yol açıyor. İşte tam da bu varoluş mücadelesi yüzünden Kürt hareketi, Kürtçe müziğin ve Kürt kültürünün dünyaca tanınması yoluyla kendini meşrulaştırmak ve bu kültür ve hegemonya savaşını sürdürmek durumunda.
Belki, artık, iktidar ilişkilerini ikili karşıtlıklar üzerinden tanımlamak yerine, kendisini duruma göre geliştiren, değiştiren ve yeniden kurgulayan karmaşık bir ağ olarak düşünmek gerekiyor. Bu durumda, Gramsci’nin doğuştan her insanda var olduğunu iddia ettiği dünyayı tanıma ve muhalefet ederek dünyayı dönüştürme inancının bir mit olduğu ortaya çıkıyor. Hâlbuki farklı bir iktidar anlayışı, alternatif toplumsal projelerin oluşumuna olanak verecek ve liberal çoğulcu yaklaşım gibi çözümlerin tahakküm ve adaletsizliği artıran tahayyüller olduğunu ortaya koyacaktır.
Kaynaklar:
Adorno, Theodore, (1978), “On the Fetish Character in Music and the Regression of Listening.”, (der.) A. Arato& E. Gebhardt, The essential Frankfurt school reader, Oxford, UK: Oxford University Press.
Ahmad, Aijaz, (1987), “Jameson’s Rhetoric of Otherness and the National Allegory”
Carroll & Ratner, (1996), “Master Framing and Cross-Movement Networking,” Sociological Quarterly 37: 601- 625
Foucault, Michel, (1982), The Subject and Power, Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutics” University of Chicago Press
Gramsci, Antonio, (1971), Prison Notebooks, International Publishers, New York
Mitchell, Don, (2000), Cultural Geography: A Critical Introduction, Oxford: Blackwell.
Özgür Gündem Gazetesi & Internet sitesi (www.gundem-online.com), 26 & 27 Aralık 2008, 11 & 13 Ocak 2009 sayıları