"Sıfır Ölü": İnsan Haklarının Evrensel Yanılgısı

Ölüm nedenleri çeşitlidir, ama bu sonsuz çeşitlilik nihai sonucun tekilliği karşısında çaresizdir. Oysa çağımızda, hangi nedenle öldüğünüz, belki sizin için değil ama sizden sonra hayatta kalanlar için büyük önem taşımaktadır!
Modern çağda ölüm nedenleri kabaca ikiye ayrılır: Her türden kaza, doğal afet, salgın hastalık, sigara ve içkiden kaynaklanan, maddi koşulların “kontrol altına alınıp” değiştirilmesi ve iyileştirilmesi durumunda önüne geçilmesi çok muhtemel “önlenebilir ölümler”! (Açlık ve savaş da büyük oranda bu türe girer) Dikkat ederseniz, önlem alınmadığı için gerçekleşen bu ölümler, yüksek ratingli haber olma niteliği taşımaktadır. Bu konuya tekrar döneceğiz.
Bir de şu anda önleme çalışmaları yapılan ama henüz önüne geçilemeyen ölüm nedenleri vardır. “Kalp krizi, kanser, aids, beyin kanaması, yaşlılık…” Bunlara da “henüz önlenemeyen ölümler” diyelim. Genelde hastane köşelerinde sessiz sedasız gerçekleşen bu ölümler pek bir haber niteliği taşımazlar.
Peki neden?

Aslında tüm bu işin içinde bir söz oyunu vardır. Önlenebilir olan ölümler aslında asla önlenemez, sadece geciktirilebilirler. Ölümü önlemek ne mümkün!
Bu şekilde ancak ortalama ömrü uzatarak ölümsüzlük adlı asimptota durmadan ve nafile yaklaşılabilir. Buna karşın haberlerde ve Birleşmiş Milletler raporlarında ısrarla “önlenebilir” kelimesinin seçilmesi ise tesadüf değildir, zira bu yaklaşım, ölümü bir şekilde yokmuş, hiç olmayacakmış gibi varsayan bir düşüncenin, bizi her gün işimizin başına götüren motivasyonun bir parçasıdır. Yarın öleceğini düşünen bir insan neden çalışsın, hadi çalıştı neden biriktirsin?
Biriktirme üzerine kurulu kapitalist kültürümüzün neredeyse temel dayanağı ölümün uzaklaştırılması üzerine kuruludur. Modern toplumun hedefi “Sıfır Ölü”dür. Oysa ölüm önlenemez, bunu da herkes bilir, ama her gün haberlerde güya “önlenebilir” nedenlerden dolayı ölenleri izliyoruz. Hastanelerde ve evlerde gerçekleşen ve belki sayıca çok daha fazla olan ölümler haber olmazken, kazalar, afetler, savaşlar gibi engel olunabilecek yani “önlenebilir” nitelikte olan bu sıra dışı ölümlerin haber niteliği taşımasının nedeni, ölümün her an sanki bizden çok çok uzaklarda marjinal bir durum olduğu fikrine kapılmamıza yaramaktadır. Aslında bu, bir manipulasyondan öte, süre giden yaşantımızın saçma sapanlığıyla yüzleşmemek için uydurduğumuz bir kendini kandırmadan başka bir şey değildir. Ölüm gerçekte sıfırlanamadığı için, salt medyaya dönüşen bizler tarafından sanal olarak sıfırlanmaktadır.
Kalp krizi ve yaşlılık gibi nedenlerle gerçekleşen ölümlerin haber niteliği taşımaması ise çok doğal; çünkü bunların önlenebilir olduğuna kimseyi, kendi kendimizi bile inandıramayız. Tam da o yüzden çağımızda hastalar, evlerinde değil de kapatıldıkları, toplumun gözünün önünden uzaklaştırıldıkları yalıtkan bir ortam olan hastanelerde ölümü beklemektedir.
Aslına bakılırsa yaşlılık konusunda yanılıyorum. Yaşlılığın epeyce önlendiği söylenebilir. Güzellik, estetik, sağlık ve spor merkezleri el ele vermiş, buna hizmet ediyorlar günümüzde. Ne var ki, bu durumun, Huxley'in “Cesur Yeni Dünya”sındaki gibi cesetlerin yakışıklı olmasından başka bir şeye hizmet ettiği yok. Zamanın ilerlemesi önlenemiyor ne de olsa…

Diğer yandan, modernizmin ölüme bakışında başka bir sorun daha vardır. Bu da doğuma bakışındaki yanılgıdan kaynaklanmaktadır..
Bu yanılgıdan yola çıkarak, ölümün kabaca “önlenebilir” ve “henüz önlenemeyen” şeklinde ayrılabilecek iki tür nedeni dışında üçüncü tür bir neden ortaya atabiliriz. Ama bunu yapabilmek için öncelikle modern ve pre-modern toplumların doğum ve ölüme bakışları arasındaki farkları dile getirmek gerekiyor.

– Modern toplumların doğum ve ölüme bakışı, çok net ve kesin olarak belirlenmiş, kopuk kopuk noktaların birleşmesiyle oluşan kesik bir çizgiselliğe sahiptir. Bir gün doğarsınız (doğumun tanımı kanundan kanuna değişir(!), ana rahmine düşülen gün, üç aylık hamilelik sonrası veya bebeğin anne karnından tam olarak çıktığı an.) Ölüm de çok kesin ve nettir. Bir gün ölürsünüz, kalbiniz durur. Doğum varlık, ölüm yoklukla birebir örtüşür. Sonuçta doğum ve ölüm tamamen tanımlı ve kontrol altındadır.

– Pre-modern toplumların ölüm anlayışında ise doğum ve ölüm son derece rastlantısal ve aralarındaki çizgi belirsizdir. Rastlantı kelimesi burada çok önemli bir rol oynuyor; çünkü bu rastlantısallık, aynı zamanda modernizmin çizgisel dünya görüşünden farklı olarak döngüsel bir dünya, modernizmin müdahaleciliğine karşı kaderci bir yaklaşım öngörüyor. Bu anlayışa göre aşk, karşılaşma, birleşme, hepsi kontrol dışında olduğundan tamamen tesadüf eseri doğarsınız. Bu o kadar belli belirsizdir ki, o anı doğum olarak adlandırmak bile gereksizdir. Her şey sadece döngünün bir parçasıdır. Sonra kaderinizde yazdığı için asla önlenemeyecek bir nedenle bilemediğiniz bir gün ölürsünüz. Bu ayrılış da bir elveda değil çıkılan uzun bir seyahatin vedasıdır.

Bunları açıkladıktan sonra modernizmin ölüme bakışındaki sorunu artık daha kolaylıkla ortaya koymak mümkün:
Modernist anlayış, asla dile getirilmeyen bir üçüncü ölüm nedeninin ortaya çıkmasına neden olmaktır:
“Doğrulmadığı için öldürülmüş olanlar”
Eğer ölüm doğumun tersi ise ve doğum ile ölüm bu kadar net olarak birbirinden ayrılmışsa, bugün tesadüf etmedikleri için cinsel olarak birleşmeyen nice kadın ve erkeğin sorumluluğu ne olacaktır? Doğurma edimini gerçekleştirebilme yetisine sahip olduğu halde hamile kalmayan kadınlara ne demelidir? Hiçbir yerde bu insanlar, doğurmamayı tercih ettikleri için katil olarak adlandırılmamaktadır.
Sadece tesadüfen veya o gün başka işleri olduğu için cinsel birleşme yaşamayan bu insanların bir sonraki aşaması bilinçli olarak doğum kontrolü uygulayanlardır. Bu insanlar batıda katil olarak adlandırılmamaktadır. Doğulu bazı radikal topluluklar içinse doğum kontrolü kadere bir müdahale ve günah olarak algılanabilir.
Üçüncü aşama, kürtajdır. Batıda hamileliğin belli bir ayına kadar kürtaj da cinayet değildir. (Bu belirli süreye dikkat çekmek isterim, zira bu süre üç ay beş ay her neyse, ilginç bir şekilde ülkeden ülkeye değişir. Yani oldukça keyfidir. Doğumun ve canın ne olduğu yapay bir kanunla belirlenmiştir! Bu modernizmin “doğaya hükmetme” adlı nafile çabasının en ironik örneklerinden biri olsa gerek) Muhafazakar gruplar ise kürtajı tam olarak bir katliam olarak tanımlarlar.
Son aşamada ise artık havayla temas etmiş olan bebek tam olarak bir canlıdır ve öldürülmesi tüm dünyada cinayet olarak görülür. Bu şekilde doğmuş olan canlı statüsü kazananlar, insan haklarından da, tüm vatandaşlık haklarından da yararlanma ehliyetine sahip olacak, dolayısıyla hayatı üzerindeki kontrolü elinden alınarak ölümleri mümkün olduğunca geciktirilip ömürleri uzatılmaya çalışılacaktır. Öyle ki, doğmuş kabul edilen bireyin, aç kalma, kendisine fiziksel olarak acı çektirme ve kendi yaşamına son verme gibi tercihleri yaptırımlarla engellenmiştir. İntihar ve ötenazi son derece bireysel kararlar olmasına rağmen yasal olarak suçtur. Diğer taraftan insan hakları üzerine inşa edilmiş BM gibi kurumlar paradoksal bir biçimde aynı zamanda doğum kontrolünü desteklerler, zira onlar için doğmadan öldürülmüş olanlar sorun değildir. Ne kadar az doğum olursa, baş etmek zorunda kalacakları insan miktarı azalacaktır! Kısacası insan hakları denen kavram bu son derece dar, keyfi ve yapay “insan” tanımına dayanmaktadır. (Aslında insan hakları açıkça son derece pragmatiktir. O yüzden de boşu boşuna felsefesinin yapılması veya felsefe seminerlerinde dile getirilmesinin bir anlamı da yoktur kanımca.)

Görüldüğü gibi modern aklın “doğmuş olan” üzerindeki bu bir türlü dile getirilmeyen ama kolaylıkla çıkarsanabilecek aşama aşama ve hiyerarşik tanımı şu absürd “doğrulmadığı için öldürülmüş olanlar” kategorisine yol açtığından gerçekte tamamen havada kalmaktadır. Bu evrensel yanılgı, çağımızın dini olan müdahaleci “İnsan Hakları”nı geçmişin kaderci dinleri karşısında açıkça küçük düşürmektedir! Aslında modernizmin ölüme bakışındaki bu gülünçlük, koca bir evrenin rastlantısallığının ve döngüselliğinin görmezden gelinmesinden kaynaklanmaktadır. Pre-modern topluluklar ise doğumu çok daha gerçekçi bir şekilde, tamamen rastlantısal bir süreç olarak gördüklerinden ölümün kaçınılmazlığıyla yüzleşmekten pek çekinmemişlerdir.
Aslında modernizm öncesinden modernizme geçiş, bir anlamda ölümün kabullenilmesinden ölümün yok farz edilmesine bir geçiş olarak da yorumlanabilir. Zira doğuma ve dolayısıyla ölüme yaklaşımdaki bu temel farklılık, ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda son derece belirleyici olmuş, elindekiyle yetinen, durağan ve döngüsel bir toplumdan, sürekli biriktiren, maddi anlamda gelişen, ilerleyen bir topluma geçiş de bu anlayış değişikliğiyle mümkün olmuştur…
Hülasa, “sıfır ölüm”e dair evrensel yanılgının, “sonsuz büyüme ve gelişme”ye dair evrensel hurafenin temel dayanağı olduğunu söyleyebiliriz.

Hiç ölmeyecekmişçesine çalışıp durmadan biriktirdikten sonra, önlenebilir bir nedenden dolayı önlenemez bir şekilde ölenler için elimizden bir şey gelmese de; kendisini dört bir yanı otoyollarla döşemeye, üretimin verimliliğini artırıp gördüğü her şeyi tüketmeye, dünyayı kurtarmaya, uzaya açılıp tüm gezegenleri bayraklarla donatmaya adayanları, bu yola baş koymuş çalışkan insanları, bir nebze olsun şüpheye düşürdük ise ne mutlu bize!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s