Delilik, Terör ve 12 Maymun

Postmodern çağ… İnsanın sonu, büyük anlatıların sonu, tarihin sonu, toplumsalın sonu. Her şeyin sonu bir bir ilan ediliyor… Peki ya delilik! Onun da sonu gelmiş olmasın?
Michel Foucault, başyapıtlarından “Deliliğin Tarihi”nde, aydınlanmacı ve modernist söylemin, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca genelgeçer aklın sınırlarının dışında gezinenleri, “farklı” olanları, toplumsal normlarla işi olmayan ve “gelişmenin” ve “ilerlemenin” önünü tıkayanları, nasıl da “deli” olarak damgalayıp kategorize ettiğini, dışladığını, baskı altında tuttuğunu ve akılhastahenelerine kapattığını çarpıcı bir dille anlatır. Ancak Foucault, deli ve akıllı kavramlarının soykütüğünü sunduğu bu eserinde “deli”ye atfedilen rolün yakın dönemlerde, (kimi düşünürler tarafından, küreselleşme ve iletişim teknolojisindeki gelişmelere dayanarak “postmodern çağın başlangıcı” kabul edilen 80’lerden itibaren) geçirdiği dönüşüme değinmez.
Oysa, modern çağın, farklı olanı dışarıda tutan ve mutlak olarak ötekileştiren, fiziksel veya psikolojik vahşi ve görünür bir şiddet ile baskı altına alan ve susturmaya çalışan iktidarına karşılık postmodern çağda sistem, kendisini devam ettirmek için tam tersi bir metod izler. Farklı olana saygı, çoğulculuk, çokseslilik, hoşgörü söylemi adı altında normal ve anormal, iktidar ve öteki, sistemin içi ve dışı gibi modernitenin mutlaklaştırdığı ikili karşıtlıklar arasındaki sınırlar fluğlaşır, tüm çeşitliliklere kucak açan postmodern düzen bu çeşitlilikleri nötralize eder. Elbette, bu durumdan deliler de nasibini alır ve “marjinal” tanımıyla otantize edilir, tüketilesi birer imaja dönüşür ve varlıkları, sistemin “dış”ında duran (sınırdışı edilmiş), kapatılmış olsa dahi bir tehdit olmayı sürdüren bir konumdan, sisteme sınırından (marjininden) da olsa eklemlenmiş “hoş bir ses” ve “farklı bir renk” konumuna indirgenir. Baudrillard’ın dediği gibi bir şekilde delilik diffuze olmuş, toplumun her noktasına yayılmış ve artık görünmez olmuştur. Bu nedenle “bugün artık akılhastanelerine gerek kalmamıştır; çünkü artık her yer bir akıl hastahanesidir.” Şüphesiz, postmodern çağın simülasyon düzeni, farklılıkları asimile etmek konusunda, modernitenin bir adım önüne geçmiştir. Buna karşın farklı olana dışarıda bir alan bırakmayan postmodern düzenin yarattığı virüsler olan sapkınlık ve terörün dehşeti korkarız modernitenin yarattığı virüslerin şiddetinin birkaç adım önüne geçecektir …

* * *
Terry Gilliam’ın artık bir bilimkurgu ve kara-film klasiği olarak kabul edilen 12 Maymun’u, ana bağlamını zaman yolculuğunun paradoksları, ekolojik tehditler ve insanlığın sonu çerçevesinde kuran ve delilik üzerine yaptığı çarpıcı göndermelerle, virüsler, sapkınlık ve teröre dair kurgularıyla, içinde yaşadığımız çağı yorumlama konusunda çarpıcı açılımlar getirmekte.
12 Maymun filminin dünyasında, 1996 yılında, yapısı bilinmeyen bir virüsün salgını insanlığın büyük bölümünü yok eder. Kurtulan az sayıda insan da yerin altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadır. 2035 yılına gelindiğinde, bir grup bilimadamı zaman yolculuğunu sırrını çözer ve film, (aynı zamanda bir makum olan) James Cole’un (Bruce Willis) bu bilimadamları tarafından, suçunun affedilmesi karşılığında, riskli bir yöntemle zamanda geriye 1996 yılına, salgına neden olan virüsü yaydığı iddia edilen 12 Maymun örgütünü bulmak ve virüs yapısına dair bilgi toplamak amacıyla gönderilmesi ile açılır.
Neden sonra, James Cole, 12 Maymun örgütü ile ilişkili olduğunu tahmin ettiği Jeffrey Goines’ı (Brad Pitt) bir akılhastanesinde bulur. Yönetmen 12 Maymun’da tımarhaneyi önce, delilerin dünyası ve “akıllı” dünyayı karşılaştırabilmemiz için kullanır ve bir akıl hastası olan Jeffrey Goines’u adeta Foucault’nun ağzından konuşturarak “delilik çoğunluğun koyduğu kurallardır” der. “Doğru yok, yanlış yok, sadece çoğunluğun kararı var!” Kimin deli, neyin delilik olduğuna karar veren de çoğunluktur. Goines’e göre, dün tüm insanları mikropların varlığına inandırmaya çalışan Dr.Semmelweis deliydi, bugünse, ilaç ve deterjan sattırmak amacıyla uydurulduğunu düşündüğü için mikropların varlığına inanmadığını söyleyen biri delidir artık.
Tam bu noktada, Gilliam kamerasını, deliliğin tanımını tersyüz edecek şekilde çevirir. Hastane koğuşundaki televizyondan son derece akıl-dışı sloganlar içeren bir reklam akmaktadır. Akılhastanesi bir anda “aklın tamamen özgür olabildiği belki tek durum olan deliliğin tadını çıkarabileceğiniz, düzen dışı mutlu bir dünya” olarak belirir bu sefer gözümüzde. Ve Jeffrey Goines yanında yatan James Cole’a tımarhanenin demir parmaklıklı pencerelerini göstererek şöyle der: “Dışardakileri bizden koruyorlar. Dışardakiler bizden daha deli olduğu halde.” Veya tam tersi, parmaklıklar, onları dışardakilerden korumak içindir.
Bundan sonra, deli ile akıllı arasındaki sınır yıkılır ve duvarlardaki yazılamalarla reklam panolarının, sokakta yatanlarla harıl harıl işlerine koşuşturanların birbirine karıştığı, delilerin kapatılmak yerine salıverildiği ve belki de zaten herkesin bir şekilde delirmiş olduğu, bir dünya sergilenir, filmin arkaplanında. Farklılık imkanının yokolduğu rayından çıkmış böylesi bir düzen, önünde sonunda “insanlığın doğanın kanseri olduğu” gibi bir fikri saplantı haline getirecek sapkınları doğuracak ve bu sapkınların terörü ve feleketi karşısında düzen boyun eğecektir.

* * *
Terry Gilliam’ın 12 Maymun’u aslında çok da yabancısı olmadığımız bir dünyayı gözler önüne sermektedir. Bugün, evden okula, okuldan işe, işten eğlenceye uzanan gündelik kısır döngümüzü, tüm bunları ‘neden’ yaptığımız konusunda en ufak bir fikrimiz olmaksızın sürdürmekteyiz. Neden kimse bugün gayrisafi milli hasıla’nın zenginliğin göstergesi olmasının bir varsayım olduğunu hiç sorgulamamaktadır? Bugün hangi iş adamı şirketinin pazar payını büyütmenin, hangi diplomat ülkesinin milli çıkarını gözetmenin, kendisine verilen görevi yerini getirmiş olmaktan öte ne işe yarayacağını soruşturmaktadır? Bugün patronlar şirketlerinin kârını artırmak için kendini paralarken, bir buçuk milyon genç ÖSS’de iki puan eksik yapıp geride kalmanın paranoyası ile yaşıyor. Kimisi AB’ye girmenin, kimisi ekonomiyi büyütmenin telaşında, kimisi Kıbrıs’ı kaptıracak diye hüngür hüngür ağlıyor. Intel Corp. Genel başkanı Andrew Grove, bugün içinde yaşadığımız dünyayı kastederek “yalnızca paranoidler ayakta kalır” derken sanırız yerden göğe kadar hakkı vardı.
Herkesin, kendisine “amacın şu” diye dayatılanı sorgusuz sualsiz kabul ettiği ve kimsenin dünyanın nereye gittiğini ve amacını sorgulamadığı, tüm girdilerin ve çıktıların zaten önceden belirlenmiş olduğu ve bireylerin çılgınca kendilerine verilen görevi yerine getiren bir bilgisayar oyununun matematiksel denklemlerine indirgendiği bir çağda yaşıyoruz.
Terör, işte hemen herkesin delirmiş olduğu çığrından çıkmış böylesi bir düzenin varoluşuyla bizzat ürettiği bir anomalidir. Terör, anlama dair hiçbir şeyin kalmadığı, farklılıkların yok edilip standartlaştırıldığı, enformasyon bombardımanıyla insanların duyarsızlaştırıldığı, amaçsız ve yerinde sayan ama çıkış imkanı da vermeyen bir sistemin uzantısıdır. Tıpkı içinden doğduğu sistem gibi onun da bir hedefi, anlamı veya amacı yoktur. Bugün, terör için seçilen İslam kılıfı bile sadece bir formalitedir. –Zira sözde İslami terör, İstanbul’daki son saldırılarda, sözde müslüman insanları vurmuştur.- Terörün, herkesin aynılaştığı bir çağda, etnik, ideolojik, sınıfsal ve dini ayrımlar gözetmeksizin varolan herkesi hedef almasına şaşmamak gerekir aslında. Zaten herkes “uygarlık oyunu”nun bir parçasıdır ve varoluşlarıyla, oyunu, varsayımları kabul etmemenin oyunu peşinen kaybetmeyi yani ölmeyi gerektirdiği kuralıyla beraber, yeniden üretirler. Bu kurala karşı, kendisini mutlak öteki olarak gören ve tüm sistemi bir hedef olarak seçen terör de aslında tam da bu nedenle son derece çaresiz bir karşı çıkış olarak kalır. Saldırganın da kendi yok oluşuyla sonuçlanan saldırılar, adeta oyunun kurallarının değişmeyeceğinin yani güç-süzlüğün bir kez daha onaylanmasından ibaret hale gelir. Terör, çaresizdir, çünkü hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinin o da bilincindedir. Yapabileceği yegâne eylem kendisi yok olurken beraberinde bu dünyayı da yok oluşa sürüklemektir
Ne var ki, tüm bu saldırılar, aslında küresel gücün, iktidarını mutlaklaştırmasından başka bir şeye hizmet etmemektedir. Geçen ay sonu İstanbul’a gelen Baudrillard’ın burada yaptığı konuşmaya kulak verecek olursak, “mevcut dünya düzeninin amacı kesinkes olaysız bir dünyada yaşanmasını sağlayabilmektir. Oysa bu bir anlamda tarihin de sonu demektir. Ne var ki bu son Fukuyama’nın istediği gibi demokratik bir olgunlaşmayla değil terörü önlemeye yönelik bir terör, her türlü olay olasılığını ortadan kaldıran bir karşı terörle gerçekleşeceğe benzemektedir. Güvenlik adı altında teröre başvuran bir sistem sonunda bu terörü bizzat kendine uygulamak durumunda kalmıştır. En sonunda terörü içselleştirerek kendine karşı teröristçe davranan, hem vahşi hem de politik bir tözden yoksun, kendi halkına karşı düşmanca bir tavır sergileyen bu anti-terörist küresel sistemde insanı ürküten ironik bir yan vardır. Bugün artık olumlu bir politik iradeden söz edebilmek mümkün değildir. İktidar olumsuz anlamda bir caydırıcı, kamu sağlığını koruyucu, güvenliği sağlayıcı, bağışıklık sitemini kuvvetlendirici, önlem alıcı bir güçten başka bir şey değildir.”
Gerçekten de hemen herkesin delirmiş olduğu bir dünyada, Irak’ta ve Filistin’de en somut tezahürlerini gördüğümüz iktidarların terörü ile teröristlerin bombardımanı arasındaki bu bitmek tükenmek bilmez rekabetin sonunun nereye varacağı dünyanın geleceğinde yaşamayı uman bizleri kara kara düşündürmektedir.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s