Yazan: Fırat Kurt
Derrida öldü! Bu cümle ilk kez çevremde yankılanmaya başlayınca, söze ve yazıya geçen bir kayboluş yükseldikçe, anlam dağarcığımın bin bir köşesinden fışkıran/saçılan karanlık haykırışlar beni bir insan olarak tanımadığım ama belirli metinlerin ücra köşelerine yazılmış, o metinlerin sahipliğine/sahibine gönderme yapan bir isme dair bir şeyler söylemek, bir şeyler yazmak gerekliliğine sevk etti. Neden? Bugün bu sorunun anlamlı olup olmadığı bir yana, onun üzerine yazılan çizilen bunca şeyden sonra neden diye sormak ya da sormamak ya da sormamanın getireceği tehlikeyi göze almak/almamak noktasında metnin size verebileceği, ki sadece bu satırları yazan tarafından ilk bakışta tahayyül edilen bir nedenden, şu cevap olabilir: bir sürecin, bir yolculuğun radikal bir kırılma (?) anında bu isimli yazarın kaleminden çıkan onun metinlerinin düşün dünyamızda oynadığı kritik (ama bir çift anlam ekseninde kritik hem önemli/stratejik hem de eleştirel anlamda) ve belki de tetikleyici rol. İpe sapa gelmez yollarda, düşüncenin uğrağından bihaber o sık ormanda yol gösterme işlevinin son temsilcilerinden biri, belki de ta kendisi… Ama arkasından yazılacak bir yazı, amacı her ne kadar belirlenmiş ya da amacının ne olmadığından bahsedilmiş olursa olsun, bütünlükçü ve kapsayıcı bir metin olamayacaktır; aslında olmamak amacını gütmesi riskini barındırmak tam da Derrida’nın arkasından yakılacak bir ağıta, bir yasın o en yoğun noktasına, anlamsal olarak -ironik de olsa- denk düşecektir. Ne de olsa bir ağıt ölenin arkasından ölenin kendisine değil, kaybolmuşluğu deneyimleyene gönderme yapar, artık eksikliğinin baki olacağının tüm dünyaya bir haykırılışıdır; aynen Derrida’nın ölümünden önce Yas Çalışması adı altında en yakın dostlarını anması gibi. Onun kendi borcunu dostlarına ödeme çabası gibi, yazar da ona olan borcunu ve elbette okuyucuların borçlarını -o hesaplanabilirliği olmayan edebi yekûnu-, kapatma çabasındadır. Bu dile getirene yönelmiş ağıtta, hiç bitmeyen önsözde, mısraları birbirini örtemeyen şiirde, okuyucuyu en baştan uyarmak gereklidir: tüm bu bahsedilenlerce çevrelendiği gibi, yazıya dökülen bu cümleler, konusu edilen ölüye sadık değildir, ona belki yaklaşır –ki bunu hiçbir zaman bilemeyiz-, ama ona olan borcunu tam da onu tekrar yazarken ürettiği olumsallıkla, yenilikle, icatla öder: kendi yolunu açmak! Walter Benjamin’in kendince eşsiz değer atfettiği Çinli metin kopyacıları gibi, Derrida da okunmamalı, kopya edilmeli –ama ‘yeniden’ yazılarak-, ki böylece yazının o orada olmayana yaptığı açık göndermenin, bir noktada samimiyetinin, okuyucu-yazıcının kendi yolunu açmasına, bir metindeki sembolleri dile getirmekten fazlasını yapmasına olanak sağlar; o ormanda yürümek, yolları arşınlamak, yolları tepeden izlemek yerine…
“Eloi, Eloi, lema sabachtani?” (Mark 15:34)
Derrida’nın felsefesinden bahsetmek, onun düşününde ilerlediği yolların dönemeçlerini belirlemek, hiç kuşkusuz bir süreçten bahsetmekle ve Kıta Avrupası’nın bu entelektüel izleğinde belirli bir geleneğin, çok ciddi ve radikal bir hedefin tekrar anılmasıyla mümkün olacaktır. Husserl’den başlayan (?), Heidegger’de kökten bir yıkım (destruction) ile kendini bulan bu stratejiler yumağının hedefi, tüm batı düşüncesinde içten içe, metin altında (subtexually), söylenebilen ve söylenemeyen/dile gelemeyen kelimelerde, tırnak içinde yazılan cümlelerde kendini hissettiren bir eğilimi ortaya çıkarmak ve dönüştürmektir. Metafizik. Ama burada olanın, olduğu varsayılanın, güven içinde alımlanması için mutlaklaştırılması; zamansallığının ve anlıklığının göz ardı edilmesi, burada varoluşunun (presence) hüküm sürmesinin sağlanması anlamında bir metafizik: Mevcudiyet Metafiziği (büyük ‘M’ ile). Derrida tüm metinlerinde bu sorunla boğuşur, hatta bu sorunun içinde boğulur; ki tam bu anda felsefe geleneğine karşı kendi özgün durağını belirler, Hegel’in diyalektik tuzağına yalpalamasına rağmen bir sondan sonraki durağa –diyalektiğe bir dördüncü uğrak- kendini atar. Mevcudiyet Metafiziğinden orada olarak ve orada olmayarak, hem kurularak (constructing) hem de yapıbozularak (deconstructing) kurtulur; bir saçılmanın (dissemination) o raptiyelenemez, bir noktada sabitlenip temellük (appropriate) edemez pozisyonunda kalıp Hegel’i aşmak! Tüm bunları; Mevcudiyet Metafiziğinin kendisini, o tüm batı (küçük ‘b’ ile) felsefesinin kurucu prensiplerinin yapıbozumunda bulduğu en temel kanıksanmış/irdelenmemiş düşünce kalıplarıyla, temellük edilemezin tecavüzüyle açıklayıp, dilde ve yazıda tam da bu Metafiziğin akislerinde bulur Derrida.Yazının söz tarafından dışlanması, mevcudiyet adına bastırılmasıdır söz konusu olan. Ki bu Heidegger’in mevcudiyeti soruşturmasıyla aynı sebeplerle yapılır: kriz ya da semptom, nerden bakarsanız bakın, batı felsefesinin kendini kendisi olarak serimlemesi için gerekli olan kabuller, üstünü örtmeler, unutulmuşluğa itmeler. Ama bunu Foucault gibi arkeoloji yoluyla veya klasik (?) geneoloji ile yapmaz, onun metodolojisi kendisinin gramatoloji olarak adlandırdığı, tarihin olabilirliğinin bir tarihi, özün ontofenomenolojik sorunsallaştırılması, yazının kökeninin araştırılmasıdır. Ama Derrida’nın gramatolojisi, yine onun eskatolojisinden ayrılamaz; söz merkezli batı felsefesi krizin içindedir, bir sona doğru –ki o son hiçbir zaman gelmeyecektir- hızla ilerlemektedir.
Batı felsefesi, tüm süregeldiği Metafizik tarihi boyunca yazıyı bastırmış ve sözün mevcudiyeti karşısında ikinci plana itmiştir. Sokrates’ten beri ikinci plandalığa itilen, dolayımsız olmamakla suçlanan yazı, metafiziğin mevcudiyet, burada-olan, takıntısına kurban edilmiştir. Söz dolayımsızdır, burada olanı söyler ve kaynağından dile getirenden ayrışmaz; başına buyruk değildir, kontrol altındadır ve dile getirenine tamamen itaat halindedir. Bu yüzden batı felsefesi logosantrizm (sözmerkezcilik) tarafından ele geçirilmiştir, o her zaman hali hazırda bulunan, mevcut olan/olduğu varsayılan/olması istenen varlığı mümkün kılan sözdür. Bir gizin kendini ortaya dökmesinin engellenmesi… Logos’un (sözün) kendisinin babası olmaması ama babasından kaynaklanması, onunla yan yana olması Sokrates’te (ve elbette ardılı olan diğer batılı düşünürlerde) logosun yardım kaynağı olarak görülmesine, bir başlangıcı ve sonu olan asil bir tutunma noktası olarak addedilmesine neden olur. Yazı bunun tam karşısında yer alır; ikincildir ve Derrida’nın Dissemination’da belirttiği üzere tanrılardan gelen ama tanrılar tarafından reddedilen bir atıf, bir armağandır. Theuth tanrılar tanrısı Amon’a (Kral Thamus aracılığıyla) pharmakonu, hem deva hem zehir anlamına gelen bu ‘icadı’, belleğin ve bilgilendirmenin bir şifası olarak sununca pharmakon (yazı) aşağılanır, hastalığın deva değil de belleğe ve bilgilenmeye zehir olduğunu söylenir. Çünkü buna haiz olanlar düşünmeyi ve hatırlamayı bırakacak ve gerçeğin, anlatılagelenin özünü değil bozulmuş dolayımını deneyimleyeceklerdir. Tüm bir batı felsefesi geleneği işte bu kıymeti kendinden menkul olmayan ama babasının onayına tabi tutulmuş kavrama yönelik çifte tutum etrafında kurulmuştur: Bir taraftan bu gayrimeşru çocuğu kullanacak (aynı Platon’un Sokrates’in konuşmalarının kayıtlarını tutması gibi) ama diğer taraftan onun sadakatsizliğinin ayırdında olacaktır. Yazı artık burada-mevcut-olmayanı gösterir, dolayısıyla kesinliği (ve elbette babaya, dile getirene, sadakati) şüphe altındadır ve onulmaz şekilde zedelenmiştir. Tanrının bir mucizesi olarak yazı, tam da mucize veya vahiy kavramına denk düşercesine açık açık dile gelemeyendir, mevcudiyetin inkarıdır. Bu; varlığı kapatma, sabitleme tutkusunun, metafiziksel eğiliminin yıkılmasıdır; zamansallığın unutulmuşluğunu yazının daimiliği ile örtme stratejisidir. Yalnızca bu yolla özne merkezci, dile getiren eksenli, bir temellük etme, tecavüz etme eylemi sürekliliğini koruyabilir. Kıta felsefesinin bu ‘yoldan çıkmış’ düşünürü, aynen diğer yoldaşları gibi, bu sahiplenmeyi soru konusu yapar. Heidegger’in çok radikal bir şekilde kırmaya çalıştığı (ama Derrida’ya göre aynı Husserl gibi bu yumağa bulanmaktan/dolaşmaktan kaçamadan) bu bilincin tüm varlığın merkezine oturup temellük etmeler üzerinden kendini kurması sorunsalı, Nietzsche, Freud ve Foucault’da da soru konusu edilmiş ve inceden inceye araştırılmış, kazılmıştır. Ama metot olarak Derrida dile dönmüştür, ilk-yazıyı arar; onun yazıya verdiği öncelik metafizik karşıtı olmaya çabalayan bir stratejik oyundur. Bu gösterenler sistemi içinde, tüm semiyologlar gibi (kendisi bir semiyolog olmasa da), çok iyi bilmektedir ki, sözün kendisi de yazı gibi bükülmekten, varlığın kendisinden farklılaşmasından kaçamaz. Son kertede dil de bir yazı formudur; ancak o, batı felsefesinin en yumuşak karnının yazıya karşı tutunduğu bu ikircikli tutum olmasından ötürü metafiziğin yapıbozumuna buradan başlar: yazının aşağılanması ve unutulmuşluğu/terkedilmişliği (forsake). Bu bir yeniden doğuş anıdır; Derrida bu sefer peygamberine cevap veren bir tanrı gibidir. Onu çarmıhtan alır ki, Kudüs’ü tekrar inşa edebilsin (reconstruct); ama yine ikircikli bir şekilde: Kudüs’ü yıkan o’dur, ve tekrar yıkacak olan da…
“When people run in circles; it is a very, very … mad world.”
Tüm bu göstergebilimsel (semiologic) oyunda, dilin ve yazının nasıl olanaklı olduğu sorusu Derrida için hem kritik hem de ayırt edici sorudur. Bu bir yerde Metafiziğin kendisinin soruşturulmasıdır. Ancak Derridacı gramatolojik yapı, Barthes ve diğer yapısalcı göstergebilimcilerden kökten bir biçimde ayrılır. Kendini kapatmış/tamamlamış, kendi özüne, çekirdeğine haiz, tam da bu noktadan tüm sistemini ören bir yapı söz konusu değildir onun için; bu olsa olsa logosantrik anlayışın tutsağında bir hezeyan, bir sanrıdır. Yapının merkezi, bir merkezmiş gibi hareket eden merkez-olamayanın, yapıdan aşkın olmayan ama yapıda aşkınmışcasına hareket eden bir yarı-transandantal gösterenin sahnesidir. Bu noktada Derrida Saussure’un göstergenin gösterilenle ilişkisini keyfi ve olumsal bulmasıyla, daha açık bir ifadeyle belli bir merkez tarafından örüldüğünü öngörmemesiyle aynı fikirdedir; Wittgenstein vari (Olgun bir Wittgenstein elbette) bir dil oyunları alanı. Kendisinde bulunan bir gösterenin, dışsallığını indirgemiş olanın süregelen hükümdarlığı, bir üstünü örtme stratejisinden başka bir şey değildir; göstergenin metafizik niteliği… Ama göstergesel süreç Derrida’da bile bu aşkınlıktan tamamen kurtulamaz, metafiziksel bir şimdiden, burada mevcut olandan tamamen ayrışamaz; çünkü göstergesel oyunun varolabilirliği bu gösteren ve gösterilen arasındaki ilişkisizliğin, farklılığın örtülmesiyle mümkün olur. Bu yarı-aşkınlık (semitranscendentalism), iletişimi ve çeviriyi mümkün kılan şeydir; tam da bu merkez olma iddiasında bulunan oyun alanının çekirdeğinde gösteren ve gösterilen, akışkan bir şekilde –salt olmaksızın ve sabitlenmeksizin- birbirleriyle etkileşime girer ve anlama mekan yaratır. Bu yarı-aşkın rol Derrida’da ‘différance’ icadıyla teorik açıklamasına kavuşur.
Différance’ın yazımında Derrida dille bir oyun oynar; Fransızca’da différence ve différance’ın yazılışlarının aksine okunuşları arasında fark yoktur. Yazılış farkı yazıya, temsil edenin çarpıtılmış doğasına, bir saygı duruşu gibidir, Derrida bu yolla Mevcudiyet Metafiziğini karışıklık içine iter ve ondan temsilin, aynılığın ve farklılığın kategorilerinin bu perdelemesini imleyerek, belki de hissettirerek, kurtulur (ki buna kurtulmak denebilirse). Temsil, yazı olarak ya da metafizikçe aksi sunulan söz olarak, mevcudiyete haiz değildir, aslında bu yanılgı Heidegger’in varlığın zamansallığının unutulup dışsallaştırılması konusundaki hassasiyetini (belki de Varlık ve Zaman’ı yazmasındaki dürtüyü) ona hatırlatır. Temsil bir farklılıklar ve aynılıklar oyunu değildir; o tam da bu farklılıkların tamamen zamansallıklarından kaynaklanan zincirleme, her bir gösterenin bir diğerinde bulunan izi üzerinden kurulması, niteliklerinin ertelenmesi üzerinden kendini açar. Différance işte buna gönderme yapar: différer, bir yanda özdeş olmama anlamında bir ayırt edilebilir olma, uzamsal bir boyut, bir pasif farklılık; diğer yanda tam da bu eşsizliğin indirgenmesini sağlayan (dolayısıyla imlemeyi mümkün kılan) bir sonraya bırakma, erteleme, bir burada olma arzusuna verilen sahte bir cevap, zamanlama (temporalisation), dolayımlama. Bu anlamda différance olan bir şey değildir, bir mevcut olan, burada olan değildir; onun imlediği onun olmadığı her şeydir, bir boş gösteren . Gösterge burada olanı, olduğu varsayılanı, yokluğunda imledikçe anlam kazanır, onun yerini alır. Şeylerin mevcudiyeti onların temsillerini zaten gereksiz kılardı, temsiliyet ilişkisi bu namevcudiyetin bir örtülmesidir, tüm imleme bu çerçevede ayrım konulan, farklılaşan buradalığın, ertelenen şimdinin, yerinden ayrılmış buradalığın temsilidir. Buradaki temsili mümkün kılan yarı-aşkınlık, metafiziğin tuzağına düşmekten kendini sabitleme, tamamlama, kökenleştirme eğiliminden kurtarmasıyla mümkün olur. Différance kökenin kendisiymiş gibi görünse de, aslında ayrımlaşmakta olan, saçılan bir merkez olmayan merkezdir; dolayısıyla metafiziksel köken tanımının ötesindedir. Bu açıdan différance sonsuzca dinamik ve zamansaldır, varlığın zamansallığının Mevcudiyet Metafiziğine nazire yaparcasına varlığın kendisiyle birlikte ele alınmasıdır; ne onun dışında ne de onun üstünde. Derrida işte batı felsefesi tarihinde bu yerine getirilemez görevi sırtlanan bir yolcudur: dile getirilemezi dile getirmek üzerinden bir felsefe kurmak. Ancak bu onun tam da istediği şeydir; çünkü kendi sözleriyle: “felsefe herhalde, deliliğe en yakın noktada, delirme kaygısı için bir tesellidir.”
“His soul swooned slowly as he heard the snow falling faintly through the universe and faintly falling, like the descent of their last end, upon all the living and the dead.”
J. Joyce
Derrida öldü! Artık ardından söylenecek her söz, mezarına düşecek kar taneleri gibi eriyip gidecek, tam da kendisinin söze atfettiği niteliklere uygun düşercesine. Ama ardından yakılan ağıtın kağıda dökülmesi, şu anda okumakta olduğunuz satırlara işlenmesi, onun, felsefenin –ama bu kendi son anındaki felsefenin- asıl anlamı olarak gördüğü şeye daha bir denk düşecektir: kendi yolunu bulmak, varlığını tüm özgüllüğü içinde açmak. Kendi farklılığımızı ve kendi varoluşumuzu gözardı eden her ağıt, her yas çalışması imlemesi gerektiği şeyi –dile getirenin kendisini- kaybedecek, samimiyetinden ayrılacak ve kuru bir laf yığınına dönüşecektir. Kendi kendini unutan, özüne yabancılaşıp şeklî bir ritüele dönen ve yine biçimsel bir amaç güden bu sahte ağlamaların artık Derrida’nın ölümüyle iyiden iyiye kendini gösteren bir epizodun, bir epistemenin sonuna işaret ettiği bir gerçek (?). Walter Benjamin, cisimlerin, niteliklerin, kısacası tüm şeylerin kendi varoluşlarını aksettirdikleri o eşsiz auralarının o şeylerin gerçekliğini yakalamakta oynadıkları vazgeçilmez rolden bahseder. Ama şeyler auralarını, dolayısıyla gerçekliklerinin belki de o tam anlamıyla asla yakalanamayacak olan hissiyatlarını, tam da kendilerinin son anlarında, ölümlerinin tam da bir önceki adımlarında tüm güçleriyle yansıtırlar; ölmeden önce son bir bakış. Benjamin bu yakalanamayanı yakalamak için yok olmaya yüz tutmuşun peşinden koşar; pasajların, flaneurlerin, hikaye anlatıcılarının… Derrida da bu kayboluş anının en yüksek tepesini, bir son haykırışın son namelerini temsil etmekteydi. Felsefe artık aurasını kaybetti mi bilmiyorum ama açık olan tek şey ona bugünkü anlamını vermeye çalışan –bugünkü anlamını yıkmaya ya da dönüştürmeye uğraşmak suretiyle- bir metin yazarını kaybettiği. Ama artık belki bununda bir önemi kalmayacak; çünkü ne de olsa bu ‘çığrından çıkmış bir zaman’ (The time is out of joint) .
Dipnotlar:
1)« Tanrım, tanrım, beni niçin terkettin ? »
2) Aslında teolojiyle yakından ilgili olan bu terim, dünyanın ve insanlığın sonunu, ölümü/nü, o sona işaret eden olayları/durumları inceleyen bir branş.
3) Metinde adı geçen yazıyı icat etmiş olan tanrı.
4) Donnie Darko’da Gary Jules tarafından seslendirilen parçanın nakaratı.
5) Bu kavram sosyal bilimlerde de çığır açıcı bir şekilde kullanılmıştır, postyapısalcı sosyal ve politik teoriler, analizlerini bu teorik çerçevenin alımlanmasıyla gerçekleştirirler. Laclau&Mouffe ve daha genel olarak Essex ekolü, söylem analizlerini Derrida’dan yoğun bir şekilde yararlanarak geliştirdiler. Radikal demokrasi kavramı, bir boş gösteren tanımıyla, bu ekolün difféerance’ı olarak da adlandırılabilir.
6) Aslen Writing and Difference’da geçen bu alıntıyı David West’in Kıta Avrupası Felsefesine Giriş adlı kitabını çeviren Ahmet Cevizci’nin çevirisinden aldım.
7) “Kar taneleri evreni geçerek belirsiz/donuk biçimde düştükçe, sanki son inişleriymişçesine tüm yaşayanların ve ölülerin üstüne düştükçe, onun ruhu yavaşça kayboldu.” (Murat Belge’nin çevirisini bulamadım, o yüzden kendim çevirmek cüretinde bulundum ki, belki de tarihin en kötü Joyce çevirisi oldu. Özür dilerim.)
8) Nurdan Gürbilek’e muhteşem derlemesi ve önsözü için teşekkürler. Son Bakışta Aşk Walter Benjamin, Metis Yayınları. (Yapı Kredi’den çıkan Pasajlar’ın çevirisi için Ahmet Cemal’e de sonsuz teşekkürler.)
9) Marx’ın Hayaletleri’nden (Jacques Derrida) alıntıdır. Derrida da Marx’ın üzerinden sıkça okuma yaptığı Shakespeare’den alıntılamıştır kullanımı. Çevirisi için Alp Tümertekin’e teşekkürler.
Temel Kaynakça:
Derrida, J.: Writing and Difference (Routledge, 2004)
Derrida, J.: A Derrida Reader: Between The Blinds (Colombia, 1991)
Derrida, J.: Marx’ın Hayaletleri, çev:Alp Tümertekin (Ayrıntı, 2001)
Derrida, J.: Points… Interviews, 1974-1994 (Stanford University Pres, 1995)
Toplumbilim sayı:10, Jacques Derrida Özel Sayısı (Bağlam, 1999)
Der. Direk, Z., Güremen, R.: Çağdaş Fransız Düşüncesi (Epos, 2004)
West, D.: Kıta Avrupası Felsefesine Giriş (Paradigma, 1998)