Belgesel bir film olarak Fahrenheit 9/11
Michael Moore’un dünya çapında yankı uyandıran belgeseli Fahrenheit 9/11’i izlemek üzere sinemaya gittiğimde, kafamı film hakkında bir dolu önyargı meşgul ediyordu. Zira dünya çapındaki bu yankılar, ister istemez benim de zihnime ulaşmış ve açıkça söylemek gerekirse beni, daha önceden bildiklerimi bana tekrarlayacak kuru ve sıkıcı bir propaganda filmi izleyeceğime şartlandırmıştı. Ne var ki, böyle olmadı. Tarantino’ya film hakkındaki görüşleri sorulduğunda şöyle demişti: “Bir film eğlenceli olabilir ve bütün olması gereken bu. Beni ağlatabilir, beni güldürebilir, beni rahatsız edebilir, beni memnun edebilir. Bu film bunların hepsini yaptı.” Gerçekten de Tarantino haklıymış. Michael Moore, ülkesindeki seçimlere nasıl hile karıştırıldığını, 11 Eylül olaylarının arkasındaki komployu, Afganistan ve Irak savaşlarının anlamsızlığını, Başkan Bush’un söylevlerinin gülünçlüğünü, ABD içindeki dengesiz gelir dağılımının acımasız sonuçlarını bir bir gözler önüne sererken, seyircilerin de bu görüntüleri, gözlerini beyazperdeden bir an olsun ayırmaksızın, sıkılmadan ve eğlenerek izlemelerini sağlamıştı. Evet, tüm siyasi göndermelerinin ötesinde Michael Moore tam anlamıyla bir şovmendi. Dilediği an biz izleyicileri Bush’un bir repliği ile kahkahaya boğuyor, dilediğinde ise kamerasını 180 derece çevirip bizi savaşın korkunçluğu karşısında dehşete düşürmeyi, çocuğunu savaşta yitiren bir annenin haykırışlarıyla bizi göz yaşlarına boğmayı başarıyordu. Moore’un, kurgu masasında, filmin çekimleri sırasında elde ettiği onca görüntünün üzerindeki mutlak hakimiyetini, sınırsızca kullandığı belliydi. Öte yandan tam da bu nedenle kendisini belgesel değil de sıradan bir propaganda filmi çekmekle eleştirenler yanılıyordu. Çünkü ister deniz kuşları ister Yahudi soykırımı üzerine olsun, konu seçiminden kimlerle röportaj yapıldığına kadar aslında her belgesel, milyonlarca olay ve kişi arasından birine odaklanmayı seçerek zaten bir taraf tutuyordu. Bu anlamda, Michael Moore’un, zaten mümkün olmayan evrensel nesnellik gibi bir kaygı gütmemesi yerinde olmuş ve Moore bu tutumuyla geleneksel belgeselciliğe çarpıcı bir eleştiri getirmiştir.
Moore’un Fahrenheit 9/11 ile yapmayı başardığı bir diğer önemli şey de bugüne kadar savaşı bir Hollywood filmi veya bir bilgisayar oyunu jeneriği gibi izleyen Amerikan halkının büyük bölümünü, bugüne değin tanık olmadığı kanlı savaş görüntüleri, ABD askerlerinin yanmış cesetleri, savaşta çocuklarını kaybeden Amerikan ailelerinin acıları ve Irak’lılara uygulanan fiziksel, ruhsal ve cinsel tacizlerin vehameti ile yüzleştirmesi oldu. Belki tüm bunlar birçok insan tarafından zaten biliniyordu ama görsel hafızaları 11 Eylül’de ikiz kulelere çarpan uçakların ve bu kulelerin bir bir yıkılmasının görüntüsü ile doldurulmuş ve intikam için dolduruşa getirilmiş bir halka, intikamın hiç de iç açıcı olmayan sonuçlarının da tüm çıplaklığıyla gösterilmesi ve onların görsel hafızalarına bunların da kazınması, olayların ulaştığı boyutun daha iyi anlaşılmasında etkili olmuştur şüphesiz.
Michael Moore’un gösterdikleri arasında, bizlerin daha çok aşina olup da Amerikalılar’ın pek farkında olmadıkları bu gibi gerçekler dışında, bir de Amerikalılar’ın aşina olup da bizim gibi Amerika dışında yaşayanların pek bilmediği Amerika’ya dair bir hayli yadırgatıcı şeyler de vardı elbette: Özellikle, adeta birer misyoner gibi yaklaşıp yoksul gençleri askere kaydolmaya ikna etmeye çabalayan subayların askere toplama usulünün ve silah şirketleri ile askeri kurumların televizyon reklamı yapmalarının beni bir hayli şaşırttığını söyleyebilirim. Öte yandan Amerikan halkının cahil olduğunu biliyordum ama cehaletlerinin bu denli büyük olduğunu da filmi izlemeden önce tahmin edemezdim. Bin Ladin ailesinin Suudi Arabistan’ın en zengin ikinci ailesi olduğuna ve Suudi mal varlığının Amerikan milli gelirinin yaklaşık yüzde onunu teşkil ettiğinine dair bilgiler de yine Fahrenheit 9/11 belgeselinden öğrendiklerim arasında yer aldı.
Yukarıda kısaca sıralamaya çalıştığım özellikleri, gerek belgeselciliğe getirdiği yeni boyut, gerekse ayrıntılarında göze çarpan dikkat çekici ve şaşırtıcı görüntüler, Fahrenheit 9/11’in olumlu yanlarıydı. Gelgelelim iş filmin içeriğinin genelini, Moore’un meselelere yaklaşırkenki tutumunu, filme yüklenen misyonları ve filmin piyasaya çıkış şeklini tartışmaya gelince, aynı olumlu yargılara varmak güç.
Filmin içi: Moore ne kadar radikal?
Filmin içeriğine yönelik eleştirilerimi birkaç madde altında sıralayabilirim. Bunlardan ilki, film boyunca karşımıza sık sık golf oynarken, dili dolaşırken ve en çok da ne yapacağını bilemezken çıkan Başkan Bush’un gülünçlüğü ile savaşın dehşetinin oluşturduğu tezat. Zira filmi eğlenceli bir mizah yapıtı olarak izleyen seyirci, bir anda alevler içinde kül olan bir şehrin görüntüsü ile karşı karşıya kalabiliyor ve az önce izlediklerinin etkisinden henüz çıkamadığından olayın korkunçluğunu yeterince kavrayamıyor. Bir diğer tezat da Bush’un film boyunca resmedilen inanılmaz aptallığı ile çevirdiği iddia edilen onca korkunç entrika arasında. Nasıl oluyor da Michael Moore’un kafayı taktığı bu aptal Bush, Suudiler, silah şirketleri ve paravan kuruluşları arasındaki bunca karmaşık ilişkiler ağını kavrayıp da onları kendi çıkarı doğrultusunda yönlendirebiliyor? Bu soru film boyunca cevapsız kalıyor. Öte yandan yine de, 11 Eylül’ün önlenememesinden Afganistan ve Irak’ta gerçekleşen savaşlara kadar hemen her şeyin faturası Moore tarafından büyük oranda Bush ve takımına kesiliyor. Peki her taşın altından Bush’un çıkması mümkün mü? Mesele sadece Bush’un varlığı veya yokluğu mu? Elbetteki hayır. Bugün ABD gibi karmaşık ilişkiler ağı üzerine kurulu bir yapıda başkanlık makamı sadece bir formaliteden ibarettir. Zaten bunca aptal bir adamın başkan olabilmesinin başka bir açıklaması da olamazdı herhalde. Bush olsa olsa bir başkanlık simulakrumudur. Ardında bir yüzü ve bir aklı olmayan bir maskeden ibarettir. Elbette Moore, filmi sırasında birçok başka konuya da uzağından veya yakınından değiniyor. Ama yine de Moore’un, filmin en az dörtte üçlük bölümünde yaptığı işte bu bir beyni dahi olmayan bir kukla ile dövüşmekten ibaret. Peki ya Moore’un, ABD’nin politikalarındaki değişimin adresi olarak gösterdiği seçimler, gerçekten bir seçim mi? Daha doğrusu bu seçimde insanların bir tercih imkanı var mı? Katılımın %30’ların altında seyrettiği, katılan her iki partinin de Irak’tan çekilmeyi düşünmediği, olsa olsa “Irak’ta nasıl daha insani oluruz”u tartıştığı bir seçimin sonucunda radikal bir değişim ummak pek akıl kârı gözükmüyor.
Ne var ki, Amerikalılar bunu hep yapıyorlar: Meselelerin “nasıl”ını tartışıp uygulamadaki eksiklikleri gündeme getirip radikal olduklarını ve eleştiri yaptıklarını sanıyorlar. Oysa uygulamaların ve kurumların varoluşunun sorunsallığını gündeme getiren yok. Örneğin Moore çıkıp da tüm devletler ve onların orduları teröristtir diyebiliyor mu? Açık açık, seçimlerde Cumhuriyetçiler’e olduğu gibi Demokrat Parti’ye de oy vermeyin diyebiliyor mu? Cannes şehrinde ödül aldığım Fransa’nın başında bulunan iktidarlar da en az Bush kadar katildirler ve ellerine onun kadar güç geçse aynı şeyleri yapmakta tereddüt etmezlerdi diyebiliyor mu? Para kazanmanın binbir yolu varken, dünya üzerinde, aç kalmak, hapse kapatılmak ve işkence görmek pahasına askere gitmeyi reddeden binlerce insan varken, para için adam öldürmeyi ve askere gitmeyi tercih eden Amerikan’ın evlatları sütten çıkmış ak kaşık değillerdir diyebiliyor mu? Michael Moore, filminde bunların hiçbirini söylemiyor. Iraklı esirlerin başlarına çuval geçirdikten sonra onları yere yatırıp pandik atan Amerikalı askerlerin gösterildiği sahnede, filmin iç sesi, yani Moore, onların aslında iyi, temiz çocuklar olduklarını ısrarla vurguluyor; bu iyi ve temiz çocukların askere gitmeye mecbur bırakılmış ve yanlış bir savaşa gönderilerek kandırılmış zavallılar olduklarını dile getiriyor. Demek ki, Moore’a göre savaşın doğrusu, askerin kendi iradesiyle iyilik adına kurşun sıkanı da var.
Görüldüğü gibi Moore, olaylara hiç de çok boyutlu yaklaşmıyor ve kendisine atfedilen radikal yönetmen yaftasını da kesinlikle hakketmiyor. (Yine de Spielberg’den görece daha radikal olduğu kesin!)
Öte yandan filminin bende bıraktığı intiba, Moore’un zannedildiğinin aksine aslında Amerikan yaşam tarzına bağlı olduğuydu. Zira bir zamanlar Amerika’nın yücelttiği ve dünya çapında savunusunu yaptığı anayasanın üstünlüğü, insan hakları, demokrasi ve adalet idealleri Moore için tartışmasız değerler ve Moore’un bunlara inancı sonsuz görünüyor. Meselesi sadece uygulamanın yetersizliğiyle. Yani işin nasıl’ıyla. Bu yaklaşım, az önce bahsettiğim tipik Amerikan tavrıyla da birebir örtüşüyor. Ve maalesef bu tavır Amerika’da eleştiri olarak kabul ediliyor. Nihayet filmin sonunda Moore, Irak’taki askerleri Amerikan ulusunun koruyucuları olarak yücelterek bombayı patlatıyor. Moore’a göre onların tek suçu yanlış yerde olmak. Böylece Amerikan ulusu ve devleti kavramlarını yeniden üreten Moore açıkça milliyetçi bir söylem oluşturuyor.
Öte yandan Moore’un film boyunca terörü anlamaktan oldukça uzak olduğu da göze çarpıyor. Fahrenheit 9/11, yaygın medyadakinden farksız bir üslupla terörü kötülemek ve lanetlemekle yetiniyor. Bu sırada da kurunun yanında yaşı da yakıyor ve tüm bir Suudi halkını Bin Ladin ve Kral Fahd’ın ailesi ile birlikte neredeyse ırkçı bir biçimde terörizmin sorumlusu olarak mahkum ediyor. Zira Moore’a göre, bunca olaydan sonra Suudiler’in Washington büyükelçiliğinin hala açık olması bile bir hayli yadırgatıcı.
Şimdi Moore’un eleştirileri ışığında geliştirilebilecek alternatifleri düşünelim. Mesela, gerçekten de gelecek seçimlerde Bush kaybetse ve gitse. Yerine bir başkası gelse. Mesela John Kerry gelse! O zaman acaba Amerika, terörü, suratına yumruk atıldığı için sersemlemiş ve bu yüzden de önüne gelene sataşan bir mahalle kabadayısı edasıyla anlamsızca ve sonu başarız olduğu kesin bir şekilde yok etmeye kalkışmaktan varzgeçip terörü anlamaya çalışacak mı? Başka bir soru: 2000 yılı seçimlerini Al Gore kazansaydı ve 11 Eylül olayları yine gerçekleşseydi, Amerika yine en az bir devleti bombalayıp bir diğerini işgal etmekten vazgeçecek miydi? Her iki soruya da benim cevabım “hiç sanmıyorum” olacaktır. Moore’u en radikal eleştirmeni olarak pazarlayan Amerika, bir açıdan da, aslında ülkesinde gerçek anlamda bir eleştirelliğin olmadığını da göstermiş oldu.
Tüm bunlara karşın, yine de Fahrenheit 9/11’in sıcak savaş anlarına dair görüntülerinin hakkını vermek lazım. Bu sahneler arasında beni en çok etkileyen ikisinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Bu sahnelerden ilkinde genç bir Amerikalı asker, savaşırken tankın içinde en çok hangi şarkıyı dinlemekten zevk aldığını anlatıyordu. Bağdat yanarken “burn motherfucker” sözlerini içeren Bloodhoundgang'in Firewaterburn isimli şarkısını dinlemenin en keyiflisi olduğunu söylerken ağzının suyu akan genç askerin yüzü görülmeye değerdi. Hemen ardından ikinci sahnede “burn motherfucker” sözleri yükselerek filmin fon müziği haline geliyor ve alevler içinde yanan Bağdat’ın yıkık dökük bir evinden bir annenin feryadları yükseliyordu. “Çocuğumu aldınız. Eşimi aldınız. Evimi yıktınız. Allah sizin de evinizi başınıza yıksın…. Allah sizin de çocuklarınızı kahretsin… Allah sizin de eşinizi elinizden alsın. Ah neredesin Allahım, neredesin?…” Filmin terörün neden ortaya çıktığını anlamaya en çok yaklaştığı, belki de en radikalleştiği an bence bu andı. Michael Moore buradan hareketle Amerika’ya ve tüm dünyaya karşı topyekun bir eleştiri ağır bombardımanı başlatabilirdi. Ama bunu tercih etmedi. Ve Iraklı annenin feryadı havada asılı kaldı. Hala kulaklarımızda yankılanıyor ve yankılanmaya devam ettikçe Amerikan rüyasının çok geçmeden terörün kabusuna dönüşmesi kaçınılmaz gözüküyor…
Filmin dışı: Sansürlü pazarlama
Nasıl ki, ünlü İngiliz bilimkurgu yazarı Ray Bradbury’nin bundan yaklaşık elli yıl kadar önce yayımlanan eseri Fahrenheit 451, bugünü anlamak ve eleştirmek için artık yetersiz kalıyorsa, Moore’un adını Bradbury’nin eserinden devşirdiği belgeseli de olaylara yaklaşımında belli bir çerçevenin dışına çıkamayışı ve küresel boyuttaki bir meseleyi münferit şahısların münferit kararlarına indirgeyen tutumuyla kendisine atfedilen “radikal” ve “eleştirel” sıfatlarını pek de hakketmiyor. Bradbury 1953’te yayımlanan distopyasında, muktedirler tarafından dünya üzerindeki tüm kitapları yakmakla görevlendirilen itfayeciler (451 derece Fahrenheit skalasında kağıdın yanma ısısıdır) ile kitapları gizleyerek veya ezberleyerek onlara direnmeye çalışan insanlar arasındaki mücadeleyi anlatır ve içten içe, kitaplar ve eleştirel düşünce üzerindeki sansürü protesto eder. Ne var ki, bugün her türlü bilginin dolaşımda olduğu ve internetin bu denli yaygınlık kazandığı bir çağda, sansür mekanizması tam anlamıyla işlevini yitirmiş ve büyük oranda da ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bugün hala sansür uygulamaya çalışanlar ise gazetelerin mizah sayfalarını süslemektedir. Öte yandan çağımızda kitap yakmak veya yasaklamak bir yana, aslında istemediğimiz kadar da çok kitap basılmaktadır. Ve esas sorun artık kitaplara ve eleştirel düşünceye ulaşamamak değil, ortada okumaya ömrümüzün yetmeyeceği kadar çok kitap ve takip etmeye gücümüzün yetmeyeceği kadar çok eleştiri olmasından kaynaklanmaktadır. Fransız düşünür Paul Virilio’nun da dediği gibi, “bilgi bombardımanının bu yoğunluğu, bu şeffaflığı ve bu sınırsızlığı karşısında, insanlar artık olaylar karşısında ileriye dönük bir tutum geliştirme ve bir tavır takınma yetilerini kaybetmiştir.” Adını böylesi bir romandan alan Fahrenheit 9/11 filmi de daha henüz hiç kimse tarafından izlenmeden önce, sansür uygulanacağı, dağıtımının yapılmayacağı söylentileri ile gündeme geldi. Ne var ki, Bradbury’nin zamanında değil 2000’li yıllarda yaşıyorduk ve filmin hakları, sözde bunun dağıtımını yapmaktan çekinen Disney’den alınıp pek cesur Miramax şirketine devredildiğinde, Moore dünyanın dört bir yanındaki beyazperdelerde belirebilmişti. Nihayetinde kimse, filmin gösterimini engelleyecek derecede sesini çıkarmadı, filmlerin yasaklanacağı söylendi ama bu sözde kaldı. Oysa pek tabii yasaklanabilirdi. Tıpkı Sean Penn’in 11 Eylül üzerine çektiği ve yıllarca ikiz kulelerin gölgesi altında yaşayan bir adamın kullerin çökmesiyle beraber güneş ışığına kavuştuğunu gösterdiği, kısa filminin başına geldiği gibi! Oysa Fahrenheit 9/11’in dağıtımı sonuçta engellenmedi, sadece engellenecekmiş gibi yapıldı.
Film, tüm dünyada milyonlarca kişi tarafından izlendi ve bunun karşılığı olarak da milyonlarca dolar hasılat yaptı. Peki böylesi bir filmin yayınına izin verilmesinin nedeni neydi? Savaş ve Bush karşıtı bir filmin milyonlara ulaşması ve bunca popülerlik kazanması bana ABD’nin Irak’a resmen savaş açmasını takip eden günlerde dünya çapında milyonlarca insan tarafından gerçekleştirilen savaş ve Bush karşıtı gösterilerin o zamanki popülerliğini anımsattı. Hatırlarsınız, 15 Şubat 2003’te, sadece Avrupa’da en az 25 milyon kişi savaşı ve Bush’u protesto etmek için sokaklara dökülmüş ve kimse tarafından engellenmemişti. Hem bu gösterilerin hem de Moore’un filminin bu denli yaygınlık kazanırken ciddi bir engelle karşılaşmamış olmasının kanımca üç nedeni olabilir. Birincisi, ya artık kamuoyunun iktidarda bulunanların meşruiyetlerini belirleme konusunda en ufak bir etkisi yoktur ve göstericiler veya sinema izleyicileri, içinde yaşadıkları ve kendilerinin de bir parçası oldukları düzeni kökten değiştirebilecek bir irade gücünden yoksundur ve engellenmemeleri sadece bunun bir kez daha gözler önüne serilmesine yaramıştır, ya da ikincisi, bu gösteriler ve bu tür filmler muhalif kesimin bir anlamda deşarj olmasına yani vicdanlarını rahatlamasına ve muktedirler için radikal bir tehdit olmaktan çıkıp denetlenebilir hale gelmelerine hizmet etmiştir veyahut üçüncüsü, tüm bu sözde muhalefet, halihazırdaki iktidarın rakibi olan başka iktidar odaklarının ekmeğine yağ sürmüştür. Belki de ya/ya da demek yerine her üç durumun da az veya çok etkili olduğunu vurgulamak için hem/hem de demeliydim. Zira, 15 Şubat gösterilerinin de Fahrenheit 9/11’in gösteriminin de ardından, gerçekten de hem savaşın hızında en ufak bir kesinti olmamış, hem muhalif kesim savaş karşısında bir şeyler yapmış olmanın verdiği gönül rahatlığıyla bir hayli durulmuş ve rehavete kapılmış ve hem de ABD’nin içinde Cumhuriyetçiler’in rakibi Demokrat Parti puanlarını, dünya genelinde de ABD’nin rakipleri Almanya ve Fransa prestijlerini artırmıştı.
Bazıları bu son noktada durup Moore’un eleştirilerinin aslında Demokratlar’ı ve Fransızlar’ı da içeren çok daha kapsayıcı bir boyutta olduğunu iddia edecektir. Moore belki de hakikaten Demokrat Parti taraftarı olmayabilir, belki de ABD karşısında Fransa’nın yanında durmayı reddedecektir. Ama yaptığı filmde Bush’u eleştirmeye yüz dakika, Al Gore’u eleştirmeye ise sadece beş dakika ayıran, Avrupalılar’ın savaş karşısındaki pasif tavırlarına bir salise dahi değinmeyen Moore, bu gibi eleştirilere girmemeyi yeğlediğinden ve çıkıp da tüm muktedirleri lanetlemeyi seçmediğinden veya seçemediğinden dolayıdır ki, açıkça başka iktidar odaklarının ekmeğine yağ sürmüş oldu. Filmin ABD’de dağıtım imkanı bulmasında Demokrat Parti’nin girişimlerinin etkili olmadığını iddia etmek saflıktan başka bir şey değilse filmin Cannes’da sadece sinemasal gücü nedeniyle Altın Palmiye ödülünü aldığını iddia etmek de o kadar saflıktır. Yoksa kimbilir belki de yanılıyorumdur. Moore’un hiçbir iktidarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Aslında o Bush’u eleştirirken oyları bizzat kendine istiyor olmalıdır. Evet sonunda vicdanlarımızı rahatlatan yönetmen Moore ağzından baklayı çıkarır. Filmi için bu sefer en iyi belgesel Oscar’ı ile yetinmeyeceğini, hakkının en iyi film ödülü olduğunu açıklar. Bu esnada Iraklı annenin feryadlarını duyan çok olmuş ama ciddiye alan kimse olmamıştır. Moore Irak Savaşı vesilesiyle Oscar’a aday olmaya çalışırken Irak’ta, Filistin’de ve Afganistan’da değişen hiçbir şey olmadı. Maalesef bu durum hala dünyadaki batı merkezci görüşün ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor. Zira bir batılı olan Moore’un filmi, yani gerçeğin Moore tarafından simüle edilmiş versiyonu, neredeyse olayın kendisinden, savaşlardan ve yıkımların gerçekliğinden çok daha fazla yankı buldu. Moore’un muhalefeti, Filistinli, Afganlı ve Iraklılar’ın muhalefetinden kat be kat daha çok saygı gördü, meşru olarak tanındı. İnsanlık belki bir gün Moore’u Oscarla onurlandırarak vicdanını bir kez daha rahatlatacak. Evet dünyanın içine ediyorlar ama kendilerini de eleştirmesini biliyorlar. Bravo!
GERÇEKTEN ÇOKK HOŞŞ İZLENMESİNİ ÖNERİRİMMMMMKAÇIRMAYIN ONA GÖREEE……….:)))
kitabını okuyun çok guzel günümüz dünyasıyla alakalı konular ama yazar romanı 1950lerde yazmasına rağmen bukadr öngörülü düşünmesi şasırtıcı günümüz dünyası giderek montagın hayatına dönnüo biz farkında olmadan zaten farkettirmezler:)