Güç Kimde Artık? Bilgisayar Oyunları ve Simülasyon

Tarih boyunca pek az insana, dünyanın kaderini belirleme gücü bahşedilmiştir. Şefler, komutanlar, savaşçılar, liderler…. Artık onlardan biri olabilirsin!
Empire Earth adlı bir strateji oyununun giriş demosundan

Büyük İskender, Yüksek Şatodaki Adam ve Civilization
Çocukluğumun en büyük kahramanı Büyük İskender’di. Adı üstünde büyük bir adam. Yaşı genç ama yaptıkları büyük. Güç ve iktidarın tarihteki sembolü. Bilinen dünyayı, tarih boyunca en kısa sürede ve en genç yaşta fethetmiş bir efsane. Yaşadığı dünyanın mutlak hakimi!…
O zamanlar İskender gibi olmanın hayallerini kurar, onunla kendimi özdeşleştirirdim. Bildiğim dünya bir hayli küçüktü ve onun hakimi olmayı dilerdim.
Aradan uzun yıllar geçti. Zihnimdeki düşünceler çetrefilli yollar katetti, önce iktidarın kaynağının, sonra olumsuz yanlarının, nihayet varlığının altını kurcalayıp sorgular oldu. Ama yine de bugün dönüp baktığımda hâlâ Büyük İskender’in bir çocukluk evresi kahramanı olarak çok da uygun düştüğüne inanıyorum. Çünkü aslında İskender de, hem bilinen dünyanın çok küçük olduğu hem de dünya hakkında bildiklerimizin çok az olduğu, tarihin çocukluk döneminin bir kahramanıydı. O çocukluk döneminden günümüze değin tarih anlayışı da uzun yıllar ve yollar katetti. İnsanlar önce imparatorların ve komutanların savaşlarını, sonra devletlerin ve diplomatlarının savaşlarını ve nihayet inşa edilmiş söylemlerin savaşlarını tarih diye okudu. Ve en sonunda, yarattığı onlarca İskenderiye şehrinde yetişen torunlarının torunlarının torunları, Büyük İskender’i beyazperde de yeniden yaratmayı, geçmişi bugüne taşımayı, tarihi şimdiyle aynılaştırmayı başardı. Kasım ayında Oliver Stone’un, Büyük İskender filminin gösterileceğini öğrenince, büyülü perdenin ardında onu göreceğim için gerçekten bir hayli heyecan duydum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse İskender’le tanışıklığım aslında çok daha eskiye dayanıyor…
Ağabeylerimin ve ablalarımın, anneleri ve babaları tarafından “Fatih 21 yaşında İstanbul’u almış, siz ne yapıyorsunuz? Eşek kadar adam oldunuz şu halinize bakın, pinekleyip duruyorsunuz” serzenişlerine maruz kaldığı dönemlerde, daha küçücük yaşımda, önümde ‘Dünyayı Değiştiren Bin Büyük Adam ve Bin Büyük Olay’ isimli kitaplar açık olduğu halde, kâh İskenderle Gordion düğümünü çözüp Asya’nın kapılarını araladım, kâh Cengiz Han’ın atlılarıyla Çin’i fethettim. Bırakın İstanbul’u, dünyanın tamamını onlarca kez verip verip aldım. Ne o inanmadınız mı? İster inanın ister inanmayın bu bir gerçek. Odamda, tek başıma, bilgisayarın karşısında, birbirini kovalayan dakikalar hatta saatler boyuca, dünyanın, dünyamın hakimi oldum.. Evet, bu yazıyı okuyan birçoklarının anımsayacağı ‘Civilization’ (Uygarlık) adlı şu meşhur bilgisayar oyunundan söz ediyorum. Kim hatırlamaz ki, 90’lı yılların başında, Türkiye’de bilgisayarın evlere yeni yeni girmeye başladığı dönemlerde, bugün yirmili yaşlarda olanların o zamanlar onlu yaşlarda olduğu ve büyük ihtimalle ilk kez bilgisayara ellerinin değdiği yıllarda, başından kalkamadığı dünya tarihi ve savaşları simülasyonunu. Civilization çıkar çıkmaz bir kült olmuştu. Üzerine çok yazıldı çizildi. Hatta benim yayımlanan ilk yazım da İstanbul Erkek Lisesi’nin okul dergisi Çığlık’taki bilgisayar köşesinde, herhalde o zaman yaşamımda en çok yer kaplayan şey olduğundan, Civilization oyununun kuralları ve özellikleri üzerine bir makaleydi.

Civilization, adından da anlaşılacağı gibi tüm bir insan uygarlığını ve onun tarihini simüle eden kapsayıcılığı, o zamana kadar görülmemiş sayıdaki üniteleri, şehirlere inşa edilebilecek binaların çeşitliliği ve en önemlisi gerçekten dünyayı fethetmenin tatminini yaşatmasıyla bizleri bilgisayarlarımızın başına bağladı. Böylece hepimiz tarih boyunca pek az insana nasip olan ve büyük ihtimalle bize nasip olmayacak bir güce, dünyanın kaderini belirleme gücüne sahip olduk. Bu o zamanlar yeterince fark edemediğimiz bir devrimdi. Artık kendi dünyalarımızın tanrısıydık ve ona ne istersek onu yapabilirdik. Bir apartman dairesinin karanlık bir odasında yaşayan ve o yaşımıza kadar şahsen tanıdığımız insan sayısı birkaç yüzü, gördüğümüz farklı şehirlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmeyecek olan bizlere, yüzlerce ülkesi ve milyarlarca insanı ile koskoca bir dünyayı yönetme imkanını bahşeden, bilgisayar teknolojisi ve bilgisayar oyunları olmuştu. Pek tabii oyunlar sınır tanımadı. Dünyayı bitirdikten sonra uzaya açıldık, önce Alfa Centauri’ye oradan galaksinin merkezine sonra da tüm evrene yayıldık. Yeni oyunlar, ‘Hayat, Evren ve Her Şey’i kontrol etmenin olanağını veriyor ve her şey ‘Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde hayatın anlamına dair sorunun cevabının “42” olması gibi, bir dizi sayı dizisi ve algoritmadan ibaret bir bilgisayar kodu tarafından biçimlendiriliyordu. Böylece gezegenler feth ettik, başka yaratıklara hükmettik, boyut değiştirdik, zamanda yolculuk yaptık ve akla hayale gelmeyecek işlere kalkıştık.
Civilization oyunu, bir süre sonra çıkan ikinci sürümünde bulunan, tarihi senaryolar yaratma modülü sayesinde, gerçek dünyayı taklit etmede o zamana dek görülmemiş derecede esnek potansiyeller sundu. Böylece bizler de tarihin olasılıkları üzerinde yüzyıllardır süregelen spekülasyonları bir bir dener olduk. İskender’i Hindistan seferinden alıkoymadık, Napolyon’u Waterloo’dan galip çıkardık, Soğuk Savaş’ı biraz ısıtıp nükleer silahları dünya çapında denedik, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokup neler olacağını gözlemledik. Tarih artık, gerçekleşmiş ve yazılmış bir metnin ötesine geçmiş, gerçekleşmemiş sonsuz sayıdaki olasılıklarıyla beraber önümüzde duruyordu. Artık sadece yaşayıp göreceğimiz bir geleceği değil bundan böyle tarihi de belirleyebilecektik. Evrenin tüm mekanlarının ve geçmiş ile geleceğin tüm zamanlarının kombinasyonları arasında, kelimenin tam anlamıyla, ‘oynamak’ bize kalmıştı. Bilgisayar programcıları sağolsun…
Yıllar sonra, bilimkurgu yazarı Philip K. Dick’in belki de en bilinen romanı ‘Yüksek Şatodaki Adam’ı okuduğumda, Civilization’da tarihi senaryoları oynadığım günleri anımsadım. Roman, İkinci Dünya Savaşı’nı Almanya ve Japonya’nın kazandığı bir dünyada geçiyordu. Amerika’nın yenilgisini hazırlayan dönüm noktası, başkan Theodore Roosevelt’in bir suikast sonucu öldürülmesiydi. Savaşın sonunda ABD, Doğu Amerika ve Batı Amerika olarak ikiye bölünmüş, doğusunu Almanlar, batısını Japonlar işgal etmişlerdi. Her iki süper güç arasında adı konmamış bir soğuk savaş sürmekteydi ve Almanlar yeni nükleer silahlarını denemek için Japonlar’ın zayıf anını kollamaktaydı. Tüm bu olaylar sürüp giderken ilginç bir kitap da halk arasında elden ele yayılıyor, popülerlik kazanıyordu. Özellikle Almanlar’ın hiç hoşuna gitmeyen bu kitabın konusu, İkinci Dünya Savaşı’nı güya Amerika’nın kazandığı bir dünyanın nasıl görüneceğiydi. Ve bu kitabı farklı beklentilerle birçok kişinin peşine düştüğü ‘yüksek şatodaki adam’ yazmıştı…

Güç Kimde Artık?
Geçmişe dair olasılıkların, bilgisayarlarla simüle edilişinden bildiğimiz, bize öğretilen geçmişin, edebiyat aracılığıyla tersine çevrilişine kadar tüm bu girişimlerin bizlere gösterdiği bir şey varsa o da bugün tarih dediğimiz ve gerçekliğinden şüphe etmediğimiz geçmişimizin aslında bir kurgudan ibaret olduğuydu. Civilization oyunu ile bunca haşır neşir olduktan ve Yüksek Şatodaki Adam’ı okuduktan sonra kafalarımızı kurcalayan soru ise bu kurgunun kontrolünün, diğer bir deyişle insanlığın kaderinin ve bu kaderi değiştirme gücünün esasta kimin elinde olduğu olmuştu. Gerçekten de Yüksek Şatodaki Adam diye biri var mıydı? Civilization yani uygarlık oyununu oynayan bizler aslında kimdik veya neydik? İkinci Dünya Savaşı’nı Almanya ve Japonya’nın kazandığına dair bir kitabı gerçekte kim veya ne yazmış – yazdırmıştı? Uygarlık oyununun kodunu kim veya ne yazmış-yazdırmıştı? Güç kimde veya neydeydi?
Bu soruları cevaplamaya çalışmaya adım adım daha somut birkaç küçük soru sorarak başlayabiliriz ancak. Bu sorulardan ilki, bugün içinde yaşadığımız toplumsal koşulların ve dünyanın bugünkü halinin Roosevelt misali bir devlet başkanının uğradığı suikast sonucu ölüp ölmemesine yani varlığına veya yokluğuna bağlı olup olmadığıdır. Biraz genellersek, sormamız gereken soru, tüm bir insanlık tarihinin, üstün yetenekli veya siyasi olarak yetkilendirilmiş kişilerin iki dudağı arasından çıkana mı bağlı olduğudur. Kısacası, gücün, iktidarın ve dünyayı değiştirme yetisinin sahipleri, Büyük İskender’den Sezar’a, Atilla’dan Cengiz Han’a, Fatih’ten Napolyon’a, Hitler’den Stalin’e uzanan bir dizi öne çıkan kahramanlaştırılmış-kişilik miydi? İlkokul ve ortaokul tarih kitaplarının bizlere yıllarca söylediğine göre bu böyleydi. Tarih anlayışının çocukluk döneminde böylesi bir tarih tasavvuru, aslında tam da çocuklara uygun, masal ve efsane türünden bir tarih anlatısını dillendiriyordu. Eğer tarihin çocukluk dönemlerini, tarihin erken dönemleri olarak kabul edersek, belki de kabileler ve imparatorluklar devirlerinde gerçekten işler böyle yürümekteydi, güç hakikaten esasta bir şefte veya bir imparatordaydı. Ama, ilişkilerin sarpasardığı, dünyanın yüzeyinin iki yüz kadar modern devletçe paylaşıldığı ve her bir devletin yüzlerce kişilik meclislerce idare edildiği çağlara geldiğimizde böylesi bir açıklamanın hiç de tatmin edici olmadığı aşikardır. Artık iktidarın kişiden kişiye el değiştirmesinin gerçek anlamda bir değişiklik olmadığı kolaylıkla gözlemlenebilir. Milattan önce 320’li yıllarda bir Persli tarafından haykırılmış olması muhtemel ‘Gelme Büyük İskender’ sloganına yansıyan tüyler ürpertici çaresizliğin yanında, ‘Gelme Bush’ sloganının boşunalığı ve anlamsızlığıyla ne kadar da sönük kaldığı, bu durumun belki de en güncel ve çarpıcı örneği olsa gerek. (İskender’in ve Bush’un bu sloganlar karşında ‘peki gelmeyeyim o zaman’ cevabı vermeleri durumunda hangisinin cevabının dünyanın gidişatını daha çok değiştireceğini varın siz karşılaştırın)
Böylece insanlığın kaderinin kimin veya neyin elinde olduğu sorusuna aradığımız cevapta bir sonraki aşamaya ve bir sonraki soruya geçebiliriz. İmparatorlukların yerlerini yavaş yavaş ulus-devletlere bıraktığı aydınlanmanın ilk öncülleri rönesans ve reformun baş gösterdiği dönemlerde, Machiavelli ile beraber tarihin ilk ‘modern’ siyaset filozofu olarak kabul edilen Hobbes’tan itibaren tarih ve siyaset anlayışı da radikal bir biçimde değişti. Tarih anlayışının bu ilk gençlik dönemindeki hakim tasavvura göre ise güç halktaydı ve halk devletle yaptığı rasyonel bir ‘toplumsal sözleşme’ sonucunda, güvenliği ve adaleti sağlaması kaydıyla egemenliği devletlere vermişti. Böylece geldiğimiz sorgulamamızdaki ikinci aşamada bu sefer sormamız gereken soru, tüm bir insanlık tarihinin soyut anlamda devletler, somut anlamda da o devletlerin bürokratlarının ve diplomatlarının iki dudağı arasından çıkana mı bağlı olduğu olacaktır. Kısacası, gücün, iktidarın ve dünyayı değiştirme yetkisinin sahipleri, tek tek kişilerden öte, Almanya, İngiltere, Fransa, Amerika, Rusya, Çin olarak adlandırılan ve belirlenmiş sınırlarla çevrili toprak parçaları üzerinde yaşayan insanların ortak çıkarını temsil ettikleri varsayılan devletler miydi? Liselerde okutulan ders kitaplarının bazılarına, üniversitelerde okutulan siyaset ve diplomasi tarihi kitaplarının büyük bölümüne, konsoloslar ve büyükelçilerin hemen hepsine ve günlük gazetelerde köşe yazarlığı, muhtelif televizyon kanallarında da uluslararası ilişkiler yorumu yapan pek tanınmış ve önemli Ortadoğu, Çin veya Latin Amerika uzmanlarının tamamına göre bu böyleydi. “Amerika şunu şunu yaparsa Fransa bunu bunu yapacaktı ve aslında tabii Çin de çıkarları uyarınca elbette boş durmayacaktı…”
Elbette devletler arası böylesi çatışmalar kişisel hayatlarımız üzerine birçok somut etki yaratmıştır ve ileride de yaratabilir. Hiç şüphesiz okuduğum bölümde (siyasal bilgiler) aynı sıraları paylaştığım bir sınıf arkadaşımın ileride bir gün sahip olduğu bürokratik yetkilere dayanarak yapacağı bir saçmalık dolayısıyla ilan edilen seferberlikte askere alınıp hiç yoktan kolumu bacağımı kaybetmenin paranoyası beni hiçbir zaman yalnız bırakmayacak… Ne var ki, Nietzsche’nin “die Grosse Politik” yani ‘Büyük Politika’ olarak tanımlayacağı, iktidarı toplumdan bağımsız bir devlet erkine indirgeyip tüm bir insanlık tarihini devletler arası ilişkiler olarak gören böylesi bir bakış açısı da o devleti, söylemleri ve kimlikleri yaratan tüm toplumsal yapıları, karmaşık ilişkileri ve çatışmaları görmezden geldiği için bugün artık yetersiz kalmaktır. Böylece insanlığın kaderinin kimin veya neyin elinde olduğu sorusuna aradığımız cevapta sondan bir önceki aşamaya geçebiliriz. Modernleşmenin tüm gelenek ve alışkanlıkları hızla ve şiddetle yıkıma uğrattığı, insan iradesinin artık, yeni yeni oluşan büyük şehirlerdeki yasal ve toplumsal düzenlemeler, kurumlar, ilişkiler ve kavramlarca belirlenir olduğu 19.yy’ın ortalarında, tarihi, ekonomik sınıfların, üretim araçlarını elinde bulunduranlar ile bulundurmayanların savaşı olarak olarak yorumlayan Marx, ilk defa gücü ve iktidarı, tek tek insanlara veya tek tek insanların sözde ‘kendi özgür iradeleri ile yaptıkları toplumsal sözleşmeler’ ile kurdukları devletlere değil, insan dışında bir nesneye, bir toplumsal yapıya atfeden düşünürdü. Nietzsche’den ve yapılsalcılıktan bir hayli etkilenen Foucault’nun iyice geliştirdiği ve 20.yy’ın ikinci yarısında geçerli olmaya başlayan bu anlayışa göre tarih, dil aracılığıyla inşa edilen söylemler arasındaki ilişkilerin, çatışmaların ve savaşların tarihiydi. Bu durumda tek tek insanların veya devletlerin iradesi, söylemlerin kapsayıcılığı karşısında etkisizleşiyordu. Ne var ki, tüm bu söylemler mücadelesinde hakim söylemi yerinden edip yerine yenisini geçirecek, normal ve anormal, akıllı ve deli, kadın ve erkek, zengin ve yoksul, yaşlı ve genç ve benzeri hiyerarşik ayrımları yapıbozumuna uğratacak olan da insanlardı. Böylece gücün ve iktidarın esasta kimin ve neyin elinde olduğuna dair sorgulamamızda geldiğimiz bu sondan bir önceki noktada sormamız gereken soru, söylemlerin gücü ve iktidarı karşısında, hala insan iradesinin ve dolayısıyla söylemler arasında bir mücadelenin mümkün olup olmadığı olacaktır. Bazı son dönem üniversite kitaplarına ve radikal ve muhalif yayınlara göre bu mümkündür. Ne var ki, yaşadığımız çağın karmaşık ilişkiler ağının her yeri saran standartlaştırıcı, tektipleştirici kodu bunun aksini göstermektedir.

The Sims
Yaşadığımız çağda gücün kimde olduğuna dair yaptığımız bu tartışmanın nihayetinde söylemek istediğim elbette tek tek şahısların, devletlerin veya söylemlerin, kaderimizi belirlemekte tamamen etkisiz olduğu değildir. Ne var ki, hükümet ve meclisin, ‘yapılması gerekeni onaylayan’ birer formaliteye indirgendiği (ki bunun belki de en güncel ve çarpıcı örneği ‘zina’yı yasal olarak cezalandırmak konusunda bir irade gösterme çabasına giren hükümetin nasıl da küresel kod tarafından etkisizleştirildiği olsa gerek) hemen herkesin, kendisine “amacın şu” diye dayatılanı sorgusuz sualsiz kabul ettiği ve kimsenin halihazırdaki düzeni yeniden üretirken dünyanın nereye gittiğini sorgulamadığı, tüm siyasi ve ekonomik tartışmaların aynı laf salatasının papağanlar gibi tekrarlamasından ibaret hale geldiği bir dünyada, gücü, iktidarda gözüken kişilere, devletlere ve söylemlere atfetmek yetersiz kalmaktadır.
Civilization oyununda, Büyük İskender’in filminde ve Yüksek Şatodaki Adam romanında ortak olan bir şey varsa o da hem bu oyunun hem bu filmin hem de bu kitabın, insan iradesinin ötesine geçmiş adeta teknoloji ve matematik tarafından belirlenen bir nesne tarafından yazdırılmış, yaptırılmış olmasıdır. Bugün Civilization benzeri, kuralları belirlenmiş ve o kuralların dışına çıkmanın oyundan çıkmakla yani ölmekle eşdeğer olduğu bir dünyada yaşadığımızı söylemek çok da abartılı olmaz sanırım. Hiç şüphesiz, Yüksek Şatodaki Adam, romanın sonunda, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar’ın kaybettiğini kendisine yazdıranın iradesi dışında bir güç olduğunu söylerken ve nihayet Philip K. Dick de tüm bir romanının kendisine bir kod tarafından dikte ettirdildiğini anlatırken aynı şeyi kast ediyordu. Her biri yaşadığımız çağın sanatsal dışavurumları olan bu eserler, içinde bulunduğumuz koşulların artık topyekün irademiz ve denetimimizden çıkmış olduğunun ve mutlak bir belirlenmişlik içinde yaşadığımızın sembolleriydiler.
Öyleyse hepimiz tıpkı Civilization oynarken, programın bilgisayar kodunun dışına çıkadığımız gibi, içinde yaşadığımız ve ‘gerçek’ olarak varsaydığımız Uygarlığın kodunun da dışına çıkamıyoruz.
İşta tam bu noktada bilgisayar oyunları ile gerçeklik arasındaki sınır muğlaklaşıyor. Belki de hepimiz David Crononberg’in Existenz(*) filmindeki gibi bir dünyada yaşıyoruz artık. Bir oyundan başka bir oyuna geçerken gerçek dünyanın nerede başlayıp nerede bittiğini unutuyoruz. Nokia Engage cep telefonlarındaki ‘The Sims’ oyunu bunun son çarpıcı örneği olsa gerek. Orada tam anlamıyla, tüm alışkanlıkları, hedefleri ve arzularıyla bir insanı simüle ediyoruz. Evimizi kuruyor, işimize gidiyor, uyuyor, yemek yiyor, eğleniyoruz. Telefonlarından başını kaldırmadan The Sims oynamaya dalanların, “bugün açtığım resim sergisine o kadar çok ziyaretçi geldi ki inanamazsın” gibisinden bir cümlesine tanık olabilir ve ister istemez “abi sen resim de mi yapıyordun?” gibi bir soru sorabilirsiniz. Aslında, burada dile getirdiğiniz soru tam anlamıyla manâsız değildir. Zira The Sims oynayan kişi, yaptığı işten, neredeyse bir resim sergisi açmış ve açtığı sergi dolayısıyla takdir edilmiş herhangi bir sanatçının aldığı haz kadar haz almış olabilir ve dolayısıyla sorunuza hiç şaşırmaksınızın, ne kadar zamandır resim yaptığı ve bundan zevk aldığını söyleyerek cevap verebilir. Bir süre sonra zaten hangisinin gerçek sanatçı hangisinin sanal sanatçı olduğunun ayrımına varmak olanaksızlaşır. Aslında artık bu ayrım önemli bile değildir. Çünkü, ölene değin hiçbir zaman çıkılamayacak Uygarlık oyununun konsoluna bağlı kalındığı sürece, adı gerçeklik veya simülasyon olsun, bir oyun oynamayı sürdürmek gerekmektedir ve bu oyunun içi veya dışı yoktur. Öyleyse belki de düzen tarafından kodlanmış ‘Sims’ler olarak yapmamız gereken bunların arasındaki en iyi arabirimli oyunu tercih etmek olmalıdır. Aslında itiraf etmek gerekirse ben de, bu yazıyı sonlandırır sonlandırmaz Starcraft oynamanın haylini kuruyorum…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s