Yazan: Hikmet Temel Akarsu
Kitabımız “Başka Dünyalar Mümkün”den de bahsedilen aşağıdaki yazının İngilizcesi, Türkiye edebiyatındaki gelişmelerin değerlendirildiği dünya çapında dağıtılan “Turkish Book Review” dergisinde yayımlanmıştır.
Kapağı toplumsal hayhuyun dışına atarak, koca bir yılı kitaplar arasında geçirmeyi başarmış birinin, sözkonusu yıla ait ufak bir retrospektif değerlendirmesi çok görülmemeli. Bu manada yola çıkarak kendime ait en iyileri toparlamaya çalıştım. 2007’de edebiyat dünyamızda ne oldu? Hangi yapıtlar öne çıktı? Önemli yenilikler nelerdi?
İlk başta, açıkça söyleyeyim: 2007 Edebiyat açısından verimsiz bir yıl oldu. Yayınevlerinin bir önceki yıla göre daha az kitap bastığı, basılan kitapların daha çok popüler beğeniye yönelik ve yüksek satış hayallerine dayalı olduğu, has edebiyatçıların ise 2006 Nobel Ödülü’nün yarattığı spekülasyonların gölgesinde hazin bir burukluğa gömülerek susmayı tercih ettiği garip bir sene oldu 2007. Bu garipliklerden hiçbir zaman geri kalmayan Nobel de hepimizin bildiği gibi yepyeni bir tüy daha dikerek, “Kocamış ve günlere doymuş,” bir çatal dilli İngiliz “azize”ye gidiverdi. Artık Nobel’in yaptığı “tuhaflık”lara herkes alıştığı için infial minfial olmadı. Herkes işine baktı. Depolardan Doris Lessing’in tozlu kitapları çıkarıldı, üzerlerine birer bant geçirildi; bir iki vitrin düzenlemesi; hepsi bu. Kanımca Nobel, sıradan bir ölümlü için olması gerekenden çok fazla defa harakiri yaptı. Artık yaraları dikiş tutmuyor.
Türkiye’deki edebiyat ödülleri ise sarsılmaz bir istikrarla yola devam etti. İlkeler derin bir sadakatle uygulandı. İhdas edilen ödüller, yeri geldi verilmedi, yeri geldi “camia dışı şaki”lerden esirgendi, yeri geldi edebiyat iktidarının soğuk yüzü gösterilip toy ediban takımı tedip edildi. İstisnalar yok muydu? Vardı! Ama azınlıktaydı. Tüm bunların neticesinde Türkiye’de ödül müessesesine saygı maygı kalmadı. Ödül konusunda tam bize özgü bir “fars”a ulaşmayı başardık neticeten. Herkes kına yakabilir!
“Bu ülkede iyi şeyler de oluyor,” faslı ne yazık ki bir nedret durumunu yansıtıyor bu yıl. Yine de aklıma gelen, severek okuduğum, önemli kitapları sıralamaya çalışayım. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Philip Roth’a ait Ölen Hayvan adlı kitap çok iyi bir romandı. Kanser hastası kahramanın yaşamının finalindeki seksüel düşkünlüklerini anlatırken Roth kelimenin tam manasıyla çarptı. Benim Nobel adayım zaten Roth’du. Ama olmadı. Bu, daha da iyi oldu.
Can Yayınları’ndan çıkan Milan Kundera’ya ait Perde bu yılın en iyi çeviri deneme kitabıydı. Ortalama okur, biz edebiyat profesyonelleriyle neden ters düştüğünü öğrenmek istiyorsa, edebiyatın derin kaygıları ve estetik boyutu hakkında derli toplu fikir edinmek istiyorsa bu kitabı okumalıdır. Milan Kundera ile edebiyat anlayışımın benzer olduğunu görmek ise şaşırtıcıydı. Yine Can Yayınları’ndan çıkan Thomas Mann’a ait Venedikte Ölüm ise Behçet Necatigil çevirisi olması hasebiyle ekstra muhteşemdi. 20. Yüzyıl’ın bu eşsiz şaheserini yeniden okumak hoştu. Yabancı romanlar arasında, Merkez Yayınları’ndan çıkan Naipaul’a ait Taklitçiler de bir yeniden basım olmasına rağmen önemli bir işti.
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Genom adlı Matt Ridley’e ait muhteşem yapıtı ise hangi türe sokacağımı bilemiyorum. Fakat yabancı yazın alanında 2007’nin en iyi özgün edebi yaratısı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bir üçüncü binyıl şaheseri. Çeviri incelemeler arasında, Kabalcı’dan çıkan Jean-Paul Roux imzalı Türklerin Tarihi’ni de çok beğenerek okudum.
Türk Edebiyatı’na gelince… 2007 senesinde nitelikli Türk Edebiyatı’nın nabzı daha çok inceleme-deneme alanında attı. Varlık Yayınları’ndan çıkan Davetsiz Misafir tayfasına ait derleme/deneme bilim-kurgu, distopya ve siberpunk kitabı “Başka Dünyalar Mümkün” kanımca yılın en iyisiydi. Bu muhteşem derlemeyi geleceğin edebiyatına ilgi duyan herkes okumalı. Varlık’ın edebiyatın derin sularına görkemli dönüşünü müjdelemesi açısından da önemliydi bu kitap. Yerli edebiyata Kabalcı’nın getirdiği şekilsel ihtişam ise bambaşka bir fasıl. Bunlar arasında Ahmet Eflaki’ye ait Ariflerin Menkıbeleri ve Orhan Şaik Gökyay’a ait Dedem Korkudun Kitabı, görkemli edisyonları bir yana, destan ve öykü türlerini, derleme inceleme türleriyle bütünleştiren çok ilginç ve önemli yapıtlar olarak öne çıktılar.
Türk romanı açısından oldukça çorak, klişelere yaslanmış ve tekdüze geçen 2007, final aylarında bize başarılı iki roman armağan ederek kendini affettirmeyi denedi. Ersan Üldes’e ait Zafiyet Kuramı kanaatimce 2007’nin en iyi Türk romanı. Her ne kadar, beğeni ile izlediğimiz; edebiyat muhitinin sözbirliği halinde yücelttiği Suskunlar romanı ve İhsan Oktay Anar’ın edebi kalitesi asla yadsınamayacak olsa da; post-modernler arasında en çok beğendiğim bu yazarın hep aynı minval üzre eser veriyor olması ve post-modernin modasının geçmekte olması dolayısıyla; çok daha yenilikçi bir tarzı yakalayan, avangard deneyselliklere kulaç atan, Aylak Adam’dan bu yana, özlemle beklediğimiz varoluşçu edebiyatın 21. Yüzyıl versiyonunu bizlere sunan Ersan Üldes’in kitabı kanaatimce bir parça daha öne alınmalıdır.
Ersan Üldes, üçüncü romanını yayınlıyor olmasına rağmen Türk okuru tarafından yeterince tanınmayan bir yazar. İlk iki romanı (Yerli Film ve Aldırılan Çocuklar Örgütü) daha çok marjinal yaşam temaları hakkındaysa da asla yeraltı yazarı edalarına bürünmedi. Havalara girmedi. Munis ve rafine bir edebiyat serüvenini tercih etti. Onu çağdaşlarından ayıran özellikler, başta işlek zekası olmak üzere, Türkçe’yi kullanmaktaki olağandışı becerisi, nesirinde barındırdığı benzersiz “humour” ve derin edebiyat bilgisidir. Zafiyet Kuramı adlı romanında Ersan Üldes geç de olsa doğru yayıncıyı bulmuş. Eser kusursuz denebilecek bir edisyonla yayınlanmış. Plan B, kanaatimce yıldızı parlayacak bir yayınevi. Zafiyet Kuramı gibi bir değerli eseri ortaya çıkarmak ve işlemekte gösterdikleri feraset bunun önemli bir göstergesi.
Zafiyet Kuramı, sağlam bir incelemeyi hak ediyorsa da, ancak bu yazının sınırları içine sığabilecek kadar söz edebileceğiz şimdilik. Kitap bir bakıma varoluşçu edebiyatın post-modern çağ sonrasındaki geri dönüşü. İletişimsizlik, yalnızlaşma, biçarelik ve sağaltımsızlık çağında, kapanan bireyin, içine düştüğü sapkın ruh halinin ve alter-egolarının tutsağı oluşunun ustalıklı bir anlatımı. Hayatta yönünü bulamamış, beyhude uğraşılarla zaman öldüren kahramanımız Meriç Ateşke’nin babası ölüm döşeğindeyken yazarlığa merak salar. Eser olduğunu iddia ettiği saçmalıklarının yayınlanması için oğluna baskı yapar. Herbiri tumturaklı ve basmakalıp düşüncelerden oluşan kuramları adeta güncel hayatta karşılaştığımız sıradan adamın bütün yanlış tercih ve hezeyanlarını yansıtacak şekildedir. Bu saçmalıkları yayıncılara kabul ettirebilmek için uğraşırken giderek çeviri işinde yoğunlaşır kahramanımız. Türkçe’ye çevirdiği Alman yazarın eserlerinde öfkesinin, hıncının ya da düpedüz o anki ruh halinin gidişine göre tahrifatlar yapar. İlk başta kimse bunları anlamaz. Kahramanımız giderek gemi azıya alır. Abartır. Alter-egosunu temsil eden en yakın arkadaşı onu sürekli kendi eserini yazması için kışkırtır durur. Alter-egosu bir yandan onu yazar olmaya teşvik ederken diğer yandan da vazettikleriyle, yürüyüp giden hayatın sefillik ve rezilliklerini yansıtır. Tipik bir “günün adamı”dır alter-ego. Tüm bunlar olurken yazar kahramanımızın babasının da bir başka alter-ego özelliği taşıdığını hissederiz. Final yarım kalan bir tümceyledir. Eserin sonuna nokta bile konulamamıştır. Çünkü yazar alter-egosuyla buluşmak üzeredir. O anda kaybolur ortalıktan.
Neden kaybolmuş gitmiştir yazar?
Çünkü alter-egosuyla karşılaştığı anın sefaletini bize sunmamayı tercih edecek kadar kavrayışlı bir yeni çağ mağdurudur o. Tamam, hercaidir ama, iyi eğitimlidir. Duyarlıdır. Kibardır. Zekidir. Zarif fakat aynı zamanda fırlamadır. Çağın ağır sorunları yüzünden bir parça sapkınlaşmıştır ama özü hiç fena değildir. Ayakta kalabilmek adına; yeri geldiğinde alçak, daima fırsatçı, genelde çıkarcıdır. Ama insandır. Trajedisini bile belli bir “humour” ile yansıtan, aykırı bir içsel filozofisi olan post-modern sonrası çağın bizar olmuş kentlisidir o.
O yüzden alter-egosu ile karşılaşma anını bize göstermek istemez. Çünkü şunu bilir: Bu hissettiklerine “bulantı” bile denemez. O halde bu saçma yaşantıyı kime, nasıl açıklayacaktır?