Sabah erkenden kalktı, elini yüzünü yıkadı, kahvaltısını ederken masada gözüne ilişen uzaktan kumandanın tuşuna dokundu ve televizyonu açtı. Televizyonu açmasıyla bir anda sabahın o durgun ve kırılgan mahmurluğu paramparça olurken odanın içini, hızla akan rengarenk kareler ve anlaşılmaz cümleler doldurdu. Canhıraş bağırışlar, kahkahalarla gülmeler, hıçkırıklarla ağlayışlar boğdu evinin salonunu. Tüm renkler ve tüm sesler birbirine karışıyordu adeta. Hiçbir şey yapması gerekmiyordu gözünü ve kulağını açık tutmaktan başka. Her şey, tüm dünya, önünden akıp geçiyordu sanki. Yalanlar, dolanlar, savaşan ordular, şuh kahkahalar, aynı tempoda hızla çalan yüksek müzik, üst perdeden atanlar, alt perdeden tutanlar, sonra tekrar, tekrar yalanlar. Gözünün içine baka baka söylenen yalanlar. Beynini uyuşturmaya, onu ele geçirmeye çalışan görüntüler. Bu aletin yaşayan hemen herkesin evinde olduğunu biliyordu. Herkes günde dört beş saat aletin önünde yalanları dinliyordu. En sonunda da insanlar kendi yalanlarına inanıyordu, başka çıkış yok. Artık “ezilenler” kavramı, iktidarın teknolojik aygıtları karşısında boyun eğmeye zorlanan herkesi kapsıyordu ve sınıfsal ayrımlar silikleşiyordu. Ezen, ezilen arasında ayrım kalmamıştı aslında. Görüntüsü izlenen de ondan yaşaması istenilen hayatı yaşıyordu sadece. Başka çıkış yok. Televizyonu parçalamak, pencereden aşağı atmak geldi içinden.
Luddit’ler geldi birden aklına. Sanayi devriminin hemen ardından makinelerin, işlerini ellerinden alacağı düşüncesiyle özellikle dokuma tezgahlarına saldıran ludditlerin isyanı, iktidar sahiplerinin onlar için hazırladığı ve onlara dayattığı, hayatlarını daha da yoksullaştıracak, ölümüne çalışmaya zorlayacak bir geleceğe karşıydı. Bu gelecek onlar için, ama onlara rağmen hazırlanmıştı. İsyanları umutsuzdu, kazanma şansları hiç yoktu. Endüstrinin hayatlarına getirdiği olumsuz sonuçları engelleyemediler. Şiddetle cezalandırıldılar, işkenceye uğradılar, infaz edildiler. Fakat, o tarihsel anda asıl olan direnmekti ve makine kırıcılar bunu fazlasıyla başardılar. Yenilgileri dramatik, fakat direnişleri onurlu ve otantikti. Yüreklerinin derinliklerinde hissettikleri haksızlığa ve adaletsizliğe uğramışlık duygusuyla ayaklanmışlardı.
O da haksızlığa uğradığını düşünüyordu. Ama makineler karşısında ludditler kadar çaresiz değildi! Uzaktan kumandanın tuşuna bir kez daha basarak televizyonu kapattı ve sokağa çıktı.
Hızla adımladı dar sokakları. Erkenden işlerini halletmek istiyordu. Vergi dairesinden içeri süzülürken kapıdaki kameraya takıldı gözleri. Bir süre duraksadı, sanki göremediği binlerce göz onu izliyordu. Kalbine bir bıçak gibi saplanan bu bakışmadan hemen sonra girdi içeri. İçeride de ona küçük çirkin ekranlarından göz kırpan birkaç kamerayla daha karşılaştı ama aldırmadı veya aldırmıyormuş gibi yaptı. Yarım saat sonra kendisini tekrar sokakları adımlıyorken buldu. Herkesin özgürce yürümeye hakkı olduğu düşünülen sokakları… Gerçekten özgür müydü peki? Etrafta bunca göz onu gözetlerken özgür müydü?
19.yy’da hapishanelerin, akıl hastanelerinin, ıslahevlerinin ve okulların yaklaşık aynı zamanlarda ortaya çıkmasının bir tesadüf olmadığını düşündü. Mekanlara kapatılan, kontrol altında tutulan insanlık, bu kapalı alanlarda iktidarların kendisini yeniden ve tekrar tekrar üretmesinin nesnelerine dönüşüyorlardı. Toplumu, kendi yarattığı suni “suç” ve “deli” kavramlarına uyan suçlulardan ve delilerden koruyan ve sözde, halkın güvenliğini sağlayan devlet, gençleri okullarda ıslah ederek “kötü” yola düşmelerini engelliyordu. Ama o günlerde yine de hapishanelerin ve okulların uzağında özgür bir yaşam mümkündü. Oysa bugün çember daralıyordu. Attığı her adımı gözetleyen, onu numaralandıran, sınıflandıran ve tek tiplileştirenler, bugün artık insanlığı; hapishaneler, okullar ve akıl hastanelerinin de dışına, yaşadıkları evlere ve sokaklara kapatıyor ve böylece adeta her yer bir hapishaneye dönüşüyordu. Özgürlüklerin düşlenmesini dahi olanaksız kılan bu “mutlak tahakküm ağı”, iktidarın kendi varlığını devam ettirmesini sağlayan ve insanlara “özgürmüş” hissi veren sınırlı alanları da ortadan kaldırarak belki de kendi sonunu hazırlıyordu.
Evet, kendi sonunu hazırlıyor diye düşüyordu dalgın dalgın. Birden bir arabanın kornasıyla irkildi. Ani bir refleksle kaldırıma doğru hamle yaptı. “Görmüyor musun kırmızı yanıyor, …….” Şoförün ağzından köpükler saçarak savurduğu küfürleri duymadı bile. Bedeni kaskatı kesilmişti. Kıpırdamayı çok istediği her halinden belli olan ama bir türlü kıpırdayamayan kırmızı adama dikmişti gözlerini. Sayaç geri sayıyordu. 4..3..2..1 ve kırmızı adam bir anda kaybolup yerini, ayağını omuzları aralığında açmış, aslında pek de yürümek istemeyen ama acele bir işi olduğu için yürümek zorunda kalan yeşil adama bıraktı. Bu arada kendi ayakları da onu caddenin karşısına geçirdiler. Tekrar dar bir sokaktaydı…
Sokakta yalnız başına yürürken hafifçe başını kaldırdı. Göz göze geldiği birinden farklı pencerelerin ardında hep yüzlerce farklı hayatın akıp gittiğini hayal etti. Dışarıdan, perdeleri sımsıkı kapalı o pencerelere bakarken, herkesin kendine göre ne kadar farklı dertleri, farklı beklentileri, farklı yaşamları olduğunu düşündü ve hiç bilmediği ve belki de asla bilemeyeceği ama yine de merak ettiği bunca farklı yaşamın var olmasını heyecan verici buldu.
Lakin bir süre sonra düşüncelerinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu fark etti. Gerçekte her evin penceresi ardından aynı görüntüler yansıyor, televizyon denen renkli kutuları önündeki koltuklarda oturan zihinler aynı şartlandırmalara maruz kalıyordu. Tek tip, homojen ve öyle olduğu için yönlendirilmesi kolay bir toplum inşa etmekteydi televizyon. İnsanlar, arkadaş, eş, dostlarıyla geçirdikleri zamanın çok daha fazlasını kulağa çok aşina tanımıyla “dünyaya açılan pencere”nin önünde geçiriyorlar, onunla eğleniyor, onunla gülüyor ve ağlıyor, onunla seviniyor ve üzülüyorlar, deşarj oluyorlardı. Gerçekteyse hapsedildikleri yüksek apartmanların dört duvarı arasındaki hücrelerinde isyan etmemeleri için yatıştırılıyor, uyuşturuluyorlardı. Ve bir gün televizyonları bozulup da tamire gittiğinde, boş duvarlara boş gözlerle bakıp hayatın anlamsızlığı ve boşunalığıyla baş başa kalıyorlardı. Bu, evinde yiyecek yemeği olmayan ama Tv’si olan milyonlarca insan “eskiden yaşayanlar zamanlarını nasıl dolduruyorlarmış, ne sıkıcı bir yaşam olmalı onlarınkisi” diyerek tekrar televizyona kavuşacakları günü sabırsızlıkla bekleyenlerdi.
Sokağın köşesini dönerken bir internet cafe gördü. Elektronik postasına gelen son mektuplara göz atmak için içeri girdi. Bir bilgisayarın başına oturdu. Sayfa açılırken içini bir sıkıntı kapladı tekrar, bir önseziydi bu belki. E-mail adresine gelen bir mektupta bir daha mesajlarında “-bu tarz- konulara değinmesinin sakıncalı olacağı” yazıyordu. Demek dostlarına attığı mailler sansürden geçip okunuyordu. Artık yeterdi. Her yerde gözler, gözleyenler, gözetleyenler… “Biri bizi hep gözetliyor”, diye sayıkladı. “O gözleri kör edeceğim.
Gözetleyenlerden gözlerini aldıktan sonra artık isteseler de göremeyecekler beni.”
Klavyenin tuşları tıkırdamaya başladı. Binlerce kilometre yükseklerde bir uydunun onun parmak hareketlerini takip ettiğini biliyordu ama artık çok geçti. Ok yaydan çıkmıştı bir kere.
İlk çağlarda ve feodal dönemde “toprak mülkiyeti” sayesinde efendilik taslayanlar sanayi devriminden sonra sermayeleriyle tahakküm kurmuşlardı. Bugünse bilginin mülkiyetini ve iktidarını ellerinde, tekellerinde tutuyorlardı. Oysa, teknoloji ilerledikçe ve iktidar ilişkileri, birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı karmaşık mekanizmalara dönüştükçe, bu iplerden birini koparıp zincirleme bir reaksiyon başlatma imkanını da artmıştı. Saldırılması gereken iktidarın teknolojik araçları, gözleri, kulaklarıydı. Böylece, elinden silahı alınmış bir polisin polisliği nasıl sökmezse, tv’leri, bilgisayarları, iletişim araçları olmayan 21.yy efendileri de açgözlü emellerine ulaşamayacaktı.
O da bunu biliyordu. Parmaklarının tıkırtısı son ve güçlü bir vuruşla sona erdiğinde özgürlük virüsü e-devlet sitelerine çoktan bulaşmıştı. Emniyet, vergi ve bakanlık sayfalarında davetsiz bir misafir, gülümseyerek ziyaretçileri selamlıyordu artık. Birazdan şehirdeki tüm kameralar ölüm uykusuna yatacak ve televizyon yayınları uzun bir süre geri gelmemek üzere son bulacaktı. Ona gözlerini dikmiş sinsi uyduları da unutmamıştı. Gökyüzünden bir bir küçük yıldızlar kayarken o da gözlerini kapadı. Bundan sonra olacakları görebilmesi için artık gözlerine ihtiyacı yoktu.
Bir çırpıda okudum.Aykırı bir öykü.Kurgu da anlatılanlar da fena değil.Dövüş Kulübü gibi yani karanlık bir noktada.Çözümsüzlük ve kıstırılmışlık sanırım sebep.Bir çıkar yol aramak gerek belki bilim ve teknolojinin sapkın iktidarına karşı.Başkaldırı nedense uyduruk,karşı çıkılanı başka bir yoldan üretmeye aracılık ediyor malesef…