Arthur Kroker ile Söyleşi

Davetsiz Misafir: Bize ve okurlarımıza Ctheory hakkında genel bir bilgi verebilir misiniz? Ctheory’nin anlamı, yaklaşımı ve amacı nedir?

Arthur & Marilouise Kroker: Ctheory (www.ctheory.net) bir elektronik teori, teknoloji ve kültür yayını. Le Monde, Ctheory’yi “dünyada en önde gelen üç elektronik entelektüel yayından birisi” olarak tanımladı.
Eşine az rastlanan bir entelektüel proje olan Ctheory’yi mümkün kılan Internet çağıdır. Çalışmalarımız web sayesinde 7 gün 24 saat on-line olarak açık sistemleri, açık mimariyi ve açık dosya paylaşımını destekleyen bir formatta dünyaya yayılıyor. Böylece Ctheory, Internet ağının sunduğu ütopik imkanların ortadan kaldırılma çabalarına direnerek bunun tam tersini yapmış oluyor. Dijital kültürün en demokratik, eleştirel ve toplumsal eğilimlerine denk gelen düşünce biçimlerine, yayın biçimlerine, iletişim biçimlerine dair elektronik kültürün imkanlarını keşfeden bir şekilde yazıyor ve yayın yapıyoruz. Kısacası, Ctheory dijital bir topluluk.
1993 yılında oldukça kısa bir zaman içinde, Wired dergisinin web sitesi için şifreleme protokollerini yazan web tasarımcısı Carl Steadmann’ın programlama konusundaki yardımları sayesinde ilk yayın yapan web sitelerinden biri olarak çabucak yayılan ve uluslararası bir okur ve yazar ağını toplayan bir ascii listserv olarak başlayan Ctheory, şimdi çeşitli net formatlarında yayın yapıyor: ascii, web, multimedya ve teknoloji, kültür, siyaset ve teori alanında önemli konulara ışık tutan ve üç yıla yayılan kolektif çabanın ürünü olan kitapların ve yayınların dijital arşiviyle birlikte.

Ctheory Live (Yaşayan Ctheory) -bkz: http://www.pactac.net- ise, Net’in gelişen bilinç ve bilginin dağılması amacıyla elektronik iletişim için global kültürün yeni eleştirel ufkunu oluşturacak bir şuur alanı yaratmak adına sağladığı yaratıcı fırsatlara dair diğer ütopyacı bakış açılarından da ilham alarak, bu elektronik kehanetleri pratiğe döküyor. Bu Teilhard de Chardin’in ‘noosphere’ine (bilinçalanı), Marshall McLuhan’ın ‘araştırma olarak düşünce’sine, Donna Haraway’in yenilikçi siborg’una ve Jacques Ellul’un teknoloji ve adalet üzerine eleştirel düşünce talebine yaklaşan yaratıcı bir çaba.

Yüzün üzerinde ülkeden okur ve yazarlarıyla, Ctheory açık, zorlayıcı ve kendi içinde farklılaşan bir biçimde Net üzerine yazılarla, elektronik iletişim araçlarının kendi içinden teknoloji, kültür ve siyaseti teorize ederek, Net’in tarihini temsil ediyor. Önemli bir nokta, Ctheory Net’in içinde olan bilgiyle ilgili. Bu bilgiler farklı düşünce biçimleri, eleştirel bakış açıları ve hem tekno-kültürün önemli konularıyla doğrudan ilgili olan, hem de Net’i akışkan, gelişen ve yaygınlaşan bir iletişim aracı olarak kullanan geniş bir görüş yelpazesi sunuyor. Ctheory, yazı elektronikleştiği zaman olan şey aslında, kablolu bilinç bize gece gökyüzünde gördüğümüz yıldızlar kadar tanıdık hale geldiği zaman olan şey…

Ctheory’nin yeni yayın projesi; Teorinin 1000 Günü, küresel düşünürlerin bugün kültüre, topluma, öznelliğe, bedenlere ve siyasete ne olduğunu anlatabilmek için, yaşadığımız zamanın yüzeyinin altını kazıyarak yaptıkları bir keşif. Teorinin 1000 Günü’nün yayınlanmış ilk iki kısmı: Daniel White’tan, Merhametli Muhafazakarlığın Gelini ve Arthur Kroker’da, Yeniden Doğmuş İdeoloji.

DM: İlk kitabınız Technology and the Canadian Mind (Teknoloji ve Kanadalı Aklı) üç Kanadalı düşünürün, Harold Innis, George Grant ve Marshall McLuhan’ın çalışmalarını incelediniz ve bu düşünürler üzerinden bir Kanadalı kimliğinden bahsettiniz. ‘Kanadalı’ gibi tekil ve eşsiz bir kimlikten söz etmek mümkün mü, hele ki ABD’nin Kanada üzerindeki yoğun etkisini göz önünde bulundurursak? Sizce Kanadalı olmayı ayrıcalıklı kılan Kanadalılar ve teknoloji arasındaki özel ilişki nedir?

Arthur Kroker: Birleşik Devletlerin kuzeydeki komşusu olan Kanada’nın bağımsız bir ulus olarak varlığı, Amerika’nın teknoloji imparatorluğu karşısında, kendi kültürel ve politik özerkliğini ifade etmek için sürekli bir mücadeleyi de içinde barındırıyor. Müziğinde, sinemasında, dansında, sanatında, dijitalliğinde, ‘teknoloji ve Kanadalı aklı’ söylemi üzerinden geçen ortak bir çizgi var; giderek Amerikan emperyalizminin şiddetine maruz kalan tekno-kültür içinde kültürel tekilliği sürdürebilmek. Bu zorluk karşısında Kanadalı entelektüel tepki üç temel bakış açısını içeren çok farklı bir teknoloji söyleminin oluşturulması üzerinden geliyor: tekno-ütopyacılık (Marshall McLuhan’ını Medyayı Anlamak’ı), tekno-distopyacılık (George Grant’ın Bir Ulus İçin Ağıt’ı), ve tekno-gerçekçilik (Harold Innis’in İmparatorluk ve İletişim’i). Teknolojik toplumun geleceği hakkında, Kanada kültüründe yürütülen bu yoğun tartışma, bence, Kanadalı kimliğinin özünü oluşturuyor; siyasi varlığı tamamen kapitalist mantığını ve teknolojik dinamosunu, toplumsal adalet ve sivil demokrasiye doğru dönüştürebilmesine bağlı olan bir ülkeyiz. Amerika giderek McLuhan’ın ‘world environment’ (dünya ortamı) dediği şeye dönüştüğüne göre, Kanada’nın teknoloji imparatorluğunun tahakkümüne ve iktidarına tepkisinin başarısı veya başarısızlığı emperyalizmle ilişki içinde olan her yerdeki küçük ulusların da kaderinin yönünü veriyor. Çok Heideggeryan bir kültürü olan Kanada’nın kaderi, nihilist bir hiper-gücün gölgesinde yaşamak ve belki, ama sadece belki, toplumsal adalet taleplerini dikkatli bir şekilde dinlemek, bu küçük kuzey ülkesini yaratıcı bir tarihsel olasılığa dönüştürebilir. Çok kültürlü, çok dilli, çok platformlu olan Kanada, coğrafi konumu dolayısıyla Heidegger’in ‘esrarengiz’ ulusu: kültürel mantığı ne teknoloji imparatorluğu tarafından kabul edilen ne de tamamen yok edilebilen bir toplum.

DM: 90’ların McLuhan’ı olarak adlandırılan bir düşünür olarak, hangi yönlerden McLuhan ile benzeştiğinizi ve hangi yönlerden ondan ayrıldığınızı düşünüyorsunuz? Teknolojinin ilerlemesi McLuhan’ın iddia ettiği gibi kaçınılmaz ve her zaman olumlu mu? Sadece teknolojinin nasıl ‘kullanıldığını’ değil, aynı zamanda teknolojinin bizzat varoluşunu da sorgulayamaz mıyız?

AK: Teknoloji ve Kanadalı Aklı’nda, Marshall McLuhan’nın kesinlikle Wired dergisince iddia edildiği gibi bir pozitivist olmadığını söylüyorum. Ne var ki, McLuhan, Teilhard de Chardin ve Etienne Gilson’ın geleneğini takip eden koyu bir Katolik karaktere sahip. Bence kesinlikle bir teknolojik determinist olmayan McLuhan’ın Mekanik Gelin’den Araç Mesajdır kitaplarına kadar asıl yazıları aslında teknolojik nihilizmin ürpertici bir tablosunu sunuyor. McLuhan için, bu çağdaki kaderimiz, umutsuzca (ahlaki) bir yaşam çizgisi ararken siber-çekimin kurbanları olmak, giderek hızlanan teknolojinin tuzağına düşmek. Nietzsche gibi McLuhan da zamanından erken doğmuş ve yazıları ancak kendinden sonra gelen kuşaklarca anlaşılabilecek. Ve bu yüzden de ancak şimdi McLuhan çağına giriyoruz –Bu, McLuhan’nın elektronik medya anlayışının ve Einstein’ın ışık hızında hareket eden uzay-zaman sisteminin bize doğanın kendisi kadar ‘doğal’ geldiği bir dünya.

DM: Data Trash (Bilgi Çöplüğü) adlı kitabınızda çağdaş toplumun yeni hakim sınıfının ‘virtual class’ (sanal sınıf) olduğunu iddia ediyorsunuz. Bize bu sanal sınıfı tasvir edebilir misiniz? Kim bunlar ve ne istiyorlar? Sizin bu yaklaşımınız için, Marksist sınıf teorisinin iletişim çağına uyarlanmış versiyonu, diyebilir miyiz?

AK: Sanal sınıf, teknoloji uzmanlarından, ticari veya siyasi liderlerden meydana gelen; sibernetik bilinçlilikleri, halihazırda gerçekleşen teknolojik koşullara ideolojik bir refleks olarak oluşmuş, açık ekonomik çıkarları doğrultusunda kamusal düzenlemelerde tekno-kültürün kaçınılmazlığını vurgulayan yeni bir küresel sınıf. Sanal sınıf bir yandan (Hindistan, Çin ve Türkiye’den ABD, İngiltere ve Kanada’ya kadar) yükselen ve katılaşan bir ekonomik sınıfı temsil ederken, aynı zamanda misyoner bir sınıf olma özelliğini gösteriyor. Misyonu, insanlık tarihinde ilk defa türler-mantığından siber-mantığa doğru büyük göçü gerçekleştirecek olan teknolojik öncü ve sibernetik saldırı kuvveti olmak. Bugün dijitallik ve biyoteknoloji arasındaki ittifak, bildiğimiz anlamda insan soyunun yaklaşan tükenişinin işaretini veriyor. Sanal sınıf, yeni medyanın ekonomi-politiğinin hem nesnesi hem de öznesi, ve aslında, Heidegger’in bir zamanlar ‘tamamlanmış nihilizm’in kültürü olarak tanımladığı, insan-sonrası (posthuman) çağa eşlik ederken üstlendiği büyük tarihi rolünün farkında bile değil.

DM: Bilgi Çöplüğü adlı kitabınızın bölümlerinden birinin alt başlığı “Uyum Sağla Yoksa Ezilirsin” idi. Peki uyum sağlamadan ama ezilmeden de var olmanın bir yolu yok mu? Sanal sınıfın tahakkümüne karşı direnmek nasıl mümkün olabilir? Çağdaş teknolojilerin insanlıktan çıkarıcı durumuna, demokrasi ve ekonomik adaletin yitimine, her şeyin ticarileşmesine doğru bir eğilime, teknolojinin tahakkümüne ve sanal sınıf adlı teknolojik bir elitin kontrolüne karşı nasıl mücadele edebiliriz?

AK: 21. yüzyılın başındaki büyük tarihi mücadeleler, imana dayalı mesihvari bir bilinçle hareket eden Amerikan sibernetik savaş makinesiyle, kendi yarattığının yansıması olan korkunç kabusu arasındaki sarsıcı savaşa dayanıyor. Mülksüzlerin dünyası da aynı derecede mesihvari inançlarla harekete geçiyordu ve bu anti-kapitalist olduğu kadar anti-Hıristiyan ve anti-Yahudi’ydi de. Başka bir deyişle, ortaçağ kozmolojisinin işaretlerinin gölgesinde geleceğe doğru koşturuyoruz.
Bu bağlamda, politik direniş iki prensip üzerinden hareket etmeli: reddetme politikası ve hoşgörü politikası. Reddetme politikası dijital kültürün içindeki kuşağın isyanını ifade ediyor: blogging (internette günlük tutmak), flash mobs (hızlı çeteler), DOS, shareware (ücretsiz yazılımlar), anti-copyright (telif ve fikri mülkiyet karşıtlığı), açık mimari yapı… Hoşgörü politikası da aktif olarak çeşitlilik, ironi, belirsizlik ve paradoksla ittifak kurarak mesihçi ideolojik cinneti bozguna uğratıyor. Daha önceleri estetik ve sanatsal alanlarda dile gelmesine aşina olduğumuz prensipler, günümüzde halihazırdaki statükoyu hızla dönüştürmeye yönelik politik pratiklerin ahlaki ilkeleri haline geliyorlar.

DM: Halihazırdaki düzeni devirmenin, hayır diyebilmenin ve ahlakı tekrar politikaya taşımanın olanaklılığından bahsediyorsunuz. Ancak tüm bunlar, ‘postmodern durum’ olarak adlandırılan koşullar altında, birçok diğer postmodern düşünür gibi Baudrillard’ın da toplumun, bireyin, tüm büyük anlatıların, ahlakın, değerlerin ve anlamların ölümünü ilan ettiği bir çağda gerçekten mümkün mü? Neredeyse sonsuz haber ve bilginin dolaştığı, Baudrillard’ın dediği gibi, hepsini okumaya kimsenin gücünün yetmeyeceği kadar çok kitabın yayımlandığı bir dünyanın, direnişten çok sinikliği teşvik ettiğini düşünmüyor musunuz? Çağımız insanının itaatkâr davranışlarının, Marx’ın bahsettiği türden bir ideolojik yanlış bilinç veya politik manipülasyondan değil de, üzerindeki bütün tahakkümlerden haberdar olduğu halde Sloterdijk’ın bahsettiği gibi ‘aydınlanmış bir yanlış bilinç’ten kaynaklandığı şeklindeki yorumlara ne diyorsunuz?

AK: Baudrillard ile en son Paris’te konuştuğumda, ikimiz de Sloterdjik’ın sinik akıl üzerine yazdığı kitabını henüz bitirmiştik ve Sloterdijk’ın aydınlanmış yanlış bilinçlilik hakkındaki temel argümanları konusunda derin bir görüş birliğine varmıştık. En nihayetinde, ben Baudrillard’ın sinizim veya pasifliğin propagandasını yapan bir insan olarak değil, bilakis insan-sonrası postmodern durumunun çarpıcı bir tasvirini yapan zeki bir tarihçisi olarak değerlendirileceğini düşünüyorum. Eğer tarih döngüsünün kırılmadan aynen devam etmesini istemiyorsak, kesinlikle toplumsal olana dair iddiaları eleştirel bir biçimde çürütmeliyiz. Şu anki haliyle, ‘toplumsal’ kavramı, siyasi elitler tarafından çılgınca dalaverelerin uysal kitlelere pazarlanması için sömürülüyor. İşte bu bana gerçek siniklik gibi geliyor. Eleştirel düşünce geleneğine geri dönmemek, Birleşik Devletler gibi ülkelerde büyük biz zevkle tecrübe edilmesinin etkilerini ibretle gördüğümüz bir şekilde, toplumsala dair her türlü karşılıklılık, onaylama ve dayanışma ilkesinin yağmalanmasına yol açıyor. Ne de olsa bugün artık toplumsal sorumluluğun göz ardı edilmesinin, birlikte yaşamanın bir simgesi haline geldiği, ‘beyin hasadı’ (nöro-genetik) ve ‘yüz yontma’ (estetik ameliyat) kültürü içinde yaşıyoruz.

DM: Yaklaşımlarınızın ve görüşlerinizin, yalnızca endüstri sonrası teknolojik olarak gelişmiş toplumlar için geçerli olduğu, öte yandan ‘üçüncü dünya’ olarak adlandırılan nüfusu çoğunlukla yoksullardan oluşan ülkeler için bir şey ifade etmediği yolunda eleştiriliyorsunuz. Ayrıca ana eğilimlerinizin siber alandaki eğilimleri yansıttığı ve toplumun diğer yönlerini temsil etmediği de söyleniyor. Bu eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?

AK: Siber-siyasetin analizinin ancak post-endüstriyel toplumlarla alakalı olması konusuna şunu eklemek istiyorum: Sibernetik ekonomi-politiğin mantığı, en çok da yoksulları, görünmeyenleri ve zayıfları derinden etkileyen bugünkü sömürgeciliğin altında yatan dili oluşturuyor. Kültürün derisinden siber-kancayı çıkarmak istesek bile, bu her yerde bilgi yapılarının içine yerleştirilmiştir; ‘birinci dünya’ ülkelerinin sahte ahlaki acımasıyla sömürülen ‘üçüncü dünya’ ülkeleri denen ülkelerdeki doğal facia kurbanlarından, emekleri imparatorluktaki toplumların orta sınıflarının zevkleri için gerçek anlamda sömürülen Nike/Gap üretim alanlarındaki tekstil işçilerine kadar hemen herkes bu kancaya takılmıştır. Bugün de her zaman olduğu gibi, kimse dijital tahakkümden azâde değil, ancak tarihsel bağlamlarına bağlı olarak bu tahakkümün biçimi farklılaşıyor: Tahakküm ağı, post-endüstriyel toplumlardaki psikolojik baskı ve toplumsal sindirmeden dünyanın geri kalanındaki siyasi baskıya ve ekonomik krize kadar uzanıyor.

DM: Sizce 11 Eylül Amerika’nın politikasını ve dünya politikasını ne yönde değiştirdi? Küreselleşme karşıtı olarak adlandırılan ve Seattle’da 1999 yılında yapılan gösterilerle yükselişe geçip 11 Eylül’den sonra etkisini nispeten yitiren hareket hakkında ne düşünüyorsunuz?

AK: Politik olarak, 9/11, 1990’ların küreselleşme karşıtı hareketlerinin kolektif toplumsal adalet rüyasına karşı bir yıkımı temsil ediyor. Şimdi artık ‘teröre karşı savaş’ın evrensel işareti, çılgınca tüketimin küresel eleştirisinin yerini alıyor. Bugünlerde küreselleşme çağı denen şey, giderek her zamankinden daha fazla dini temeller üzerinden bölünen bir dünya politikasını açığa çıkararak yayılıyor. İmparatorluğun tarafından bakılırsa, şimdi bir insan sonrası ilkellik çağında yaşıyoruz: Bir yanda şiddetini inanca dayalı öfkeyle besleyen sibernetik olarak silahlanmış savaş makineleri var. Öte yanda, sömürgeleştirilenin tarafından bakınca da siyasi direniş, modernizmin diline karşı geliştirilmiş, gitgide daha çok acılarla beslenen ve (intihar bombaları gibi) tepkisel biçimlerde dışa vuruluyor. İşte tam da bu noktada, bir yandan bu insan-sonrası ilkelliğin şiddet eğilimlerini tedavi etmeye çalışırken bir yandan da buna karşı yönelen tepki biçimlerinin mazur görülebilir şiddetiyle baş edebilmek, tekilliklerin çarpıştığı bir dünyanın eleştirel politikasının temeli olmalıdır.

Arthur Kroker ile Söyleşi” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s