“Gençlik üzerine konuşmak”
Bu yazı ne gençliğin sesi olmak ne de gençlik hakkında ahkam kesmek iddiasındadır. Bu yazının yegâne maksadı, gençlik olarak sınıflandırılan topluluklara atfedilen birtakım genellemeleri ve önyargıları hükümsüz kılacak istisnaları gözler önüne sermektir. Modern tarihin inşa ettiği ikili karşıtlıklara dayalı türlü diğer kategorizasyonlar üzerine söz söylemekte olduğu gibi gençlik adına ve gençlik üzerine konuşmaya, yazmaya, çizmeye başlamak da her daim problemli olmuştur. Zira böylesi bir girişim ister istemez homojen bir gençlik durumunu ve bu homojen durumu tasvir edecek genel geçer nitelemeleri, eğilimleri ve olguları varsayar. Oysa aslında herkes ancak kendi tecrübelerinden yola çıkarak, kendi adına konuşabilir. Bu kaygılar ile kaleme alınan, gençlik üzerine konuşmayı mesele edinen ve bu kaygıları dillendirmekten dolayı henüz konuya bile giremeyen bu yazı, yazarının da bir parçası olduğu üniversiteli öğrenci gençliğinin tecrübelerini yansıtmakla kendisini sınırlandırarak bir nebze olsun kendi varoluşunu meşru kılmaya çalışacaktır. Öte yandan yerelden, minör bir alandan bakıp oraya dair söz söyleyen bu mütevazı girişim, aslında yerelin istisnai koşullarını gözler önüne sererek bir yandan da genele dair söylemi kırmak, başkaları adına konuşanın önyargılarını boşa çıkarmak gibi iddialı bir niyeti de içinde barındırmaktadır.
Elbette bu yazının okurları, gençlik denen topluluğun biyolojik ve ruhsal ayrıt edici özelliklerinin ötesinde aslında bir kurgu, inşa edilmiş bir kategori olduğunun farkındadır. Ne var ki, gençlik her ne kadar söylemsel bir inşa olsa da, bu kategorizasyon vesilesiyle kendilerine gençlik atfı yapılanlar, toplum içinde ayrımcılığa maruz kalmakta, ulusalcı söylemin yani ordunun ve eğitimin neferleri, kapitalizmin de en aktif tüketicileri olarak tabi kılınmaktadır. Gençlik üzerine konuşmak ilk bakışta bu ayrımcı, tabi kılıcı söylemi yeniden üretmek anlamına geldiğinden rahatsız edici gelebilir. Ama bir yandan da sadece genç oldukları gerekçesi ile fiili olarak bu ayrımcı, tabi kılıcı muamelelere maruz kalan, zorunlu eğitimin, zorunlu askerliğin ve zorlanan tüketimin özneleri olarak inşa edilen hakiki bir topluluk ve bu topluluğun güncel sorunları, kaygıları ve arayışları da vardır. Yani dile getirmekten kendimizi alıkoyamadığımız tüm bu kaygılara karşın gençlik üzerine konuşmak yine de gereklidir.
“Farkındayım, farkındasın, farkında”
Gençliğe dair yapıla gelen en yaygın atıflardan biri gençlerin bilgi ve tecrübelerinin yetersiz ve eksik olduğu, çevrelerinde olan biten karşısında bilinçsiz olduklarıdır. Dolayısıyla gençler henüz kendileri ve dünya hakkında ‘sağlıklı’ ve ‘tutarlı’ bir değerlendirme yapamayacaklar, ‘doğru’ kararlar alamayacaklar, ‘yanlış’ ve ‘zararlı’ olana meyledeceklerdir. Uzun lafın kısası gençler, kendi hayatlarını idame ettirmek için yaşlılara, yaşlıların, yani bilgi ve iktidarın sahiplerinin, bilinçlendirmesine muhtaçtır. Tüm bir eğitim felsefesi, reşitlik müessesi ve hakların yaş gruplarına göre yaşlıdan gence kısıtlanması, insanları biyolojik yaşlarına göre sınıflandıran ve gençleri yaşlılara tabi kılan aydınlanmanın bu gerontokratik mantığının ürünleridir. Ama bu yazıda değinilecek olan gençlerle yaşlılar arasındaki bilinçlilik farkına yapılan atıftan ziyade gençliğin farklı kuşakları arasındaki bilinçlilik farkına yapılan atıf olacak. Zira bir yandan toplumun yaşlı ve sözde olgun bireyleri karşısında bilinçsiz ve bihaber olarak kodlanan gençler kendi aralarında da kuşaktan kuşağa gitgide daha da bilinçsizleşen, gitgide daha da ‘dünya gerçeklerinden’ uzaklaşan, duyarsızlaşan ve yozlaşan bir kitle olarak tanımlanmakta. Türkiye’de de özellikle 60 ve 70’lerin gençliği ile 80 sonrasının gençliği arasında gündelik sohbetlerde yapıla gelen karşılaştırmalar hep bu atıflarla bezelidir. Gençlik nedense kuşaktan kuşağa hep yozlaşmakta, hep bozulmaktadır. Ah nerededir o eski, o devrimci, o kabına sığmayan, yaratıcı, üretken gençlik? Nerededir tüm bir dünyayı dönüştürme hayalleri? 60’ların ve 70’lerin 1 Mayıslarında meydanları dolduran yüz binlerce genç nereye kaybolmuştur? Sızlanmaları, sitemleri, yakınmaları içinde barındıran bu bir dizi soruyu 80 sonrasının gençliğinin tasviri takip eder genellikle: Marka düşkünü, cep telefonunu elinden düşürmeyen, bilgisayar oyunlarının ve frp kültürünün içine hapsolmuş, gerçeklerden uzaklaşmış, internette chat yapmaktan, televizyonda dizi izlemekten başka bir işi olmayan, gazete, kitap okumayan, haberleri seyretmeyen bir gençliktir bu tasvirlerden yansıyan. Tüm bu klişeler sadece gündelik konuşmalarla sınırlı kalmaz, gençlik üzerine yapılan birçok araştırmanın konusu olur, gençliğin neden böylesi duyarsız ve bilinçsiz, hiçbir şeyi sorgulamadan ne söylense inanan, önüne ne konsa tüketen boş bir kitleye dönüştüğü sorgulanır. Pek tabii böylesi şartlanmış araştırmaların sonuçları, daha en başta sordukları soruların içinde çoktan belirlenmiştir.
80 sonrası gençliğine yönelik tüm bu olumsuz atıflar yapılırken dolaylı olarak 80 öncesi gençlik de idealleştirilmektedir. Oysa 80 öncesinin gençleri modayı hiç mi takip etmemiştir? Arkadaşlarıyla hiç mi telefonda konuşmamıştır? Hiç mi kağıt oynamamış, oturup havadan sudan muhabbet etmemiştir? Tüm bu fiillerin, eğlencenin, iletişimin, haber almanın, şimdi teknolojinin elverdiği daha başka, daha yeni araçlar kanalıyla gerçekleşiyor olması mıdır yozlaşma ve duyarsızlık?
Elbette hayır. İnsanlar tarihin her anında birleriyle iletişim içinde bulunmuşlar, bu ihtiyacı duymuşlardır. Bugün olan ise sadece iletişimin gelişen teknoloji aracılığı ile biçim değiştirmesidir. Aslında bu durumu sadece basit bir biçim değiştirme olarak adlandırmak da yeterli değil. Teknolojinin verdiği imkanlarla bugün dünyada olan bitenden bugüne kadar hiç olmadığı kadar çok haberdar olmak, belki hiçbir zaman karşılaşamayacağımız insanlarla ve topluluklarla iletişime geçmek artık mümkün. Belki de bu sayede, bu teknolojileri ve imkanları daha yakından takip eden 80 sonrasının gençliği, en azından yeni teknolojilere ve uluslararası ulaşım olanaklarına nispeten daha yakın olan belli bir kesimi (örneğin üniversite öğrencileri), varsayılanın aksine 60 ve 70’lerin gençliğine nazaran dünyada olan bitenin çok daha farkında, çok daha bilinçli bir kuşak. 80 sonrasında özel televizyon kanallarının yaygınlaşması ile haberleri farklı kaynaklardan, farklı bakış açılarından almaya ve birbirleriyle karşılaştırmaya başlayan, cep telefonları ile yeni ve başka olanla etkileşim olanaklarını artıran, internet sayesinde hem yoğun bir bilgi alışverişine dahil olan, hem dünyanın dört bir yanından farklı kültür ve görüşlerden insanlarla iletişime geçen hem de forumlardan sanal sözlüklere kendilerini ifade etmek için yeni kanallar açan bir gençliktir bu. Dünyanın bir ucundaki fikir adamının görüşlerinden, envayi çeşit müzik, sinema, edebiyat ve sanat ürününe, siyasi iktidarların yolsuzluklarından ve yalanlarından, düzenin eşitsiz ve adaletsizliğine, dünyanın dört bir yanında süregiden yoksulluktan, açlıktan, çevre felaketlerinden, Guantanamo’da ve Ebu Garip’te olan bitene kadar bir dolu bilgiye en azından gençliğin bir kesimi, örneğin benim bahsettiğim üniversiteli öğrenci kesimi, yeni teknolojilerin ve iletişim olanaklarının elverdiği ölçüde ulaşabilir durumdadır ve tüm bunlardan geçmişte olmadığı kadar çok haberdardır.
Elbette burada amacım özel televizyonları, cep telefonlarını, interneti ve türlü yeni teknolojileri idealleştirmek değil. Pek tabii bu yeni teknolojiler tüketim kültürünün fetişleştirdiği objeler. Dolayısıyla esasta sermaye döngüsünü hızlandırmaya, bilgi/iktidar rejimlerini kurmaya ve devam ettirmeye hizmet ediyorlar. Cep telefonları sadece bir iletişim aracı olarak değil çoğunlukla bir aksesuar ve imaj göstergesi olarak tüketiliyor. Internet bir yandan bilginin ücretsiz ve sınırsız dolaşımına imkan sağlarken bir yandan da çok daha yoğun bir şekilde küresel şirketlerin dünya üzerindeki kontrol ve hegemonyalarını tesis etmesine, sermayenin reklam, pazarlama ve satış olanaklarını sanal alana taşıyıp yaygınlaşmasına yarıyor. Öte yandan Virilio veya Baudrillard gibi düşünürlere göre, hepsini okuyamayacağımız kadar çok kitap, hepsini izleyemeyeceğimiz kadar çok film, hepsini dinleyemeyeceğimiz kadar çok müzik, hepsinden haberdar olamayacağımız kadar çok haber üreten enformasyon bombardımanı, bizleri dünyada olan bitene karşı çaresiz kılıyor, dolayısıyla duyarsızlaştırıyor ve olaylara karşı bir mesafe ve tavır almamızı güçleştiriyor. Yahut Peter Sloterdijk’e göre olan bitenden bu denli haberdar olmak bizi yine de aydınlanmış bir yanlış bilinçliliğe, sinikliğe ve düzene boyun eğmeye götürebiliyor. Ne var ki, bu eleştirilerin hepsi bir yere kadar geçerli ve doğru olsalar da yeni teknolojilerin içinde barındırdığı olumlu potansiyeli bir çırpıda göz ardı ederek fazlasıyla karamsar bir çerçeve çizmekteler. Bu yazıda ise ben sadece, gençlerin git gide daha yoğun etkileşime girdikleri yeni teknoloji ve imkanların bugün bir istisna teşkil eden potansiyeline vurgu yapmaya çalıştım. Zira tüm olumsuz etkilerine karşın televizyon, sinema, mobil iletişim, internet ve hava ulaşımı alanlarında yaşanan gelişmeler, içinde belli bir olumlu potansiyeli taşımakta, insanları bugüne kadar kendilerinden farklı addettikleri ve bundan yirmi-otuz yıl öncesinde asla doğrudan irtibat kuramayacakları ‘ötekiler’ ile iletişime geçme ve bu iletişimin kaçınılmazlığı ve yoğunluğu dolayısıyla ‘fark’ ile, ‘öteki’ ile bir arada yaşamanın yollarını geliştirmenin kapısını aralamaktadır. Böylece etnik kökene, dine veya ideolojilere dair mutlak kimlikler ve değerler yontulurken, yerlerini yavaş yavaş daha geçişken, sınırları daha muğlak ve kaçınılmaz bir şekilde daha toleranslı olan bir kültüre bırakmaktalar.
Tüm bu yeni imkanlara çok daha yakın olduğu için bu değişim ve etkileşimden en çok nasiplenen gençliğin belli bir kesiminin bugün artık belki de en çok farkında olduğu şey üzerinde yaşadığımız dünyanın sayılamayacak denli çok farklılıklardan, farklı görüş, kişi ve topluluklardan oluştuğu ve bu dünya üzerinde yaşamın devamı isteniyorsa bir şekilde bu farklılıklarla bir arada yaşamanın yollarının bulunması gerektiğidir. Sadece solcular, muhalifler veya liberal elitler değil, ırkçı, milliyetçi, muhafazakar görüşte olan gençlerin bir bölümü de beğenseler de beğenmeseler de bu koşulların farkındadır artık. Sanırım sadece bu farkındalık durumu bile 80 öncesi kuşak ile bugünkü gençliğin arasında bilinçlilik ve farkındalık konusunda bir yozlaşmayı dile getirenlerin görüşlerini boşa çıkarmaya yeter. Zira artık birbirlerini görmeden, tanımadan ahkam kesmenin, kolaycı bir streotipleştirmenin yerini farklı olanla kaçınılmaz bir doğrudan temas almıştır. Uluslararası göçün ve insanların yer değiştirmesinin bu denli kolaylaşıp yaygınlaşması sonucunda artık bu temas sadece fikirsel değil, tensel, fiziksel doğrudan bir temas, adeta bir çarpışma haline gelmiştir. Bugüne kadar aynı platformda bir arada düşünülmekte güçlük çekilen siyahlar beyazlarla, eşcinseller heteroseksüellerle, İslamcılar solcularla, Kürtler Türklerle, Avrupalılar Müslümanlarla toplumsal hayatın hemen her alanında bugüne kadar hiç olmadığı kadar yakın bir temas içindeler. Bu teması en yoğun yaşayan ve farklı ülkelerden, görüşlerden ve kimliklerden insanlarla aralarındaki sınırı en çok zorlayanlar da seyahat imkanları, küresel dolaşım ve yeni teknolojilerden en çok nasiplenen gençliğin örneğin git gide yaygınlaşan öğrenci değişim programlarından yararlanan veya internet forumlarını ve etkileşimli haber gruplarını takip eden kesimi olsa gerek.
Şüphesiz farklılıklarla karşı karşıya gelmek ve bununla başa çıkmak kolay değil. Aksine bu çok sancılı bir süreç. En son Paris’in varoşlarında yaşanan göçmen ayaklanması veya Şemdinli’de yaşanan olaylar bu sürecin ne kadar güçlükle işlediğinin, ırkçılığın, muhafazakarlığın nasıl bir reaksiyon ama aslında bir sığınak olarak hemen ve kolaylıkla ortaya çıkabildiğinin örnekleri. Öte yandan, başka bir açıdan bakıldığında ise gerek Paris’te, gerekse Şemdinli’de olan bitenden herkes eskiden olamayacağı kadar çok haberdar oldu. Televizyonlar ve gazeteler görüntüler ve fotoğraflar eşliğinde günlerce bu konudaki haberleri yayınladılar, internet üzerinden de yoğun bir haber ve yorum akışı gerçekleşti. Bu meseleler üzerine dünyanın bir ucunda yazılmış bir makaleyi okumak, bu konuyu dünyanın bir başka ucundan biriyle tartışmak, veya bizzat o bölgeye ulaşmak bugün eskiden olduğundan çok daha kolaydı. Ortada olan bir mesele ile ilgili olası her türlü fikirsel çarpışma açık platformlarda tüm ideolojik dogmaları törpüleyerek sürüp gitmekte. Tüm bu açıklık, şeffaflık ve farkındalık ortamında belki de artık eskisi kadar katı bir ırkçılığı savunmak, ayrımcılığı eskisi kadar kolayca meşru göstermek mümkün değil. Tabii ırkçılığın törpüleniyor olması hala ayrımcı politikaların uygulanıyor olduğu gerçeğini gizlemez. Yine de bugünkü dünyanın farkla bir arada yaşamanın zorluğuna karşın imkanlarını da geliştirdiğini söyleyebiliriz.
Farklı olanların bir arada olduğu veya farklılıklarla nasıl bir arada yaşanabileceğinin yollarının arandığı platformlarda karşımıza en çok gençler çıkmakta. Göçmenlerin yeni kuşakları arasındaki yerel örgütlenmelerden, uluslararası eğitim programlarına katılanlara, internet üzerinden ücretsiz yazılım geliştiren, dosya paylaşan platformlardan, sanal tartışma gruplarına kadar farklı kimliklerin, görüş ve ideolojilerin akışkanlaştığı, geçişkenleştiği ortamlarda gençler sadece katılımcı değil aynı zamanda kurucu bir işlev de görmektedir. Tüm bu oluşumlar, bilginin dolaşıma ve etkileşime girdiği 21.yüzyılın yeni ifade alanları, dolayısıyla yeni kamusal alanları olarak değerlendirilebilir pekalâ. Bu yeni platformlar geçmişin politik alanını ilga etmez ama ona eklemlenerek politik ifade biçimlerinin ve politikanın sathını genişletir. Dolayısıyla geleceğin politik alanını tahayyül ederken sadece küreselleşme karşıtı harekette, dünya sosyal forumlarında veya savaş karşıtı gösterilerde bir araya gelen gençleri değil, çok daha farklı kültürel etkileşimler ve kaygılar çerçevesinde ‘farklı’ olan ile bir araya gelen gençleri de hesaba katmak elzemdir.
“Politikim, politiksin, politik”
80 sonrası gençliğine sıklıkla yapıştırılan bir yafta da ‘apolitiklik’liktir. Bu yaftayı şu beylik cümleler takip eder: “80 askeri darbesi ile susturulan gençlik siyasi konularda bir daha ağzını açamamış, meydanları dolduramamış, düzeni baştan aşağı dönüştürme idealini yitirmiş, devrime sırtını çevirmiştir. Yeni gençlik o kadar apolitiktir ki, artık güncel dünya meseleleri ile bile ilgilenmemektedir, tek derdi giyeceği elbisenin veya kullandığı cep telefonunun markası olmuştur. Kısacası çok konuşan ama boş konuşan bir gençlik vardır karşımızda.”
Oysa bu yaftayı 80 sonrası gençliğe bir çırpıda yapıştıranlar, gençliğin yaptığı konuşmaların niteliği konusunda kendi değer yargılarını evrenselleştirip bugünü ve yeniyi geçmişin kriterlerine göre yargıladıklarını gözardı etmekteler. Bugün artık tıpkı yeni teknolojilerin iletişim ve etkileşim biçimlerimizi değiştirmesi gibi politikın tanımı, anlamı ile politik ifade biçimleri de değişmiştir. Artık politik olmak sadece dünyanın bütününe dair büyük laflar etmek, topyekun bir devrim tahayyül etmek, sonra da sokağa çıkıp slogan atıp gösteri yürüyüşü yapmaktan ibaret değildir. Bu ancak siyasetin dar ve kısıtlı bir tanımı olabilir. Hala bu dar tanımın içine sıkışmış eski siyasi gruplar, her daim gençlerin örgütlenmediğinden, politikleşmekten kaçındığından yakınmakta ve bu yakınmalar yetmeyince de sıklıkla homojen bir grup olarak tahayyül ettikleri bir gençliği topyekûn duyarsız olmakla ve hatta bu duyarsızlıkları dolayısıyla varolan eşitsiz düzeni yeniden üretmekle itham etmektedir. Gerçekten de bugün üniversitelere baktığımızda yeni teknolojilere yakınlığı dolayısıyla ister istemez dünya meselelerinden bir hayli haberdar olan bir gençliğin, halihazırda kendilerini politik olarak tanımlayan sol siyasi örgüt ve gruplara dahil olmakta tereddüt ettiklerin görüyoruz. Her sene 6 Kasım’larda, 1 Mayıslarda daha az genç meydanları dolduruyor. Bu elbette bir tesadüf değil ve bu durum da gençliğin apolitikleştiği anlamına hiç gelmez. Zira artık aklı selim sahibi gençlik, 15-20 kişilik topluluklar halinde örgütlenip kendilerine tüm bir dünyayı dönüştürecek öncü entelektüel rolünü biçmeyi gülünç ve anlamsız bulmaktadır. Keza kendilerine bilinç aşılayacak, kendilerini aydınlatacak bir öncüye, bir yol gösterene de ihtiyaç duymamaktadır. Ama bu gençlerin konuşmadığı ve dinlemediği anlamına gelmez. 2000’lerin gençliği geçmiştekilerden çok daha fazlasını dinlemekte, öğrenmekte ve konuşmakta. Tabii farklı kanallarla ve farklı biçimlerde. Ve gençler yine de örgütlenmekte. Bu geçmişin örgütlenme mentalitesinden çok daha başka bir örgütlenme. Yerel alanla sınırlı, sadece kendi adına konuşan, minör meseleleri, gündelik sorunları dert edinen, internet üzerinden haberleşen, fanzinler ve kopya kasetler, CD’ler aracılığıyla kültürel etkileşimini sağlayan gevşek, süreksiz ama yaygın, sık sık dağılmaya ama başka vesilelerle yeniden de birleşmeye meyilli, adı sanı genellikle konmamış bir örgütlenmeler biçimi. Bugün bir fanzin, bir dergi, bir internet forumu, bir müzik grubu çevresinde oluşan etkileşim ağının yoğunluğunun, arada dönen e-maillerin, yazışmaların, konuşmaların, beklenmedik karşılaşmaların ve ayrışmaların haddi hesabı yok.
Ne var ki, bu tarz bir örgütlenme ve böylesi yerel kaygılar belki 80 öncesinin devrimci mentalitesi tarafından fazlasıyla ‘önemsiz’dir. Onlar fanzinleri, sanal forumları, yerel toplulukları ya hiç görmemekte ya da “iyi niyetli ancak yetersiz çabalar” olarak tanımlamaktalar. İlla yerel olayın büyük anlatılarla ve sınıf çatışmasıyla arasında bir bağ aramaktalar. Buna ek olarak, bu gibi dağınık oluşumlar içinde akla karayı ayırmakta güçlük çekmekteler. Zira onlara göre illa gücün ve iktidarın iyi tarafı ile kötü tarafı arasında mutlak bir karşıtlık bulunmalıdır. Böylece siyasetin eski tanımının takipçileri kendilerini dışsallaştırırlar, kendileri dışındakileri işbirlikçi, duyarsız ve apolitik olarak niteleyip küçümserler ve bu nedenle de artık gençler ve yeni kuşakları cezbetmekten uzak, kabukları içine kapalı, büyük konuşan ama gündelik meselelere çözüm önermekte aciz elitist grupçuklara dönüşürler.
Görüldüğü gibi günümüz Türkiye’sinde iyice küçülen ortadoks sol örgütler, ironik ve paradoksal bir biçimde gerçekte yerel iş yapmaktalar. Dolayısıyla ancak çok küçük bir topluluk üzerinde ve dar coğrafyalarda etkili olabilmekteler. Herkes gibi aslında onların yaptıları da ancak halihazırdaki akıp giden düzeni bir yanından tutup ona eklemlenip onu dönüştürmekten ibaret. Ama dertleri ve devrimci söylemleri yine de hala tüm bir dünyayı kurtarmak üzerine. Oysa devrimin tanımı ve tahayyülü de siyasetin tanımı gibi artık değişti gençliğin nazarında. Devrim bir kırılma anı değil, belki de hiç öyle bir devrim olmadı. Bugün devrimcilik gündelik hayatı dönüştürmek, onu daha yaşanılır kılmak üzerine süregiden evrimsel ve etkileşimli bir mücadele olarak anlaşılmalıdır belki de. Böyle bir anlayışla bakılırsa 2000li yılların gençliği aslında apolitik değildir. Gençliğin apolitik olduğunda ısrar etmek geçmişin algılayışı ile bugünü yargılamak anlamına gelecektir. Oysa aslında değişen politikanın tanımı ve ifade biçimidir. Eskiden homojen olduğu varsayılan burjuva-işçi, sağcı-solcu, Kürt-Türk gibi ikili karşıtlıklar üzerinden yürüyen bir siyaset yerini bu grupların kendi içinde de farklılaşmış olduğunun, monolitik olmadığının farkında olan ve bu farklılıklarla bir arada yaşamının yollarını arıyan bir siyasete bırakmış durumda. Bu, karşıtlığın olmadığı bir fark kültürünü ve kozmopolit bir anlayışı gerektiren yeni bir siyasettir.
“Farklılığın farkında bir politika”
Tüm bunlar göz önünde bulundurulursa geçmişten bakıp bugünü yargılayan ortadoks sol söylemin eski gençlik çok iyiydi, duygusaldı, devrimciydi, şimdikiler yoz yobaz, apolitik nostaljisi anlamsız kalmaktadır. Her kuşağın her dönemin kendine göre sorunları ve kendiliğinden gelişen çıkış yolu arayışları vardır şüphesiz. Bugün içinde bulunduğumuz durumu, 80’lerde dünyaya gelmiş ve 2000li yıllarda 20li yaşlarını yaşayan bir gençliğin içinden bakarak tahlil etmek biraz zor elbette. Olan bitene uzaktan ve biraz daha mesafeyle yaklaşıp sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için belki bir miktar zaman geçmesi gerekiyor. Ama yine de görülen o ki, gitgide daha çok yoğunlaşan bir ırkçılık, kabul gören bir militarist zihniyet ve hepsini besleyen kapitalist bir tüketim çılgınlığının yanında öteki ile, yabancı olan ile, farklı olan ile istese de istemese de bir şekilde karşılaşmak zorunda kalan, dolayısıyla bir şekilde bu farklılıkla başa çıkmak için yöntemler geliştirmek durumunda olan bir gençlik var karşımızda. Elbette bu koşullara yabancı düşmanlığıyla, mutlak bir siniklikle ve tüketim kültürüne boyun eğmişlikle cevap veren büyük bir kesim var gençliğin içinde. Ne var ki, 2000li yılların ortaya serdiği koşullar ırkçılığı da, tüketim kültürünün yıkıcılığını da biraz olsun törpülüyor. Şüphesiz ırkçılık ve kapitalizm, farklılığın farkında olan bir politik arayışın içine girmiş ve tepkilerini ironik bir dille, siyasetin yeni diliyle ortaya koyan 2000li yılların politik gençleri sayesinde biraz olsun törpüleniyor, aşınmaya uğruyor. Acilci ve aceleci olmayan, hemen yarın bir devrim beklemeyen zaten böyle bir şeyin olmayacağını bilen ve bu bakış açısından hareketle kaçınılmaz bir etkileşim ağının içinde mücadele eden yeni bir gençlik var karşımızda. İşte bu yeni gençlik, 80 ve 90’lı yılların fazlasıyla umutsuz atmosferini biraz olsun dağıtıp 2000li yıllar için umut vaadediyor.
ii güzel
daha çok gerekli bilgi verilmesini düşünüyorum örnekler çoğaltılmalı bence ama yinede bu şekliylede bana yetti.