Seçimlerin hemen ardından gerek liberal gerekse sol çevrelerde gözlemlenen değişime ve uzlaşıya dair iyimser hava yerini yavaş yavaş hayal kırıklığına bırakıyor. Gerek AKP’nin seçim propagandası süresince ürettiği son derece yüzeysel çoğulculuk, kapsayıcılık ve uzlaşı söylemi karşısında kendi farklılığını ortaya koyacak yerde bu söylemlere eklemlenen, gerekse AKP’nin yüksek bir oy oranıyla seçimleri kazanmasının ardından hükümetin varolan düzeni yani sınıfsal eşitsizlikleri, süregiden ırkçılığı, yoksulluğu ve çatışma ortamını muhafaza etmeye yönelik politikalarını ifşa edeceği yerde AKP hükümeti tarafından tanınma, ciddiye alınma ve meşru görülme siyaseti güden tüm oluşumlar iktidar alanı içinde silinip gidiyor. Oysa AKP’ye ümit bağlayanların bu ümitlerinin boş olduğunu görmeleri için AKP’nin seçim stratejisini biraz daha dikkatli analiz etmeleri yeterli olabilirdi. Seçim dönemi boyunca Kuzey Irak’a yönelik olası bir operasyonu engellediği iddiasıyla Kürt seçmenlerin oyunu talep ederken tam da aynı dönemde Türkiye sınırları içindeki operasyonların 90lı yılları andırır derecede şiddetlenmesine yeşil ışık yakan AKP hükümeti değil miydi? Sahip olduğu belediyeler aracılığıyla yıllardır yoksullara gıda, sağlık ve barınma konularında yardım yapıp geniş kitlelerin kısa vadeli taleplerini tatmin ederken aynı zamanda yoksulların uzun vadede her zaman yine yoksul ve dolayısıyla her zaman yardıma muhtaç, bağımlı ve zorunlu bir işgücü olarak muhafaza edilmesini amaç edinen de yine AKP değil miydi? Baskın Oran’ın, Ufuk Uras’ın ve birçok DTP’li adayın seçim kampanyaları süresince AKP’nin farklı kimlik ve görüşleri hoş görmeye yönelik uzlaşmacı söylemine kapılıp bu uzlaşının aslında herkesin AKP’nin görüş ve politikalarına tabi olduğu derecede gerçekleşeceğini okumamış olması düşündürücüdür.
AKP’nin uzlaşı söylemi, yapısal ve kökten bir değişimi sağlamak şöyle dursun tam da bunun karşısında, var olan düzeni ve yapıları korumak ve sürdürmek için bir araç, bir strateji olarak ortaya çıktığı halde seçim süresince bağımsız adaylar ile Tayyip Erdoğan’ın çoğulculuk söylemleri arasında net ve açık bir farklılık olduğunu söylemek çok zordu. Bu noktada, bağımsız adayların, AKP’nin anti-kemalist ve ordu karşıtı söylem ve eylemlerinden de bir hayli etkilendiğinin elbette altını çizmek gerekir. Zira otoriter, jakoben, laik-muhafazakar kesimler karşısında ehven-i şer tek seçenek olarak ortaya çıkan AKP’den kendisini farklılaştırmak zaman zaman ordunun ve CHP’nin tepeden inmeci, şiddet yüklü ve uzlaşmaz politikalarına hizmet etmek olarak okundu.
Halbuki bağımsız adaylardan beklenen, ve seçilenlerden hala beklediğimiz, AKP-CHP veya AKP-Ordu karşıtlığı türünden suni ikili karşıtlıkların ötesinde, farklı, üçüncü bir seçenek, yeni bir siyaset üretmeleridir. Zira, AKP ve ordu dışa yansıtıldığının aksine mutlak karşıt güçler olmadığı gibi İslami veya laik her iki yönelim de halihâzırdaki düzeni sürdürmeye yönelik muhafazakâr politikalar üretmektedir. Dolayısıyla seçimler bize yine bölgedeki askeri operasyonların tüm hızıyla sürdürüldüğü, işkencenin, şiddetin ve ırkçılığın gitgide yaygınlaştığı, yoksulun daha yoksul, zenginin daha zengin olmaya devam ettiği, erkeğin kadınlar, yaşça büyük olanın gençler, heteroseksüllerin eşcinseller ve militarizmin tüm toplum üzerinde tahakkümünü sürdüğü bir Türkiye’yi devretmiştir. Yani kısacası çok bir şey değişmemiştir. Değişen tek şey ve belki siyasi ve stratejik anlamda AKP’nin ‘başarısı’ olarak nitelenebilecek durum ise, iktidar partisinin tüm bu eşitsizlikleri, şiddeti ve ırkçılığı perdelemek, yokmuş gibi göstermek ve göz boyamaktaki müthiş gücüdür. Ve AKP bunu laik-jakoben-elitist kesimden ayrıştığı en önemli nokta ve Türkiye için bir yenilik olarak değerlendirilebilecek popülist bir ‘cemaat siyasetiyle’ başarmıştır. ‘Cemaat siyaseti’ derken bugüne değin alışık olduğumuz tepeden inmeci ‘uygarlaştırma-modernleştirme’ politikaları yerine yerele, bireye, mahalleye yönelen, sorunu tepeden tanımlayıp halkı ona göre dönüştürmek yerine yerelin sorunuyla yerelde ilgilenen, beslenme, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçları yerel ağlar aracılığıyla karşılamaya yönelik bir siyaset biçimini kast ediyoruz. Ne var ki, AKP’nin belirli bir çoğulluğu kapsayan cemaat siyaseti, zenginin yoksula ‘yardım’ etmesi, Türk’ün Kürt’e ‘hoşgörü’ göstermesi veya erkeğin kadına ‘izin’ vermesi gibi mekanizmalar üzerinden işleyerek aslında cemaat içindeki eşitsizlikleri muhafaza eden bir yapı arz ediyor. Böylece yoksulu zengine, Kürt’ü Türk’e, kadını erkeğe bağımlı ve tabi kılıyor ve toplumu ezenler ve ezilenler olarak iki kategori içinde ayrıştırıp ezilenlerin kaderinin ezenlerin keyfi tasarrufuna bırakıldığı bir düzeni muhafaza ediyor.
Üçüncü bir yol olarak farklı bir siyaset geliştirmek adına yola çıkanların tüm bu süreçlerden ve AKP’nin seçim başarısından çıkaracakları bir ders ve yine AKP’nin mantalitesine yönelik yapmaları gereken kapsamlı bir eleştiri var:
Seçimlerin bize gösterdiği şey, artık merkezi-otoriter-tepeden inmeci Kemalist-modernist bir iktidar biçiminin sorunlara çözüm olma gücünü çoktan yitirdiği ve artık güncel siyasetin yerele odaklanan, cemaat kurmaya, onu genişletmeye ve bireyin ve toplumun temel ihtiyaçlarını karşılamaya ve sorunlarını yerinde çözmeye yönelik olarak geliştirilmesi gerektiği olmuştur. Seçim sonuçları siyaset alanında hâlihazırda süre giden bu yöntemsel farklılaşmayı tüm çıplaklığıyla ifşa etmesi açısında etkili bir ders olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, bu noktada bağımsız bir siyaset geliştirmek için yola çıkanların AKP’den açık ve net bir şekilde farklılaşması gereken nokta teknik olarak siyaseti merkezden yerele kaydırırken, yereldeki cemaatin bambaşka biçimlerde tasavvur edilmesinde olacaktır. Zira, bu cemaat, AKP’nin tasarladığı gibi toplum içindeki eşitsizliklerin yeniden üretildiği bir odak olmanın tam da karşısında, bu eşitsizliklerin yerelde sorgulandığı, cemaat içi ve hatta kişiler arası sınıfsal, cinsel ve ırksal farklılıklarla başa çıkmak için yeni ve etkin yöntemler geliştirildiği yapılar olarak tahayyül edilmelidir. Bu noktada, AKP’nin yerel cemaati, belediyeleri ve yerel meseleleri bir şekilde son kertede yine merkezi devlet yapısına bağımlı kılmaya yönelik eğilimi de gözden kaçmamalı. Buna karşıt olarak, yerel cemaatler mümkün olduğunca merkezi devlet yapısından bağımsız, kendi kaynakları ile kendi kendisine yeten, barınma, sağlık, beslenme gibi ihtiyaçları mümkün olduğunca kendi kendine karşılayan, kendi doğrudan demokratik yönetim biçimlerini geliştiren otonom veya özerk birimler olarak tasarlanabilir. Böylesi otonom bir idare, kişiselden toplumsala doğru tüm ilişkileri yeniden, temelden ve sürekli değişime açık bir bicimde düzenleyecek farkı kapsayacak bir idare olmalıdır. Hâlihazırda DTP’nin elinde bulunan belediyeler, her ne kadar merkezi devletin kaynak aktarımı konusunda negatif ayrımcılık yaptığı konusunda son derece haklı tepkileri olsa da, mümkün olduğunca özerk ve kendi kaynaklarına dayalı, merkeze muhtaç olmayan idare biçimleri tasarlayarak böylesi bir yeni cemaat siyaseti geliştirmekte öncü olabilirler. Aksi halde AKP’nin Diyarbakır’dan Tunceli’ye, Çankaya’dan İzmir’e geriye kalan tüm diğer belediyeleri de ele geçirme düşünü gerçekleştirmesi işten bile olmayacaktır. Zira insanların beklentisi artık topyekûn bir dönüşümden ziyade hayatlarını sürdürdükleri yerlerde daha iyi yaşam koşullarının sağlanması ve en kısa sürede temel ihtiyaçlarının karşılanması yönündedir. Dolayısıyla yeni siyasetin, bir yandan yapısal dönüşümleri yerel alanda hayata geçirirken diğer yandan halkın kısa vadeli temel ihtiyaçlarına cevap verebilmesi ve daha iyi bir yaşamın altyapısını üretmesi zorunlu hale gelmiştir. Bu anlamda hâlihazırdaki muhafazakâr cemaat siyasetine karşıt bir iktidar alanı oluşturmak ne CHP’nin başını çektiği ve yer yer ÖDP’lisinden DTP’lisine bir kısım bağımsız adaylarda da gözlemlenen halkı tepeden değiştirmeye-eğitmeye-biçimlendirmeye yönelik ‘halk için halka karşı’ türünden merkeziyetçi, jakoben, elitist reflekslerle ne de kaynak aktarımı veya farklı kimliklerin tanınması noktasında devleti bir talep kapısı olarak yeniden üreten zayıf yerel yönetimlerle mümkün olabilir. Devletin çoğulculuğunun ve tanıma politikasının bir tabi kılma stratejisi olduğunu göz önünde bulundurursak, farklılığı ile beraber var olmak ancak mümkün olduğunca özerk, kendine yeten, kendini dönüştürmek ve muhafazakârlaşmamak noktasında içe dönük radikal eleştiri mekanizmaları geliştirmiş alternatif idare biçimleriyle mümkündür. Ve farklılığı ile beraber var olmanın belki de önemli koşulu devletten farklı olmak, devlet gibi olmamak, devleti taklit etmemek, “halk için en doğrusunu bilirim” söylevini buyurmak yerine “insanlar ne istiyor?” sorusunu sorup dinlemekten; konuşmayana, konuşamayana, sözü dinlenmeyene söz söyleme alanı açmaktan geçmektedir.
Hocam klavyene sağlık süper, sıkı bir yazı olmuş. AKP’nin eleştirisi bu kadar sağlam ve düzgün bir perspektifle yapılır. Önerdiğin alaternatifler ise bence Türkiyedeki sol-anarşist yapıların, bireylerin ciddi ciddi düşünüp hayata geçirmesi şart olan şeyler. Bence son derece ufuk açıcı. Yazında Proudhondan Landauer ve Krpotkine ve hatta Boockhine dek süreç olarak devrim persepktifinin enfes kokularını aldım. Sistem karşıtı hareketin bu tür açılımlara çok ama çok ihtiyacı var.
Haklısın, yazıda da anarşizmin özellikle otonomi ve yerellik fikirleriye çağdaş kurama ve politikaya katkıda bulanabileceğini vurgulamaya çalıştım.
Yazıyı beğendim dememe gerek yok. Çalışılmış uğraşılmış bir yazı. Ancak meseleye teorik değil pratik bir yerden bakması daha faydalı olurdu. Bu haliyle bir siyasi öneri olmaktan çok güzel bir bilimkurgu romanı tezi olmaya aday bir çalışma.