Büyük İskender Geri Döndü!

Dünyayı Kurtaran Adamlarının Soyunun Tükendiği Bir Çağda
Dünyayı Kurtaran Adam Filmlerindeki Patlama Üzerine…

Büyük İskender, kendi çağının bilinen dünyasını baştan aşağı fetheden, insanlık tarihinin ilk büyük fatihiydi. Ne var ki, İskender’in tek amacı, sadece tüm dünyayı fethetmiş olmak değildi. Aynı zamanda uygarlık ile özdeşleştirdiği antik Yunan Medeniyeti’nin değerlerini yaymak, özgür aklın ve insan iradesinin egemen olduğu yeni bir dünya kurmak için de yola çıkmıştı. Hocası Aristo’nun sakin, erdemli ve akılcı olmayı, nefsini terbiye etmeyi, tutkularını, hırslarını ve arzularını denetim altına alıp aşırılıklardan kaçınmayı öğütleyen öğretisini, fetih tutkusu ve tüm dünyanın hakimi olma arzusuyla reddedip Asya’ya bayrak açtığında henüz 21 yaşındaydı. Yola çıkarken sadece geniş toprakları değil tarihi de fethederek ölüme meydan okumayı aklına koymuştu. Bir Asyalı ile evlendi. Bu tercihi, insanların birbirleriyle eşit olduğu bir dünyada farklı halkları aynı evrensel felsefe altında kaynaştırma idealinin sembolik bir dışavurumuydu. Dolayısıyla İskender’in Aristo’ya ihanet ettiği iddiası çok da doğru değildir, bilakis İskender’in fetihleri, son büyük temsilcisinin Aristo olduğu antik Yunan felsefesinin ve yaşam tarzının geniş topraklarda yaşayan birçok farklı kavme kabul ettirilmesi ile sonuçlanmıştı. Ne var ki, Aristo’nun tavsiyelerini dinlememiş olması İskender’in yeni bir dünya yaratırken kendi yaşamını tüketmesine yol açacaktı. Bedeni, ruhunun doymak bilmeyen fetih hırsına ancak 33 yıl dayanabildi. Ama İskender bu kısa ömründe ayak bastığı üç kıtada fikirlerini kendi adıyla birlikte yaşatacak onlarca İskenderiye şehri kurdurarak ölümsüzleşti. Amfi tiyatroları, ihtişamlı heykelleri, büyük kütüphaneleri ve devasa deniz fenerlerinin aydınlattığı geniş limanlarıyla tüm İskenderiye şehirleri, binlerce yıl Hellen ve Roma medeniyetlerinin kültür ve felsefe başkenti oldular. Aradan geçen nice yılların ağırlığı altında şehirler bir bir yıkılsa da fikirler taş duvarlardan daha dayanıklıydı ve birçoğu enkazların altından sağ çıkmayı başardı. Ve nihayet, kurduğu onlarca İskenderiye şehrinde yetişen torunlarının torunlarının torunları, bugünkü medeniyetlerinin temelini attığına inandıkları Büyük İskender’i beyazperdede yeniden yaratmayı, geçmişi bugüne taşımayı ve tarihi şimdiyle buluşturmayı başardı.
Oliver Stone’un Büyük İskender filminin internette dolaşan ilk fragmanlarındaki sloganlar Batı uygarlığının eriştiği bu aşamada, geçmişine olan vefa borcunu unutmadığını vurguluyordu adeta: “He lived, he still lives!” (O yaşadı, o hala yaşıyor!) Kısacası döngü tamamlanmış ve İskender’in ektiği tohumlardan yeşeren uygarlık, onu yüzlerce yıllık uykusunun ardından, sinema ekranında diriltmeye ve yeniden karşımıza çıkarmaya vâkıf olmuştu. Elbette bu sefer sanal bir kahraman olarak.

Film için düşünülen ilk tanıtım sloganı ise şöyleydi: “The greatest legend of all was real” (Tüm zamanların en büyük efsanesi, gerçekti). Böylece yapımcılar, adeta, son dönemlerde oldukça popülerleşen fantastik anlatılı filmlere meydan okuyor ve ‘gerçeklik’ üzerine vurgu yapıp kendi filminin tarihi ‘çarpıtmadan’ veya ‘abartmadan’ yansıttığını söyleyerek, izlenecek efsanenin seyirciler üzerindeki etkisini daha baştan artırıyordu. Ancak film piyasaya çıkmadan hemen önce bu tanıtım sloganı “Fortune favors the bold” (talih cesur olanın yanındadır) şeklinde değiştirilerek tarihsel ve politik bir bağlam yerine daha kişisel ve karakteristik bir vurgu tercih edildi. Bu karakteristik vurgu, filmi izlediği esnada kahramanla özdeşim kurması beklenen seyircinin, “cesaret” sıfatı üzerinden çok daha kolaylıkla bir bağ kurmasına olanak veriyordu.
Bu değişikliğe rağmen, aslında Büyük İskender filmi, her iki slogandaki iddiayı da aynı anda bünyesinde barındırıyor. Film, hem özgül bir tarihi gerçekliği yansıttığını hem de cesaretin, kahramanlığın ve aşkın evrensel destanını gözler önüne serdiğini iddia ediyor. Böylece filmi hem bir tarih dersi olarak okumak hem de filmi izlerken üç saatliğine de olsa büyük bir efsanenin kahramanı ile özdeşleşmek mümkün. Öte yandan, yine de çağımızda seyircinin böylesi bir filmden beklentisinin tarihi gerçekleri görmekten çok, bir kahraman ile özdeşleşmek yönünde olduğunu ve bu nedenle de bu slogan değişikliğinin gayet bilinçli bir şekilde ve gayet yerinde yapıldığını şimdiden söyleyebiliriz.
Büyük İskender filminin bahsi geçen bu iki slogandaki iddialardan türeyen iki farklı boyutu aşağıda göreceğiniz gibi, bu yazının da iki alt başlığını oluşturuyor. Zira bu iddialar zihinleri kurcalayan ve tartışmayı bekleyen birtakım soruları da beraberinde getiriyor. Cevaplamaya çalışacağımız sorulardan ilki ‘tarihsel gerçeklik’in ne olduğu, böyle bir tanım yapmanın mümkün olup olmadığı olacak. Ardından da çağımız sinema seyircisinin neden tarihsel gerçeklik kaygısından çok, başroldeki kahramanla özdeşim kurma kaygısı taşıdığını sorgulayacağız. Elbette, tüm bu sorgulamalar sadece Büyük İskender filmine yönelik değil. Başrolünü Mel Gibson’ın oynadığı, 1995’te gösterime giren Braveheart filminin açtığı çığırda, tarihi veya fantastik olsun epik kahramanlık öyküleri neredeyse bir furya haline geldi. Dev bütçeli üç filmin, Truva, Kral Arthur ve Büyük İskender’in arka arkaya gösterime girdiği 2004 yılının ise bu tür filmler konusunda bir patlama yılı olduğunu söylemek abartılı olmaz sanırız. Büyük İskender bu furyanın zirvesini temsil etmesi ve yukarıda söylediğimiz gibi döngünün tamamlandığı nokta olması anlamında sembolik bir değer taşıyor. Ve tabii çok somut birkaç temel ortak özellik içermesi dolayısıyla artık “tarihi-epik filmler” gibi bir kategori altında sınıflandırabileceğimiz bu yapımları yeni bir akım olarak masaya yatırmamızın zamanın geldiğini haber veriyor.

Tüm Zamanların En Büyük Efsanesi, (Ne Kadar?) Gerçekti

Geçmişte gerçekleşmiş olaylar üzerine bir film gösterildiğinde ilk yapılagelen tartışma genellikle bu filmlerin tarihi gerçekliği çarpıtıp çarpıtmadığı üzerine oluyor. Ne var ki, ister söz konusu filmin gerçekleri çarpıttığını ister çarpıtmadığını savunun böylesi bir tartışmaya girişmek daha baştan ortada nesnel bir tarihi gerçeklik olduğu önkabulünü yapmayı gerektiriyor.
“Gerçekten de William Wallace diye biri yaşamış mıydı?”, “En hakiki Kral Arthur efsanesi hangisiydi?” “Truva filmi Homeros’un İlyada’sında anlatılanlar ile çelişiyor muydu?”, “Büyük İskender hakikaten biseksüel miydi?”
Böylesi sorular ve bu soruların ardından kopan fırtınalar filmler piyasaya çıkmadan çok önce basını meşgul etmeye başlıyordu. Seyircinin aldatıldığını söyleyen tarihçiler ve tarihin çarpıtıldığını söyleyen siyasetçilerin demeçleri manşetlerden düşmezken yönetmenlerin bir kısmı da sonuna kadar filmlerinin arkasında durup, eserlerinin hakikiliğini savunuyordu. Ne var ki, işte tam da bu tartışmanın kendisi aslında ‘tarih’in bizzat bir söylemsel mücadele alanı olduğunun belki de en çarpıcı göstergesiydi.
Pozitif bilimlerin ve bilgilerin üstün, tarafsız, nesnel ve evrensel olduğu yönlendirmesi ile şartlandırılmış zihinler, elbette bu tür filmlere dair tartışmalar gündeme geldiği zaman, hakikatin ne olduğu konusunda işin ‘uzman’ı olan tarihçilere güveneceklerdir. Peki ya hangi tarihçilerin görüşleri hakikati söylemektedir? İlkokul ders kitaplarında yazanlar mı gerçek tarihtir orada yazanların tam tersini söyleyen kimi üniversite hocaları mı haklıdır? Yoksa bağımsız araştırmacıların çalışmalarına mı güvenilmelidir? Onların da kendi aralarında ortak bir görüşleri elbette yoktur. Kısacası buradan çıkan sonuç çağımızın son büyük düşünürü Michel Foucault’nun da söylediği gibi tarih dediğimiz şeyin aslında inşa edilmiş bir söylemden ibaret olduğudur. Elbette inşa edilmiş olan tekrar tekrar yıkılıp yeniden inşa edilmeye müsaittir ve bu nedenle geçmişe dair hakikatin temsili mücadelesi açıkça bir hegemonya mücadelesidir de. Yani tarih statik bir şey değildir, çağın algısı ve hakim söylemi çerçevesinde sürekli değişir. Tarih hakkındaki yorumlar bundan yüz sene öncesine göre bugün çok daha farklıdır.
Bu perspektiften bakarak Büyük İskender filmine tekrar dönecek olursak, örneğin film çerçevesinde dönen “İskender biseksüel miydi değil miydi” tartışmasının bir tarihi gerçekliğin tespit edilmesi meselesinden çok, içinde yaşadığımız çağa dair bir söylem mücadelesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira büyük ihtimalle eşcinsellik İskender’in yaşadığı dönemlerde ayrı bir kimlik kategorisi olarak dahi tanımlanmıyordu. Oysa bugün bu tartışma eşcinsel kimliğinin halihazırdaki meşruiyet mücadelesinden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla her ne kadar Oliver Stone’un filmde İskender’i eşcinsel olarak göstermekteki ısrarı tarihi gerçeklerden ödün vermemek adınaymış gibi gözükse de Stone, aslında eşcinsel kimliği üzerine son derece bugüne dair bir tartışmanın tarafı olmuştur. Öte yandan Oliver Stone’a karşı dava açan ve İskender’in asla eşcinsel olmadığını savunan Yunanistanlı avukatlar ise, yine sonradan inşa edilmiş Antik Yunan ve bugünkü Yunanistan arasındaki sözde tarihi devamlılığın bekçiliğini yaparken, bugünün değerleri ile geçmişi bağlamaya, tanımlamaya çalışmaktadır. Aslında özetle şu söylenebilir ki, bugün tarihe bakış açımız tamamen içinde yaşadığımız çağın bağlamı, değerleri ve ahlak ilkeleri çerçevesinde şekillenmektedir.
Öte yandan tarihe dair hakikatin, inşa edilmiş bir söylem olduğunu kabul ediyorsak buradan çıkaracağımız bir sonuç daha vardır: O da, Büyük İskender, Truva, Gladyatör gibi filmlerin tarihe dair kendi yorum ve kurgularını sergilerken tarih ders kitaplarında yazan kurgulardan aslında tarihi hakikati temsil etme noktasında değerce bir farkları olmadığıdır. Truva Savaşı’nı, Homeros’un İlyada kitabı ne kadar açıklıyorsa Wolfgang Petersen’ın Truva filmi yahut falanca profesörün tarih kitabı da o kadar açıklıyordur. Her biri kendi yöntemi ile olaya yaklaşmış ve onu kendi üslubu ile yansıtmıştır. Aynı olaya dair bu üç farklı yorumun üçü de aslında aynı değerdedir. Hangisinin kabul göreceği ise çağın söylemi ve bireylerin algılamasına göre değişecektir.
Bu durumda yarı belgesel nitelikli oldukları, yani tarihi gerçekliği daha ‘nesnel’ yansıttığını iddia edilebilecek Cezayir Savaşı, Ülke ve Özgürlük gibi birtakım siyasi içerikli filmlerin de tarihi kurgulamaları ve taraflı olmaları bağlamında son dönemdeki popüler tarihi filmlerden çok da bir farkları olmadığı anlaşılacaktır.
Keza, Oliver Stone da film içinde yaptığı göndermelerle tarih, efsane, mit, kurgu ve söylem arasındaki muğlaklığı gözler önüne sermekten çekinmez. Hikayenin sonlarına doğru filmin iç sesi, İskender’in gerçekte büyük ihtimalle Hindistan seferi sırasında savaş meydanında öldürülmüş olduğunu söyler. Ama hemen ardından İskender hakkında anlatılagelen efsanenin burada bitmeyerek devam ettiğini dile getirir. O zaman film de devam edecektir. Ve izleyciler bu noktadan sonra İskender’in Hindistan seferinden Babil’e dönüş yolculuğunu izlemeye başlarlar.
Bu pasajdan çıkan sonuç, belli bir tarihi olayı kendine konu seçen filmlerin, ‘gerçek’ tarihi çarpıtmaktan dolayı yargılanamayacağıdır. Zira ortada nesnel bir gerçeklik değil inşa edilmiş söylemler vardır.
Ne var ki, aslında burada uzun uzadıya anlatılagelen bu açıklama belki de siz okuyuculara çok sıkıcı gelmiştir. Çünkü belki de aslında zaten kimsenin artık bu tür epik filmlerin tarihi gerçekçiliğini sorguladığı yoktur. Aslına bakarsanız, tarih üzerine bunca yazılıp çizilmesi, bunca demeçler verilmesi, bunca konuşulması, bunca gönderme yapılması, geçmişe dönük türlü moda akımları ve eski mimari tarzların yeniden diriltilmesi ile adeta tüm çağları aynı yaşadığımız, bununla yetinmeyip tüm çağlara dair tüm olasılıkları da aynı anda denediğimiz bir çağa dönüşen içinde bulunduğumuz yüzyılda, tarihin ortadan kaybolmaya yüz tuttuğu dahi söylenebilir. Baudrillard’ın deyimiyle sinemanın yaptığı da tarihin “bize özgü bir mite”, “retro bir senaryoya” dönüşerek ortadan kaybolduğu bir yüzyılda bu ortadan kayboluş sürecine katkıda bulunmak olmuştur.

Talih Cesur Olanın Yanında(mı?)dır
Tarih eğer inşa edilmiş bir kurgu ise ve bu da bilinen bir gerçek ise, bunun biliniyor olması bizlerin de artık birer kahraman olamayacağımız anlamına geliyor. Zira her daim ‘cesur olanın’ yanında olan tarihin yok oluşu cesur kahramanların talihinin de tersine döndüğünü habercisi.
Artık dünyayı kurtaran adamlar yok. İletişim ağlarının ve paparazzilerin bu denli yaygınlaştığı bir çağda Andy Warhol’un postmodern çağda ünlü olmak üzerine söylediklerini kahramanlık temasına uyarlarsak diyebiliriz ki, bugün kimse 15 dakikadan fazla kahraman olamayacak; çünkü 15 dakika sonra birileri çoktan onun rezilini çıkarmış olacak.
Peki nasıl oluyor da böylesi bir dönemde destansı kahramanlıkları konu edinen filmlerde böylesi büyük bir artış gerçekleşiyor? İlginçtir, dünyayı kurtaran adamların soyunun tükenmeye yüz tuttuğu böylesi bir çağda, tarihi veya fantastik bir epik-kahramanlık öyküsünü konu edinen türlü filmlere yönelik büyük bir ilgi patlaması yaşanıyor. Ardı ardına filmler çekiliyor. Gerçekten de kahramanlık olgusunun yok oluşu ile kahramanlık filmlerinin artışı arasında şaşırtıcı bir ters orantı var. Keza içinde yüzdüğümüz banallık, bayağılık ve sıradanlık her geçen gün yaygınlaştıkça yine bu tür filmler sesini daha çok duyurur oluyor. Nihayet bu trend, dünyayı yönetecek kişi olarak George W. Bush gibi birinin seçildiği, koca dünyanın ıkına sıkına çıkarabildiği en büyük kahramanın George W. Bush olduğu 2004 yılında, Truva, Kral Arthur ve Büyük İskender gibi üç dev yapımın arka arkaya vizyona girmesi ile doruk noktasına ulaşıyor.
Elbette tüm bunlar bir tesadüf değil. Tıpkı Büyük İskender filminin başta da belirtildiği gibi slogan değişikliği yapmasının tesadüf olmaması gibi…
Dünyadaki kahramanlık nosyonu yok olup gittikçe, ihtiyaç duyduğumuz kahramanları daha çok fantezilerimizde arıyoruz ve sinemanın büyülü perdesi de bizim için elinden geleni yapıyor. Üstelik bu sefer, kahramanı idol olarak benimsemekle kalmayıp birebir özdeşlik de kurabiliyoruz. Hepimiz, senaryo yazarlarının ve yönetmenlerin de yardımıyla o filmleri seyrederken üç saatliğine de olsa, birer Gladyatör, birer Kral Arthur, birer Büyük İskender oluveriyoruz. Kısacası sinema her birimize baştan aşağı bizim kahramanlığımızı kutsamak için yaratılmış bir evren içinde solipsist bir keyif veriyor.
Braveheart’tan bu yana Gladyatör’de, Truva’da, Kral Arthur’da, Büyük İskender’de aşağı yukarı hep birbirine benzeyen klişe karakterler karşımıza çıkıyor: Kişisel bir hırsı veya intikam arzusu yani yürekten inandığı bir şeyi olan ancak bu hırsı ve arzusu sonucu giriştiği macera sadece kendisini değil tüm bir dünyayı etkileyen, tüm bunları yaparken de genç ve güzel bir kadının aşkını kazanan bir karakter. Ama her halükarda sosyo-politik ve tarihi belirleyiciliğinden çok kişisel yaşantısı öne çıkartılan ve böylece özdeşim kurulması kolaylaştırılan bir karakter. Tüm bu özelliklerin ne kadar klişe olduğunu söylersek söyleyelim yine de tüm inançların tükendiği, ütopyaların mümkün olmadığı, aşkın çoktan bittiği, dünyayı değiştirme iradesinin ise insanın elinden çıktığı bugünkü dünyamızda böylesi bir karakterin asla erişemeyeceğimiz değerlere ulaşmış olduğunu görebiliyoruz. O yüzden de üç saatliğine bir şeylere inanmayı, bir amaca bağlanmayı, aşık olmayı ve olunmayı, dünyayı değiştirmeyi bir sinema biletine değiştirmekten çekinmiyoruz. Ve yine o yüzden çoğu zaman bu filmleri bazen saçma olduğunu bile bile, mantık hatalarını gördüğümüz halde, yine de kahramanla özdeşliğimizi koparmadan izliyoruz. Belki de epik filmlerde karşımıza çıkan saçmalıklar ve absürdlükler gerçek dünyadaki hayatımızın bayağılığının birer yansıması olarak izlemekten kendimizi alıkoyamadığımız ‘Ünlüler Çiftliği’ veya ‘Gelin-Kaynana’ misali birbirimizi gözetleme programlarındaki sıradan saçmalıkların yanında devede kulak kaldığı için…
Epik filmleri izlerken artık bir tarihi gerçeklik kaygısı gütmediğimiz gibi, bilimsel veya alışıldık bir evren arayışı içinde de değiliz. Bu bağlamda, bir kahramanla özdeşim kurulan epik filmler kategorisine daha önce adını zikrettiğimiz filmlere ilaveten rahatlıkla Yüzüklerin Efendisi ve Yıldız Savaşları gibi fantastik serilerini de ekleyebiliriz. Yıldız Savaşları’nın birinci ve ikinci bölümleri de Yüzüklerin Efendisi serisinin tamamı da Braveheart’tan sonra yapıldı ve her iki seri de bu dönemlerde epik filmlere dair ilginin artması trendinden bir hayli nasiplendi. Her ne kadar bu görüşe karşılık, Yıldız Savaşları ve Yüzüklerin Efendisi’nin çok farklı bir janrı temsil ettiği ve zaten kendi hayran kitlelerini barındırdığına dair haklı bir eleştiri getirilebilecek olsa da, hem az önce tasvir edilen kahraman klişesi etrafında dönen olay örgüleri hem de savaş sahnelerindeki teknolojik benzerlikleri gözden kaçırmamak gerekir. (Truva ile Yüzüklerin Efendisi’nin savaş sahneleri, neredeyse aynı filmin farklı kostümlerle çekilmiş hali gibiydi.)
Kısacası, gerçek dünyadaki kahramanlık nosyonunun yok olup gittiği ve bu durumda bizlerin ihtiyaç duyduğumuz kahramanları daha çok fantezilerimizde aradığımız bir dönemde, sinema teknolojisindeki hızlı gelişmenin de bu fantezilerin yaratılmasında ve böylece o solipsist hazzın hissedilebilmesinde önemli bir etken olarak göz ardı edilmemesi gerekiyor.
Nihayet yazımızın sonlarına geldiğimiz şu satırlarda tarihi-epik film olgusuna içinde yaşadığımız çağ bağlamında bir bütün olarak baktığımızda, özetle bu filmlerin gerek teknik başarıları gerekse özdeşim kurdurmadaki yetenekleri dolayısıyla gerçek dünyada kaybettiğimiz değerlerin sanal kopyalarını üreterek ruhumuzu besleyen ve bizlere kısa süreler için de olsa birer kahraman olma imkanını bahşeden yapıtlar olduğunu söyleyebiliriz.
O zaman, savaşların da kahramanlıkların da artık er meydanında değil imajlar evreninde kazanıldığı bir dünyada sinema salonlarındaki koltuklarımıza gömülelim ve bizleri yeniden kurtarmak için bu kez 2300 yıllık uykusundan uyanıp geri dönen beyazperdedeki Büyük İskender’in kılıcını çekip gündelik sıkıntılarımız ve sıkıcı yaşamımızın kafalarımızın içine attığı Gordion Düğümü’nü bir darbede kesip atmasını keyifle bekleyelim. Yeter ki, biz sinik sinema izleyicileri İskender’i izlerken kimse gölge etmesin, başka ihsan istemeyiz…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s