Matrix serisinin son filmini seyrederken, sinema tarihinin efsanelerinden birinin sonuna tanıklık ettiğimi hissetmeden edemedim. Gerçekten de Matrix’in, sinema alanında, son filmin adında da vurgulandığı gibi, bir dizi devrim gerçekleştirdiğini iddia etmek abartılı olmaz sanırım. Bu durum, filmler beğenilsin ya da beğenilmesin, nesnel bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Şimdi dilerseniz, Matrix’in devrimlerine birer birer göz atalım ve ardından da bu değerlendirmeler ışığında üçüncü ve son filme değinelim.
Üç dizilik bir seri olarak Matrix, devrimlerden birincisini, ilk defa bir filmin, siyasi, dini, ahlaki ve felsefi tartışmaların bu denli merkezine oturmasıyla, bir sinema etkinliği olmanın ötesine geçerek bir sosyal olgu haline dönüşmesiyle gerçekleştiriyordu. Varoluş sorununa, gerçeklik ve anlama dair sorgulamaların, hem de felsefenin ve tarihin sonunun ilan edildiği içinde yaşadığımız böylesi bir çağda, popüler kültürün bir parçası haline gelmesi elbette bir devrimdi. Matrix, ikinci devrimini sinema izleyicisini koltuklarına oturan edilgen konumlarından alıp kendi senaryolarını kendileri oluşturan aktif birer düşünce ve düş üreticisine dönüştürerek yaptı. Esnek ve yer yer boşluklu yapısı ve dahiyane kurgusuyla Matrix neredeyse onu izleyen seyirci sayısı kadar Matrix senaryosu üretilmesine imkan sağlıyordu. Matrix’in üçüncü devrimi ise elbette içeriği ile ilgili. Görsel ve işitsel efektlerin ve animasyon tekniklerinin tartışmasız doruk noktasında duran bir film olan Matrix, içeriği ile de bugüne kadar bildiğimiz ve sinemada izlemeye aşina olduğumuz dramatik kurguyu yerle bir ediyordu. Film, bildik iyi taraf – kötü taraf ayrımını; adalet, aşk, özgürlük, gerçekliğe dair var olan tüm klişeleri tam da her türlü anlamın ve inancın içinin boşaltıldığı bir çağa denk düşecek şekilde adeta tersine çeviriyordu. Aslında Matrix’in mesajı çarpıcı bir şekilde tam olarak kendi kendisiydi: İnsana dair her şeyin hesap edilebilir sayılara, istatistiki verilere indirgendiği, siyasetin, ekonominin ve toplumbilimin artık matematikle yapıldığı bu totaliter ve belirlenmiş dünyadan çıkış yoktu. Sinema izleyicileri de Matrix filmine giderek bu düzeni yeniden üreten pillerden başka bir şey değillerdi.
Tam da bu noktada, Warner Bros’un Matrix Revolutions’ın tanıtımı için New York’un merkezi Times Square’de borsa, döviz, işsizlik ve enflasyon rakamlarının yansıdığı dev panoları bir günlüğüne kiralayarak panolardan Matrix’in yeşil kodunu akıtması son derece ironik ve çarpıcıydı. Eh borsa endeksi ve Matrix’in kodu arasında çok da bir fark yok ne de olsa.
İşte böyle bir tanıtım kampanyasıyla başlayan Matrix Revolutions, Wachowski kardeşlerin gayet zekice yaklaşımları sayesinde, önceki iki filmi izleyen hemen herkesi tatmin edecek bir yapım olarak karşımıza çıktı. Revolutions ilginç bir şekilde, hem ikinci filmden binlerce soru işaretiyle ayrılan ve anlayamamış olmaktan ileri gelen bir hiddetle paralarına yazık ettiklerini düşünen geniş bir kesim için bir dizi naif açıklama getirerek, bu izleyicilerin beğenisini toplama becerisini gösterdi, hem de ironik altyapısıyla ilk filmin ortaya koyduğu gerçeklik, anlam ve özgürlüğün olanaklılığına dair şüphenin arkasında durarak bu şüpheyi paylaşanlara kendini beğendirmeyi başardı. Aslında Revolutions’ı kabaca, yüzeysel ve derinlikli olmak üzere iki katmanlı bir film olarak tanımlamak mümkün. Yüzeysel olarak baktığımızda, Revolutions Hollywood klişeleriyle bezenmiş bir aşk, kahramanlık ve dünyayı kurtaran adam filmi olarak nitelenebilir. Birçokları için bu haliyle Revolutions yeterince tatmin de edicidir. Makineler ve insanlar arasındaki savaş, kurtarıcının –Neo- kendisini, sistemi tehdit eden Smith’i yok etmek için feda etmesi sayesinde sona ermiş, böylece Matrix’te devrim gerçekleşmiş ve makinelerin onayıyla (artık bir simülasyon olmadığı kesinleşen) Zion da yok edilmekten kurtulmuştur. Neo’nun İsa-Mesih gibi kutsanması, filmin sonunda güneşin doğması gibi bir dizi klişeyle pekiştirilen bu yüzeysel görüntünün altında ise onu oyan, adeta bu durumla dalga geçen bir altyapı gizliydi. Bir kere makinelerle savaşan insanlar yine makineleri, hem de had safhada, kullanmaktan kurtulamıyorlardı. Bana özellikle, Starshiptroopers filmindeki ironiyi çağrıştıran, Zion’un yarı-makine piyadeleri ve Matrix’in sentinelleri arasındaki çarpışma, tam bir metal tufanını andırıyordu. Bu noktada Zion’un simülasyon olup olmadığı zaten önemini yitiriyordu, zira makineler olmadan yaşayamayacak olan Zion’luların temelde Matrix’teki kardeşlerinden çok da bir farkı bulunmuyordu. Bir diğer çarpıcı ironi, sinema tarihinin belki de bugüne kadarki en etkileyici dövüş sahnesi olan Neo ve Smith arasındaki kavganın ardından Smith ile Neo arasında geçen diyalogda karşımıza çıkıyordu. Smith’in Neo’ya söylediği “Tüm bu uğraşının, bu direnişinin, varolmaya devam etme arzundan öte nedeni ne? Özgürlük mü, gerçeklik mi? Belki de insanların sevgisini kazanmak için barıştır ha? Tüm bunlar insanların varoluşlarını meşru kılmak için uydurdukları yapay değerler, hepsi tıpkı Matrix’in yapaylığı kadar yapay” cümlesine karşılık Neo’nun verebildiği tek cevap “benimki sadece bir seçim ve sen her zaman haklıydın” şeklinde oluyordu. Gerçekten de elle tutulur hiçbir ahlaki zeminin kalmadığı, insanların sistemi yeniden üretmek dışında bir işlevi olmadığı bir dünyada çaresiz olan Neo’nun kurtardığı veya daha doğrusu kurtarabileceği hiçbir şey bulunmuyordu. Her şey o kadar iç içe geçmişti ki, Matrix’i kapatmak, insanlığın ve ister yapay ister hakiki olsun bildiğimiz her türlü zekanın sonu demekti. Zion’luların bir zafer havasından çok şaşkınlıkla karşıladıkları “barış” ise sadece sistemin lütfettiği geçici bir ateşkesten ibaretti. Neo, aslında film boyunca çoktan ortadan kalkmış olan anlamı, değerleri ve karşıtlığı yeniden yaratma arayışında olan yegâne karakter Smith’i yok ederek Matrix’in ve düzenin devamlılığına hizmet etmiş oluyordu. Hemen her şeyi makinelerin, mimar ve kahinin düzenlediği, mimar’ın filmin sonunda vurguladığı gibi barışın sadece “aynı oyunun başka türlü oynanmasına” indirgendiği, hemen her şeyin yine Matrix’e ve kararlarına bağlı olduğu bir dünyada, gerek kurtarıcı(!) Neo’nun gerekse Zion insanlarının bir iradeleri olduğundan söz etmek mümkün değil. Kısacası Matrix Revolutions’ın mesajı, Matrix’te gerçekleşen devriminin bir yanılsamadan ibaret olduğu, hiçbir çıkışın olmadığı böylesi bir dünyada bir devrimin gerçekleşmesinin olanaksız olduğuydu. Bu noktada, Matrix’in mesajının kendi kendisi olduğunu tekrar hatırlamakta fayda var. Zira sinemasal ve içeriksel açıdan devrimsel öğeler barındıran ve bizlere açık açık “siz sadece sistemi devam ettirmeye yarayan enerji pillerisiniz” diyen Matrix’in bu devrimleri, sinema salonundan çıktıktan sonra gerçekten birer pil olarak devam ettirdiğimiz gündelik yaşamlarımız karşısında en ufak bir değişim öngörmüyordu.
Hollywood, Matrix ile birlikte, belki de tarihindeki en acınası dünyayı kurtaran adamı, en aciz barışı, en ezik zaferi ve en melankolik mutlu sonu bizlere izlettirmiş oldu. Sanırım Wachowskiler’in devrimlerinden Hollywood’un payına düşen de buydu.
Evet, bir efsane, artık hemen herkesin nihilist olduğu ve hayatın anlamsızlığına rağmen yaşamaya devam ettiği bir çağda, nihilizmi en uç noktaya taşıyan bir sonla kapanmış oluyordu. Ha Matrix’i hala gülünç bir mitolojik fantezi, bir istismar sineması örneği, Neo’yu da bu çağ için artık gülünç kalmış bir kahraman olarak niteleyenlere gelince, gülünçlük ve ironi arasındaki ince ayrımın kavrayışından yoksun kalarak gülünç duruma düşen bu zihinler varsın nafile, dünyayı tüm bu istismardan kurtarmaya devam etsinler…