Türkiye son günlerde Yargıtay Başsavcısı tarafından AKP’ye karşı açılan kapatma davasını konuşuyor. İşin ilginci, davanın açıldığı andan itibaren, Türkiye her şeyini, tüm problemlerini, dertlerini, tasalarını, savaşı, yoksulluğu, sansürü unutmuşçasına sadece ama sadece bu davayı konuşuyor. Türkiye, DTP’ye ve başka partilere açılan kapatma davalarına karşı sesini yükselttiğine bugüne değin bir türlü hiç şahit olamadığımız AKP’nin, şimdi bir anda yargı erki karşısında nasıl da mazlum olduğunu, demokrasi havariliğiyle haklarımıza nasıl da sahip çıktığını ve geçmişin katı fikirleri karşısında özgürlüğümüzün yegâne güvencesi olarak nasıl da inatçı bir mücadele yürüttüğünü konuşuyor. Konuşan Türkiye veya daha doğrusu Türkiye’nin konuştukları duyulan ve işitilenleri bunları konuşuyor bugünlerde hararetle. Peki ya konuşmayan Türkiye veya daha doğrusu konuştukları duyulmayan ve işitilmeyen Türkiye ne düşünüyor bu olan bitenler hakkında?
Bugünden geçmişe baktığımızda, AKP’nin mecliste çoğunluğu elinde bulunduran parti oluşunu idrak edişimizin üzerinden 6 yıl geçtiğini görüyoruz. Konuşanlar ve konuşmayanlar olarak çoğunluğumuz bu 6 yıl içinde karşımıza çıkan seçeneklerden her defasından AKP’yi seçti. Bizlere vaat edilen demokrasiye, barışa, zenginliğe ve özgürlüğe oy verdi. Demokrasiyi, barışı, zenginliği ve özgürlüğü; diktaya, savaşa, yoksulluğa, sansüre tercih etti. Bu tercihi onayladı, onaylamaya da devam ediyor.
Peki, AKP bu vaatlerini yerine getirdi mi, getiriyor mu ki, bizler de AKP’yi oylamaya, onaylamaya devam ediyoruz? Yoksa tıpkı bugün şu anda olduğu gibi uzun bir süredir ehven-i şer bir tercihi kabul etmenin dayatmasıyla mı karşı karşıya kalıyoruz her defasında?
Hiç şüphesiz AKP bugüne değin yaptıklarından çok ‘yapamadıklarıyla’ gündeme gelen, böylece iktidarını sürdüren bir parti oldu. Türkiye’de geçmişten bugüne siyasi gücün kendine müdahale alanı açmasının temel direği olan ‘başaramama, seçilmiş olup da bir türlü iktidarda olamama ve bu yüzden iyi niyetli projelerini bir türlü tam olarak hayata geçirememe’ hali ve söylemini AKP’nin durmaksızın yeniden üretmekteki büyük başarısı kesinlikle yadsınamaz. Sürekli baskı, sürekli tehdit altında, halkı için bir şeyler yapmaya çalışan ama yapmak istediklerine bir türlü tam olarak müsaade edilmeyen mazlum bir iktidar bu. Mecliste çoğunlukta olup konuşan, ne var ki, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü ilkesinin silahlı korucularının verdiği kararlar karşısında son kertede susup oturan, adeta hegemonyalara karşı savaşan bir parti görünümünde oldu AKP. Bizler de tıpkı bir zamanların Demokrat Partisi, tıpkı bir zamanların Adalet Partisi gibi askeri baskıya, hukuki yargıya, “halk için halka rağmen” diyerek yola çıkan diktacılara karşı, halkının sesi, nefesi, isteklerinin bekçisi olup da her defasında yine yenilen ‘muhalif’ bir ‘iktidarı’ onayladık her defasında. AKP, seçimlerden önce istediği cumhurbaşkanı adayını demokrasi dışı güçlerin baskısıyla seçtiremeyen; bugün ise aldığı yüksek oy oranına rağmen laik rejimi tehdit ettiği gerekçesiyle Yargıtay Başsavcısı tarafından kapatılması talep edilen, bir türlü ülkesi ve halkı için yapacağı açılıma ve atılıma fırsat verilmeyen bir parti olarak gündemin baş sırasındaki yerini her zaman korudu. Yaptıklarıyla değil, yapamadıklarıyla, yaptırılmadıklarıyla bilindi, tıpkı kendisi gibi mazlum, ezilmiş, bastırılmış olanların dostu olarak tanındı ve öyle sevildi. Öyle veya böyle, AKP hep mazlum rolünü, ‘ezilenin dostu’ figürünü, muhtaçların çaresiyim oyununu oynamasını çok iyi beceren bir iktidar olarak belirdi karşımızda. Öyle ki, her şey birden bire olduğunda hiç sorgulamadık bile olan biteni. Ve geçtiğimiz günlerde, tam da işçi ve emekçilerin sosyal güvenlik haklarını kısıtlayan yeni düzenlemeler mecliste görüşülür, sokaklarda ise protesto gösterileri ve kısa süreli grevler düzenlenirken, birdenbire AKP’nin kapatılacağı tuttu, hem de sırf halkının ‘özünü’, geleneklerini, dinini, edebini, adabını, örfünü savunduğu ve üniversitelere türbanlı öğrencilerin girmesine izin verdiği için. Elbette bu tarihsel çakışmalar, tesadüfler ve bu birdenbireliğe bakarak komplo teorileri üretmek yersiz. Ancak, AKP’nin yürüttüğü neo-liberal politikaları perdelerken bir yandan da kendini halkı için feda eden cefakâr bir hizmetkâr gibi göstermekteki en ufak fırsatı bile kaçırmadığını ve her imkânı sonuna kadar en etkili biçimde değerlendirdiğini fark etmemek de mümkün değil.
Peki, AKP sadece yapamadıklarıyla, edemedikleriyle, engellendikleriyle mi seçildi, seçiliyor? Kendini ve varlığını savunmaktan geriye kalan zamanlarında neler yaptı, neler yapıyor da biz bir kez daha başka bir seçenek olmadığını, durduk mu geriye düşeceğimizi, dolayısıyla aynı yolda devam etmemiz gerektiğini düşünüyor, AKP’yi bir kez daha alternatifsiz tek iktidar olarak onaylıyoruz?
Seçimlerden önce Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde yaptığı konuşmalarda başbakan Tayyip Erdoğan, sorunlara çözüm olacağını, savaşı durduracağını, sınırlar ötesinde bir operasyona müsaade etmeyeceğini yer yer açıkça, yer yer de ima yollu ifade etmişti. AKP iktidar olmazsa savaş olacaktı. Sınırlar aşılacak, kardeş kardeşe kırdırılacaktı. Oysa bölge zaten yoksuldu, imkânları sınırlıydı. Savaş ve ölüm belki en son arzu edilen şeydi. AKP güçlüydü, DTP’den farklı olarak iktidarda olmanın verdiği imkânları kullanabilir, öncelikle barışı tesis edip sonrasında bölgeyi kalkındırabilirdi. AKP tek seçenekti, başka şans yoktu. Konuşmayan, konuşsa da sesi duyulmayan Türkiye, savaş ve ölüm istemiyordu. Ve AKP, seçimlerde Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinde en büyük çıkışını yaptı, bazı şehirlerde yüzde 70’lere varan oranlarda oy alarak iktidarını perçinledi. Sonrası mı? Sonrası malum. Çok geçmeden savaşın barış olduğunu öğrendik hep birlikte. AKP ve TSK al takke ver külah hesabı, al sana türban ver bana Kürdistan’ı noktasında anlaşmıştı. Savaşan şahinler barışın güvercini olup Irak’ın kuzeyi yani Kürdistan’ın güneyini bombalarıyla pislerken karadan da askerler sınırı aşmış, karlı dağların eteklerinde gerillalarla çarpışmaya başlamıştı. Sahi, hani sınırlar ötesine bir operasyon olmayacaktı? Ama AKP’ye göre savaş, barışı tesis etmek için yapılıyordu zaten. Başta söylenen vaatlerle çelişen bir şey yoktu. Milli Savunma Bakanlığı da ‘saldırı’ emrini ülke içi ve dışında güvenliği ‘savunmak’ olarak gerekçelendirdi. Savunmak için saldırmak, barışmak için savaşmak, dostu düşmandan ayırmak pek tabii mazlum iktidarın fedakârca ve cefakârca altına girdiği yükümlülüklerinden birkaçıydı.
“Hiç şüphesiz, iktidar, yaşatmak için öldürüyordu.”
AKP’nin seçimlerden önce dile getirdiği bir diğer vaat hiç şüphesiz ulusal kalkınmaya yönelikti. Ülke kalkındıkça fertler zenginleşecek, refah ve bolluk artacak, kimse açta açıkta kalmayacaktı alimallah. Hem zaten AKP iktidarı boyunca ülke ekonomisi hızla büyümemiş miydi? Evet, gerçekten de enflasyon yüzde onun altına düşmüş, Amerikan Doları Türk Lirası karşısında en düşük seviyesine inmiş, kişi başına düşen milli gelir neredeyse ikiye katlanmıştı. Peki ya her kişinin başına, bu milli gelirden eşit paylar halinde mi düşüyordu? Yoksa kiminin geliri dörde katlanırken kiminki yarıya mı iniyordu? Bunu pek soran, kurcalayan olmasa da yapılan araştırmalar AKP iktidarının başlangıcından bu yana geçen 6 yıldan beri maaşlı olarak çalışan kesimlerin alım güçlerinin yaklaşık %30 oranında azaldığını gösteriyor. Demek ki, ülke nüfusunun oldukça küçük bir kesimi zenginleşirken nüfusun çok büyük bir kısmı yoksullaşıyor. Peki, o zaman yoksullaşan insanlar neden AKP’nin zenginleşme vaadine oy veriyor? Başta CHP olmak üzere bir kesim sözde muhalefet partisi bunu AKP’nin seçimlerden önce yakacak, yiyecek ve giyecek dağıtmasına bağladı. Ne var ki, oy bekledikleri halkı, şekerle kandırılabilen çocuklar olarak varsayan zihniyet, konuşmayan Türkiye’yi aptal yerine koyarak en büyük hatasını yaptı. Zira konuşmayan Türkiye, tıpkı savaş ve ölüm istemediği gibi enayi yerine koyulmak da istemiyordu. Aç kalmak, üşümek, soğuklarda donmak ise hiç istemiyordu. AKP’nin halkın temel ihtiyaçlarına yönelik yardımları elbette sadece seçim öncesindeki oldukça kısa dönemde gerçekleşmemişti. Belediyeler, vakıflar, türlü cemaatlerin oluşturduğu hayırsever ağları etkin bir biçimde yöneterek AKP insanları her gün yedirdi, her gün giydirdi, her gün ısıttı. Başka partiler, başka örgütler, başka görüştekiler yapısal sosyal yardım reformları talep edip devleti ele geçirmeyi hedef koyar, yoksulluk sorununun çözümünü de böylece merkezi devlete ve uzun yıllara bağımlı kılarken, AKP, solun ve sağın başka görüşlerinin uzun yıllardır uğramadığı, adını ve varlığını dahi bilmediği onbinlerce mahallede, yüzbinlerce sokakta her gün birkaç kişiyi doyurmasını bildi. Bunu yaparken elbette ‘muhtaç olan’ ve ‘yardım edenler’ ikiliğini, bu kategorik ve sınıfsal ayrımı muhafaza etti; böylece ihtiyaç sahibi olanları yardım edenlere, zenginlere, zenginleşenlere ve şüphesiz kendisine muhtaç kılmaya devam etti. Zira yoksullar yoksul kaldıkça zenginler daha zengin olacak, böylece ülke de kalkınacaktı.
“Hiç şüphesiz, iktidar, zenginleştirmek için yoksullaştırıyordu.”
Ne var ki, AKP’nin seçimlerden önceki en çarpıcı, en gösterişli ve en çekici vaadi düşünmenin, konuşmanın, farklı dil ve kültürleri temsil etmenin önündeki engellerin kaldırılması, anayasanın değiştirilmesi, özgürlüklerin artırılmasıydı. Çoğulluk, çeşitlilik ve farklılıklar dışlanmayacak bilakis iktidar tarafından kapsanarak yansıtılacak, hükümet farklılıkların sesi olacaktı. Böylece konuşan Türkiye ile konuşmayan-konuşamayan-konuşturulmayan Türkiye arasındaki sınır ortadan kalkacak, herkes istediğini söyleyecek ve tartışabilecekti. Halkın iyiliğinin ne olduğuna bundan böyle artık Kemalist elitler, laik burjuvalar veyahut emekli-görevli askeri kurmaylar değil halkın kendi kendisi karar verecekti. İşte en çok da bu söylemiyle AKP seçmenleri cezbetti ve hem sağın hem de solun farklı görüşleri arasında açılan geniş ve sınırları muğlâk bir alanı himayesi altına aldı. Geçmişin sosyal demokratlarının bir kısmı Ertuğrul Günay’ından Zafer Üskül’üne tam da bu yüzden AKP’ye katıldı. Haklar ve özgürlüklerin, demokrasinin ve sivil toplumun geliştirilmesi noktasında ÖDP’sinden DTP’sine ve Baskın Oran’ına kadar muhalefetin farklı kesimleri AKP’yi bu alanda birçok noktada destekledi ve alkışladı. Ve böylece gerçekten de AKP’nin iktidarda olduğu dönem boyunca Türkiye’de bir söz patlaması yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetler’i artık açıktan açığa hem yolsuzlukları hem siyasi alana müdahaleleri hem de ülke içindeki savaşı sürdürmekteki ısrarı dolayısıyla daha doğrudan eleştirilir oldu. Kürt kelimesi artık daha rahat telaffuz edilir, Kürt’lerin köylerinin boşaltılmasının ve yerlerinden edilmesinin gönül rızasıyla değil zorla ve baskıyla gerçekleştirildiği artık açıkça ifade edilir oldu. Yüz binler sokaklara dökülüp “hepimiz Ermeni’yiz” bile diyebildi. Ne var ki, bu söz patlaması sürerken bir yandan da bombalar patlamaya, TSK ülke içi ve dışında operasyonlarını sürdürmeye ve alkış almaya, Kürtler düzenledikleri sokak gösterilerinde öldürülmeye ve kınanmaya, Hrant Dink’in, Malatya’daki Hristiyanlar’ın ve Tarlabaşı’ndaki Siyahların canları alınmaya ve hiçe sayılmaya devam etti. Youtube, Atatürk’e hakaret içeren görüntüleri ihtiva ettiği için defalarca kapatılırken, Nokta Dergisi askeri hâkim emriyle basılıp lâv edildi. Özgür Gündem gazetesinin basılı olarak çıkmasına nereyse bir senedir izin verilmezken, birçok Kürtçe internet sitesinin Türkiye’den erişimine yönelik yasaklar sürdürüldü. Ordu içinde artan intiharlara, çatışmalarda ölen asker ve gerilla sayılarına, esir alınan askerlerin başına gelenlere ve çıkarıldıkları mahkemede neler konuşulduğuna dair bilgiler ve Türkiye’nin şiddet politikalarına dair dış basında çıkan haberler çarpıtma, yalanlama ve yasaklama gibi çeşitli yöntemlerle sansür edildi. Bu sansürü ifşa etmek isteyenlerden sokaklara dökülenlerse kıyasıya dövüldü.
Peki, AKP’nin iktidarından bu yana gelişen bunca söz, demokrasi, hürriyet patlaması, nasıl oluyordu da bilgi ve haber almaya ve vermeye yönelik sansür, baskı ve yıldırma politikalarıyla bir arada gidebiliyordu. Bir yanda gerçekten de miktar olarak sözlü ve yazılı ifade olanakları artmıştı. Konuşan Türkiye daha da çok konuşuyordu demek ki. Konuşan Türkiye, artık hem kendine adına, hem de konuşmayan, konuşamayan, konuşturulmayan Türkiye adına da bol bol konuşuyordu anlaşılan. Konuşan Türkiye, bol bol konuşarak neyin nasıl konuşulacağını belirliyordu böylece. Sözün, kapsamı, içeriği, miktarı artıyor; böylece kategoriler yeniden tanımlanıyordu. Sonunda, sözün sınırı, sanki bir sınırı yokmuş gibi gözükecek kadar genişliyor; sanki her şey söylenebilecekmiş gibi gözüküyor; bunca özgürlüğe rağmen hala susturulduğunu, bastırıldığını, konuşturulmadığını söyleyenler ise bundan böyle artık katiyen uzlaşılamaz azılı teröristler, vefasız hainler, insanlıktan çıkmış haddini aşmışlar olarak ifşa ediliyordu. İşte tam da söz söyleme eşiğinin aşıldığı o noktada, yasaklar, sansürler, kapatmalar başlıyordu. Dolayısıyla başta çelişikmiş gibi gözüken söz hürriyeti ve sansürün aslında aynı mekanizmanın uzantıları olduğu ortaya çıkıyordu.
Tüm bunlara bakarak bu söz patlamasının, tıpkı daha önce Şemdinli’de ve Ankara’da patlayan bombalar gibi belli bir yöne, belli kontrol ve denetim mekanizmalarına doğru yönlendirilmiş olduğu şüphesini duyabiliriz hiç kuşkusuz. Yine elbette burada, komplo teorileri üretmekten ziyade, kast edilen durum, Türkiye içinde 80’ler sonrasında başlayan ve AKP iktidarı ile açıkça desteklenen bu söz patlamasından, konuşma bolluğundan, ifade hürriyetinden bir özgürleşmeyle beraber gelen yaygın bir denetim ve kontrol mekanizması olarak faydalanılmak istenmesidir. Zira söz bir yandan patlarken iktidar da bir yandan o söze yön vermek ve sözün sınırını çizmek telaşından asla vazgeçmedi. Böylece söz söyleyen insanlar, iktidarın yön verdiği kategoriler ve sınırlarla, bir anlamda iktidarın ta kendisiyle özdeşleşti. Sonuçta tüm bu söz patlaması içinde, bu kez artık sanki bir dayatma değil de insanların kendi ‘özgür’ ifade, arzu ve seçimleriymişçesine Küçük Mehmetler iyi birer asker, Küçük Ayşeler iyi birer anne, Küçük Hrant Dinkler ve küçük Uğur Kaymazlar ise azılı birer düşman olarak üretildi, üretiliyor. Söylem alanı genişledikçe, iktidarın alanı da söylem alanına dâhil olarak iktidara eklemlenmeyi arzu eden özneler üzerinden genişleyip yaygınlaşıyor. Konuşan Türkiye daha çok konuştukça, konuşmayan Türkiye’nin sessizliği ve suskunluğu daha bir duyulmaz oluyor.
“Hiç şüphesiz, iktidar, susturmak için konuşturuyor.”
Evet, konuşan, duyduğumuz Türkiye’ye göre, barışı, zenginliği ve özgürlüğü yaşıyoruz. Konuşmayan, sesi duyulmayan Türkiye’ye göre ise durum biraz daha karışık. Konuşmayan Türkiye’ye göre, bugün ölmemek, öldürmemek için oy verilen bir seçimin akabinde savaşı yaşıyoruz. Aç kalmamak, açıkta donmamak için oy verilen bir seçimin akabinde iktidara daha da bağımlılaştığımızı ve daha da yoksullaştığımızı görüyoruz. Daha çok söz söylemek, görüşleri daha özgürce ifade etmek için oy verilen bir seçimin akabinde daha da suskunlaştığımıza ve bu sessizliğe daha da alıştığımıza tanık oluyoruz. Ama Türkiye ister konuşsun ister konuşmasın, sonuçta yaşanan durum değişmiyor. Yine kalkıp ehven-i şer AKP’yi Yargıtay Başsavcıları’nın açtığı davadan kurtarmaktan başka imkânımız, başka çaremiz, başka yazgımız yokmuş gibi gözüküyor. İşte AKP de kendi iktidarını tam da bu yazgılı olma hali üzerinden kuruyor. Seçeneksizlik, çıkışsızlık, alternatifsizlik…
O zaman önce işe AKP’nin mazlum edebiyatını ve alternatifsizlik yalanını ifşa etmekle başlamış olalım. Sonra, konuşmayan Türkiye’den de konuşmasını ve kendisi için çizilen söylemsel alanın sınırlarının ötesine taşmasını talep edelim. O taştıkça, bu taşkının altında kalacak olan siyasi partilerin, merkezi iktidarların ve hayır kurumlarının ötesinde, muhtaçlık üzerinden değil dayanışma üzerinden gelişen kendini yönetme biçimleri tahayyül edelim. Ve bunun için her şeyden önce mazlumların ve zalimlerin, muhtaçların ve hayırseverlerin, barışların ve savaşların, yoksulluğun ve zenginliğin, sansürün ve özgürlüğün birbirlerinin koşulu, gerekçesi, varoluş nedeni olmadığı bir dünya düşleyelim.
Merhaba, yazınız gerçekten çok etkileyici.. Özellikle savaş/barış, yaşatmak/öldürmek ve konuşturmak/susturmak karşıtlığı üzerinden kurmuş olduğunun AKP’nin “iktidar olma” pratiğini çok iyi özetlemişsiniz. Şİmdi bu yazıyı okuyunca 1 Mayıs geldi aklıma, sadece “konuşmak” eylemi gerçekleştirmek isteyen kişilerin “ölümün” sınırında dolaştırılarak “yaşatıldığı” ve nihayetin “susturulduğu” o gün…