Militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı 'Ülke ve Özgürlük (Land and Freedom)' – 'Cezayir Savaşı (Battle of Algiers)' – 'Utanç (Shame)' – 'Bir Savaş Sonrası Manzarası (Landscape After a Battle)' filmleri üzerinden düşünmek
Devrimci şiddet meselesine dair düşünürken iki temel soruyu aklımıza getirmek faydalı olabilir: “Devrim kendiliğinden olan bir fenomen midir?” ve “Militarist olmayan bir devrim mümkün müdür?”
Devrim, şartlar olgunlaştığında, kendisini taşıyacak sınıflarca verilecek sınıf savaşımının nihayetinde ulaşılacak bir aşamadır. Bu önerme çok önemli bir tespite işaret ediyor; o da devrimin tarihin akışı içinde kendiliğinden gerçekleşecek bir fenomen olmadığıdır. Her ne kadar şartların olgunlaşması tarihin diyalektiğinin bir getirisi olsa da, “son kertede” devrimci sınıfların vermesi gereken bir mücadele vardır. O zaman devrim salt kendiliğinden olan bir fenomen değildir. Bu sonuç bizi devrim için elzem olan devrimci şiddet meselesine götürür. Bu yazıda, devrim için verilen mücadelenin koşullarının tarihsel olarak belirlenip belirlenmediğinden öte, mücadelenin nasıl yürütüleceğinin ve mücadele biçiminin herhangi bir belirlenim mekanizmasına tabi olup olmadığını ele alacağım.
Mücadelenin belli bir belirlenim mekanizmasına tabiiyeti meselesi bizi en başta sorduğumuz ikinci soruya götürür. Eğer belli bir belirlenim mekanizması söz konusu değil ise militarist olmayan bir devrim ve devrimci şiddet mümkün olabilir. Ancak militarist olmayan bir devrimci şiddet için militarist olanın tanımını yapmalı, militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırları isabetli bir biçimde çizmeliyiz.
Bu yazıda, devrim – kurtuluş – “özgürleştirme” mücadelesi veren kişi ve gruplar üzerinden militarizmi tasvir eden dört filmi ele alacağım: Ken Loach'un Land and Freedom'ı (1995), Gillo Pontecorvo'nun Battle of Algiers'i (1965), Ingmar Bergman'ın Shame'i (1967) ve Andrzej Wajda'nın Landscape After a Battle'ı (1970). Bu filmler üzerinden militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı tekrar düşünmeye çalışacağım.
Bu dört filmin, her biri içinde anlatılan hikaye ve bu hikayenin kahramanları farklı olsa da, ortak yanı devrim – kurtuluş – “özgürleştirme” mücadelesinin militarist karakterini tasvir etmeleridir. Filmlerin bu militarist karaktere dair duruşları birbirinin aynısı olmasa bile tasvir ettikleri manzaralar bize militarist olan devrimci şiddete, daha doğrusu militarist olduğu için devrimci olamayan, tahakküm ilişkisini başka isimler altında yeniden üreten şiddete dair belli bir duruş geliştirme imkanı tanıyabilir. Yazı içinde bu filmleri tek tek ele alacağım ve yazının son bölümünde filmlerin ortaya koyduğu malzeme üzerinden militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı tasvir etmeye çalışacağım.
Land and Freedom (Ülke ve Özgürlük – 1995)
Film, İspanya'da Francisco Franco liderliğindeki Faşist güçlere karşı verilen mücadeleyi konu ediniyor. Faşistlere karşı verilen mücadelenin nasıl olup da farklı kamplara bölündüğünü ve faşizm karşıtlarının, faşizm bir yandan dururken nasıl birbirleriyle mücadele etmeye başladıklarını anlatıyor. Filmde anlatılan hikaye; Liverpool'da yaşayan, faşizme karşı savaşmak üzere İspanya'ya gelmiş olan işsiz bir devrimcinin, David'in, hikayesidir.
1936'da İspanya'da sol koalisyon hükümeti halkın desteğiyle (seçim yoluyla) iktidara gelmiştir. Ancak Franco ordunun da desteğini alarak bu hükümeti tanımadığını ilan eder, böylelikle İspanya'da iç savaş başlar. Bu savaşa destek vermek için Avrupa'nın çeşitli yerlerinden farklı fraksiyonlara üye bir çok devrimci faşistlere, yani Franco'yu destekleyen güçlere karşı savaşmak üzere İspanya'ya gelir. David de bu devrimcilerden biridir. David önce Devrimci İşçi Partisi'nin (DİP) milislerine katılır. Ancak hükümet aldığı dış destek ile düzenli bir ordu kurar. Bu düzenli ordu ile milis güçleri arasında çatışma başlar. David kendi içinde bir çelişki yaşar milislerden ayrılıp düzenli orduya katılır ancak daha sonra milis güçlerin arasına geri döner ve sonunda bağlı bulunduğu milis güçler düzenli ordu tarafından dağıtılır.
Film içinde çok temel bir ikilik anlatılıyor. Bir yanda DİP altında örgütlenmiş milis güçler varken diğer tarafta Stalinist diye tasvir edilen düzenli ordu var. Bu iki taraf da faşizme karşı savaşıyor ancak film faşizme verilen savaştan öte bu iki grup arasındaki savaşı, kendisini faşizm karşıtı olarak tanımlayan insanların nasıl birbirlerini vurduklarını anlatıyor.
Bu ikiliği anlatabilmek için iki tarafın nasıl (birbirine karşıt iki kutup olarak) tasvir edildiğinden bahsetmek faydalı olabilir.
Filmi izlerken insanın gözüne ilk çarpan şey milis güçlerin kamplarının hiç de askeri bir kampa benzemediğidir. Öncelikle milis güçlerin belli bir üniforması yoktur. Yalnızca hepsi ortak olarak kızıl – siyah fular takmaktadır. Belli bir üniforma taşıyan askerlerin tersine milislerin her birinin kendi isimleri var; kimse onlara 'er', 'onbaşı' ya da askeri hiyerarşi içindeki başka bir rütbe ismiyle seslenmiyor. Dolayısıyla düzenli ordu askerleri uzaktan kumanda edilen insanlar sürüsü olarak tasvir edilirken milisler, kendi isimlerine, kıyafetlerine ve inisiyatiflerine sahip savaşçılar olarak görünüyorlar.
Tasvir edilen bu ikilikte kritik olan diğer bir mesele ise disiplin meselesidir. Milis güçleri de belli bir disiplin içinde savaşıyorlar, sözgelimi milisleri de cephede bir komutan sevk ve idare ediyor. Ancak bu sevk ve idare iktidarının yapısal olarak belli bir askeri seçkinler zümresi yaratmamasına dikkat ediliyor. Bu iktidara sahip olan kimseler, filmde geçen isimlendirmeyle subaylar, milisler içinden seçimle seçiliyor.
Diğer önemli bir mesele de askeri eğitim meselesidir. Düzenli ordu içinde kutsanan, insan öldürmeyi mükemmelleştirmek üzerine kurulu askeri eğitim yerine milisler çok temel ve sınırlı bir eğitim öngörüyorlar. Silah kullanımı ve çatışma anındaki belli davranış biçimleriyle sınırlı bu eğitim ile koskoca bir hiyerarşinin sırtını dayadığı, içinde akademilerin üretildiği askeri eğitim arasında ciddi bir karşıtlık göze çarpıyor.
Filmin sonunda izleyici, militarist olan düzenli ordunun, her ne kadar kendisini devrimci ya da faşizm karşıtı olarak tanımlasa da, savaştığı faşistlerden çok da farklı olmadığını, onlarla farklı olan tek şeyin üniformalarının üzerindeki küçük semboller olduğunu fark ediyor. Oysa ki militarizm ile arasındaki mesafeyi sürekli korumaya çalışan milis güçleri kıyafetleri, kampları, eğitimleri ile sevk ve idare biçimleri açısından hem faşistlerden hem de hükümetin düzenli ordusundan ayrışıyorlar. Aslında filmde anlatılan hikaye bize, askeri hiyerarşinin ve emir komuta zincirinin yani militarizmin savaşa içkin olgular olmadığını, devrimci mücadelenin militarist olmayan meşru yollarının olduğunu göstermekte. En azından belli bir tarihsel gerçekliğe dayanan film, bu meşru yolların tarih içinde aranmış olduğunu gösteriyor. Diğer bir ifadeyle film, bize faşizmin her türlüsüne karşı özellikle de yanı başımızdaki -içimizdeki faşizme karşı “no pasaran” yani “(faşizme karşı) geçit yok!” diye haykırmamız gerektiğini gösteriyor.
The Battle of Algiers (Cezayir Savaşı – 1965)
The Battle of Algiers (1965) filmi Cezayir'de kolonyal güç Fransa'ya karşı verilen mücadeleyi anlatmaktadır. Film kolonyal-karşıtı mücadeleyi yücelten bir film olarak okunabilir ancak film içinde tasvir edilen kolonyal ile kolonyal karşıtı ikiliği ve bu iki taraf arasındaki benzerlikler bize militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı yeniden düşünme fırsatı verebilir.
Film bütünüyle kolonyal ile kolonyal karşıtı ikiliği üzerine kuruludur. Filmin ilk karesinde geniş bulvarların koca koca apartmanların olduğu Fransızların oturduğu La Cité Européenne görünür, diğer karede ise daracık sokakların çevrelediği belli bir düzene göre konumlandırılmamış küçük küçük evlerin bulunduğu Cezayirlilerin yaşadığı La Cashba görünüyor. Bu iki farklı mekan aslında iki karşıt tarafı simgeliyor.
Bu iki mekanın karşıtlığı üzerinden iki tarafın birbirlerinden çok farklı olduğunu düşünebiliriz: Büyük ve simetrik caddelerin birbirini kestiği La Cité Européenne kolonyal, pozitivist, modern aklı; dar sokakları ve birbirlerine dayanmış küçük evleriyle La Cashba ise yerel olanı simgeliyor. Ancak film içinde anlatılan olayları dikkatli takip ettiğimizde birbirlerine karşı savaşan iki tarafın da benzer yöntemler kullandığını görebiliyoruz. Ve tam da bu benzer yöntemler bize militarizm ile devrimci şiddetin nasıl birbirleriyle iç içe geçebileceğini gösteriyor.
Film Cezayirli bir militan olan Ali'nin yaşadıkları üzerinden bize Cezayir kurtuluş mücadelesini anlatıyor. Filmde tasvir edilen Cezayirli direnişçiler, kolonyal güce ve onun getirdiği her şeye karşı yerel – ulusal olanı ortaya çıkararak Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesini örgütlemeye ve ayakta tutmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken de kolonici aklın icat edip mükemmelleştirildiği bir takım teknikleri de kullanmaktan geri kalmıyorlar.
Kolonyal güç mekanı düzenlerken bir biçimde insanların yaşam pratiklerini de düzenlemeye çalışıyor. Bazı pratikleri olumlarken bazılarını da reddediyor. Örneğin Avrupalılarınkine benzer kıyafetler giyip hafta sonu plaja gitmek kolonyal güç için kabul edilebilir bir yaşam pratiğine işaret ediyor. Cezayirli direnişçiler, kolonyal gücün insanların yaşam pratiklerini düzenleme çabasının ve insanları nasıl bu pratikleri benimseyenler ve benimsemeyenler olarak ayırdığının farkındalar. Film içinde bu farkındalığın açıkça tasvir edildiği yer; kolonyal gücün bu çabasını onun bir zaafı olarak görüp ondan yararlanarak Cezayirli direnişçilerin bombalarını kontrol noktalarından Avrupalı kadınlar gibi giyinmiş ve plaja gittiklerini söyleyen militan kadınların çantaları içinde kolaylıkla geçirdikleri karelerdir. Ancak film içinde Cezayirli direnişçilerin kendilerinin de belli yaşam pratikleri dayattığını tespit etmek mümkün. Örneğin Kaire merkezli yapılan radyo yayınlarında içki yasağı konduğu bildiriliyor. İçki yasağı, kolonyal gücün dayattığı yaşam pratiklerine karşı yerel – ulusal olan ya da yerel – ulusal olma iddiası taşıyan bir takım pratiklerin dayatılması anlamına geliyor.
Kolonyal güce karşı savaşan Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) içinde belli bir askeri disiplin ve hiyerarşinin de olduğunu görmek zor değildir. Ali'nin örgüte girmeden önce bir imtihana tabi tutulması ve örgüte olan bağlılığının test edilmesi örgüt içindeki askeri disiplin ve hiyerarşiye işaret etmektedir. UKC farklı ve birbirlerinden haberi olmayan birimler üzerinden örgütlenmiş bir yapı olarak tarif ediliyor. Cezayirli militanlar hedeflere dair bilgi ve emirleri sürekli üstten, örgütün tanımadıkları üst düzey yöneticilerinden alıyorlar. Bütün bunlar üzerinden örgütün belli bir merkez tarafından yönetildiği ve belli bir hiyerarşi üzerine kurulu olduğu ve bu nedenle de militarist bir karakter taşıdığını tespit etmek o kadar da zor değildir.
Bu tür lider, örgüt ve merkez fetişizmini, devrimci olma iddiasını öne süren bir çok örgüt ve yapıda görebiliyoruz. The Battle of Algiers (1965) filmi de bize bunu Cezayir bağlamında gösteriyor. Bunu yaparken de aslında militarizmi, sadece hakim ve baskıcı olanın bir özelliği olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu; devrim – kurtuluş – “özgürleştirme” mücadelesi verenlerin de militarist örgütlenmeler, yapılar ve kurumlar kurabileceğini gösteriyor. Militarizm açısından düşündüğümüzde La Cité Européenne ile La Cashba'nın birbirlerine çok benzediklerini; La Cashba'nın da La Cité Européenne gibi militarizmi, farklı bayraklar ve sloganlar altında da olsa, üretebileceğini düşünebiliriz.
Shame (Utanç – 1967)
Shame (1967) izleyiciye açık bir mekan ve zaman algısı vermiyor; bu anlamda daha önce ele aldığım iki filmin tersine belli bir tarihsel gerçekliğe veya olaya dayanmıyor. Film, kırda kendi hallerinde yaşayan bir çiftin, Jan ve Eva Rosenberg'in savaşla beraber nasıl değiştiklerini, daha doğrusu savaş koşullarının onları nasıl değiştirdiğini konu ediniyor. Şu ana kadar incelediğim iki film mücadele pratiği içinde olan kişilerin militarizm ile ilişkilerini irdeliyordu, bu film ise sivillerin, sivil hayattaki militarizmin, savaş koşullarının sıradan insanları nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Film içinde Jan ve Eva Rosenberg çiftindeki değişiklik üzerinden militarizmi okumak mümkün.
Jan ve Eva Rosenberg çiftliklerinde yaşayan ve aslen müzisyen olan bir karı kocadır. Ancak bir gün evlerinin yakınlarına bir savaş uçağı düşer. Bu olayın ardından önce “düşman” askerleri çiftliklerini basar, ardından “kendi” devletlerinin ordusuna mensup askerler gelir ve onları casuslukla suçlarlar.
Film içinde iki temel nokta göze çarpmaktadır. İlki kimin düşman kimin dost asker olduğu ayrımının savaş koşulları içinde anlamsızlaştığıdır. Aslında film böyle bir ayrımın savaş koşullarının ötesinde bir saçmalık olduğunu; barış durumunda insanların orduyu güvenebilecekleri bir kurum olarak algıladıklarını ancak savaş durumuna geçildiğinde hiç de öyle olmadığının ortaya çıktığını gösteriyor. İkinci nokta ise filmin başında nazik ve içine kapalı olan Jan Rosenberg'in filmin sonunda savaş koşulları tarafından silah taşıyan ve karşısında ona potansiyel olarak zarar verebilecek herkesi öldürebilecek birisine dönüşmesidir. İki uç arasında gidip gelen Jan Rosenberg'in geçirdiği bu değişim bize savaşın ve savaş koşullarının insanları nasıl değiştirebileceğini gösteriyor.
Jan ve Eva Rosenberg yaşadıkları olaylar üzerinden önce kimin onların dostu kimin düşmanı olduğunu karıştırmaya başlıyorlar. Bu anlamda film içinde çiftin aile dostu olan aynı zamanda da orduda komutan olan Jacobi figürü önemlidir. Jacobi onların eski dostuydu hatta Jan ve Eva'yı casusluk suçlamasından da kurtarmıştı ama bir noktadan sonra onları kullanmaya başladı. Jacobi tipinin Jan ve Eva tipiyle olan ikircikli ilişkisi düşman asker dost asker ikiliğinin saçmalığına işaret etmektedir. Jan'ın filmin sonunda yaralı genç bir askerin silahını alması ve onu öldürerek kıyafetlerini kullanması ise bize militarizmin insanları nasıl değiştirdiğini çok çarpıcı bir biçimde anlatıyor.
Shame (1967) silahın, askeri otoritenin ve militarizmin nasıl insanları değiştirebileceğini ve bu olguların hiç de masum olmadıklarını belli koşullar altında belli failliklere sahip olabileceklerini bize bir kez daha hatırlatıyor. Bu hatırlatmanın militarizm ile devrimci şiddet arasındaki sınırı düşünürken faydalı olacağı kanısındayım.
Landscape After a Battle (Bir Savaş Sonrası Manzarası – 1970)
Wajda'nın bu filmi İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerikalı güçler tarafından kontrol edilmeye başlanan bir Nazi toplama kampında yaşayan genç şair Tadeusz'ün kampın kurtarılışından sonra yaşadıklarını anlatıyor. Daha önceki filmler belli bir savaş durumunu tasvir ederken bu film savaş sonrası durumu anlatıyor. Askerin ve askeri düzenin eleştirisini farklı bir yerden yapan film, militarizmin kurtarma – özgürleştirme müdahaleleri içinde nasıl yeniden üretilebileceğine dair çarpıcı bir örnek sunuyor.
Toplama kampı Amerikalıların kontrolüne geçer, Amerikalılar “özgürleştirdikleri” toplama kampında yaşayanları başka bir kampa nakleder ve onlara belli bir nizam ve terbiye verme işine girişirler. Ancak kampta yaşayanlardan bazıları bu yeni düzene ayak uydurmakta zorlanır. Bunlardan birisi de genç bir şair olan Tadeusz'dir. Tadeusz içine kapanık bir tip olarak karşımıza çıkıyor. Daha sonra kampa Yahudi bir kadın gelir ve genç şair ile bu kadın, Nina arasında bir ilişki başlar. İkili kamptan firar eder ancak savaşın hafızalarında açtığı yaralar onları sürekli rahatsız eder; sonunda kampa geri dönmeye karar verirler ama Nina Amerikalı bir asker tarafından kazara vurulur. Tadeusz o noktada olanların farkına varır ve Amerikalı komutanın yanına giderek “daha önce Almanlar vardı; bizleri yıllar boyunca vurdular; şimdi siz varsınız ve siz de vuruyorsunuz… Fark eden şey ne?” diye bağırır ve Polonya'ya yani ülkesine geri döner.
Landscape After a Battle (1970) bize “askeri olanın” insanları “özgürleştire-meye-ceğini”, özgürleştirmenin ötesinde “askeri olanın” ve “askeri olanın” her şeyin üstünde tutulmasının, kutsanmasının yani militarizmin insanlara belli bir düzen ve disiplini dayatacağını bu dayatmayı kabullenmeyenleri de öldüreceğini iki kişinin deneyimleri üzerinden gösteriyor. Filmin en can alıcı noktası ise Batı'nın dayandığı en büyük mitlerden birisini sorgulamasıdır. Bütün Batı, Nazilerin ve Faşizmin ne kadar kötü olduğunu hikaye eder durur ancak Nazileri ortadan kaldıran Batılı güçler ile Sovyet güçleri de militarizmi yeniden üretmişlerdir; aslında ortada bir kurtuluş ya da özgürleşme yoktur, bu koca bir yalandır. Land and Freedom'da (1995) gördüğümüz gibi Faşizme karşı savaşan ve kendisini faşizm karşıtı ilan edenler de en az faşistler kadar militarist olabiliyor, en az onlar kadar iktidarı ve “askeri olanı” kutsayabiliyorlar. Landscape After a Battle (1970) tam da bu iyi asker, kötü asker ayrımının saçmalığını sorguluyor.
Sonuç Yerine
Ele aldığım bu dört film bir yandan devrim – kurtuluş – “özgürleştirme” mücadelesinin militarist karakterini tasvir ederken diğer taraftan iyi asker, kötü asker ayrımının saçmalığını vurguluyor.
Devrimi, tahakküm ilişkilerinin ortadan kaldırılması olarak telakki ediyor ve devrimin kendiliğinden olmayacağını kabul ediyorsak yapmamız gereken en önemli şey militarist olmayan bir örgütlenme ve mücadele biçimi üzerine kafa yormaktır. İzlediğimiz bu dört yapıt kendisine “devrimci” diyen birçok örgüt ve yapının militarizmi nasıl göz ardı ettiklerini ve tam da bu nedenle meşru olan devrimci şiddetin sınırlarını nasıl aştıklarını bize gösterdi. Shame (1967) ve Landscape After a Battle (1970), savaş ve savaş aygıtının insanı değiştirme gücünün ve iyi savaş aygıtı, kötü savaş aygıtı ayrımının yanlış olduğunun, asıl ayrımın militarist ve militarist olmayan mücadele arasında olması gerektiğinin altını çizmiştir. Battle of Algiers (1965), direniş hareketlerinin, mücadele ettikleri karşı gücün kullandığı yöntemleri nasıl benimsediklerini böylelikle de militarizmi nasıl yeniden ürettiklerini diğer bir ifadeyle Frantz Fanon'un sözünü ettiği “tuzaklara” nasıl düştüklerini gösterdi (Fanon, 1968).
Land and Fredom (1995) bize devrimci şiddet ile militarizm arasındaki sınıra dair daha çok fikir verdi. Militarist düzenli orduya karşı milis güçler, devrimci mücadelenin militarizm “tuzağına” düşülmeden de verilebileceğini bize gösterdi. En azından meşru kabul edilecek bir devrimci şiddetin nasıl olacağına dair bir iki tespitte bulundu: Verili bir askeri hiyerarşinin olmadığı, cephedeki sevk ve idarenin askeri bir hiyerarşi üretmeden kotarıldığı, belli bir askeri seçkinler zümresi yaratmayacak, kısa ve temel bir askeri eğitimin olduğu ve üniforma, koğuş, askeri rütbe isimleri gibi iktidarın içselleştirilmesi ve bununla beraber bireysel inisiyatifin yok edilmesini hedefleyen uygulamaların tamamının olmadığı bir örgütlenme ve mücadele biçimi olarak devrimci şiddet.
Militarist olmayan bir devrim mümkün olabilir, ancak bu devrimi mümkün kılmanın yolu da, militarist olan ancak yaptığına devrim – kurtuluş – “özgürleştirme” mücadelesi ismini vermiş kişi ve grupların var olma ihtimallerini sürekli akılda tutmaktan geçer. İzlediğimiz dört yapıt da bize sürekli bu ihtimali hatırlatıyor. Bu ihtimali ciddiye aldığımız ölçüde meşru devrimci şiddetin sınırları içinde kalabiliriz. Land and Freedom (1995) filminin son karesinde David'in cenaze töreni tasvir edilir. David'in tabutu mezara indirilirken David'in Kitty'e yazdığı son mektubu torunu yüksek sesle okur. Son cümle şöyledir: “Kazanabilirdik, kazansaydık her şey farklı olabilirdi (…) ama (…) bizim de günümüz gelecek”. David'in dediği gibi bizim de günümüz gelecek ama o günü mümkün kılmak bizim ellerimizde…
******
Kaynakça :
Fanon, F. (1968). The wretched of the earth – Pref. by Jean-Paul Sartre. (Çev. C. Farrington). New York : Grove Press.
Land and Freedom (1995). Yönetmen. Loach, K.
Landscape After a Battle (1970). Yönetmen. Wajda, A.
Shame (1967). Yönetmen. Bergman, I.
The Battle of Algiers (1965). Yönetmen. Pontecorvo, G.