Yazan: Saul Newman
Çeviren: Canay Özden
1798 senesinde Kant Fransız Devrimi hakkında şöyle yazdı:
“Eğer bu olayda istenen sonuca ulaşılamamış, devrim veya ulusal anayasa reformu sonuçta başarısız olmuş, hatta bir süre geçtikten sonra her şey (şimdilerde politikacıların öngördüğü gibi) eski haline geri dönmüş olsa bile, onun getirdiği felsefi ilham gücünden hiçbir şey kaybetmemeli. Çünkü bu olay fazlasıyla önemlidir, insanlığın çıkarıyla çok bağlantılıdır ve etkisi dünyanın her tarafında, bu tarz çabaların tekrarı arzusuyla çalkalanan uluslar tarafından hatırlanmamak için fazlasıyla yayılmış vaziyettedir.”
Kant için 1789 Devriminin onu izleyenlere neşrettiği coşku insan ilerlemesinin açık bir işaretiydi. Gelişme için bir eğilimi ve insanlığın temel bir amacını başarmak için duyulan kendinden eminliği ortaya çıkarmıştı; bu amaç aynı zamanda bir hücum savaşını da önleyecek olan bir cumhuriyet anayasasıydı. Ayaklanmanın kendisi bir başarısızlığa dönüşse ve kendini kana buladıysa da, Devrim kendisini tarihin ortak belleğine yazarak zamanın kumaşında sürekli bir kırılma meydana getirmişti. Bu, varolmayı sürdürecek, barutun gürültüsü dindikten çok sonra bile ve eski rejimlerin hemen yeniden kurulmasına rağmen, anlamı yankılanmaya devam edecek bir olaydı. İnsan ilerlemesinde sürekli bir ufuk teşkil edecekti; onu izleyen çatışmalarda hep hatırlanacak ve üzerine tekrar düşünülecek bir şeydi.
Neden devrimi bu şekilde düşünmek bugünlerde bu kadar zor? Zamanımız hem büyük devrimci özgürleşme ve sosyal dönüşüm projelerinin hem de mevcut küresel kapitalizme alternatif herhangi bir tahayyülün gözden kaybolmasına koşullanmış görünüyor. Her devrim fikrinin naif, gerçekten uzak ve felaketlere gebe olduğunun, mevcut ekonomik ve siyasal düzen ile barışıp onun erdemini tanımamız gerektiğinin bize durmadan söylendiği evrensel bir tepki döneminde yaşıyoruz. Kant tarafından tanımlanan coşkulu “devrim iradesi”nin yerini temkinli bir makulluk ve teslimiyet politikası aldı. Acaba insanlığın amaçları başarılmış, Kant’ın kehanetine uygun olarak hücum savaşını önleyecek ve insanların diledikleri anayasa gerçekleştirilmiş midir? Pek sanmıyorum. Kant’ın umduğu evrensel barıştan epey uzakta görünüyoruz ve mevcut siyasal anayasalar bugün, anlamsız “demokrasi” etiketi altında, en kötü sömürüleri saklıyorlar.
Fakat “devrim iradesi”nin tahayyülü bugün ne kadar zor olsa da, devrimci vaadin her zaman varolduğunu söyleyen Kant’ı ciddiye almalıyız. Diğer bir deyişle, bugün Devrim hala yankılanmakta ve özgürleşmenin ebedi ufku gerçekleşmeyi beklemektedir. Belki görünen manzaranın kasvetliliğine rağmen, devrim ihtimali siyasi gerçekliğimizi sıkça ziyaret eden hayali bir boyut, çağırılmayı bekleyen sürekli bir potansiyellik olarak her zaman mevcuttur.
Ancak Foucault’nun gösterdiği gibi, Kant tarafından öne sürülen soru güncel devrimci deneyim ve programlardan farklı olarak, devrim coşkusundan veya “devrim iradesi”nden ne ortaya çıkarılacağıdır. Nasıl olmuştur da Kant hem Fransız Devriminin şiddetinden tiksinti duymuş hem de meydana getirdiği coşkuya hayranlık duyabilmiştir? Yirminci yüzyılın totaliter felaketlerine rağmen hala devrim için bir coşku –sürekli bir devrim iradesi- beslememiz mümkün müdür? Sorun burada, devrim fikrinin rasyonelliğe, insani ilerlemeye ve toplumun mükemmelleştirilebilirliğine olan bir Aydınlanma inancından doğması, ne var ki modern devrimci programlar tarafından uygulandığında yıkıcı şiddete ve otoriterliğe yol açan şeyin yine aynı söylemler olmasıdır. Partilerin ve programların eski paradigmasına geri düşmeden bir devrim ethosundan bahsetmeye devam edebilir miyiz?
İlk olarak geleneksel devrim fikrini baştan düşünmeyi denemeliyiz. Geçmişteki devrimlerin merkezi sorunlarından biri, siyasi otoritenin mevcut biçimlerini ortadan kaldırma çabalarında ya onları yeniden onaylamaya ya da onların yerine yenilerini icat etmeye meyil etmiş olmalarıdır. Bu benim iktidarın yeri olarak bahsettiğim sorundur: İktidarın kendini tekrar icat etmek ve onaylamak, egemenlik konumunu sağlamlaştırmak için özellikle devrimci ayaklanma süreci içerisinde gösterdiği yapısal eğilim. Elbette, burada Devlet sorunundan konuşmaktayız. Devrimler geçmişte Devlet iktidarını, nihai “sönümlenme”yi göz önünde bulundurarak ele geçirmeyi denediler; ancak sonuç çoğunlukla, Devleti kontrol etmesi gereken devrimci güçlerin kendilerinin baskısının yanısıra Devletin de güçlenmesi ve yayılması oldu. Diğer bir deyişle, belki devrimlerin geçmişte aldıkları siyasi biçimde Devletin devamını getirecek bir şey vardı. Devrimci siyaset bu nedenle Devlete dayanmayan stratejiler ve aktivizm biçimleri icat ederek iktidarın yerinden kaçmanın bir yolunu bulmalıdır. Belki devrimler artık toplumu dönüştürmek için varolan kurumları kullanmak şeklinde değil de, siyasetin bütün kurumsal ve otoriter biçimlerini bir kenara atarak toplumu dönüştürmek şeklinde tasavvur edilebilir.
Bu anlamda yeni bir devrimci siyaset aynı zamanda Partisiz bir siyaset olmalıdır. Uzun bir zaman için, Solun geleneksel partileri bir kriz durumunda olmuşlardır, ve bu, Parti en nihayetinde devlet aygıtının bir parçası olduğu içindir; “kitleler”i veya “işçi sınıfı”nı temsil etme iddiasında olsa da, devrimci siyaseti Devlete bağlayan, onun radikal potansiyelliği ve yaratıcılığını sınırlayan muhafazakar bir kurumdur. Bu yalnızca parlamenter bir ortamda değil, devrimci sürecin içinde de böyledir. Örneğin Bolşevik Devrimi, Sovyetler içinde doğrudan demokrasi formları başlatmış olsa da, aynı zamanda onları gitgide daha çok merkezi ve otoriter olan bir parti aygıtına kanalize etmiştir. Devrimci öncü Parti tam da yıkımını aradığını iddia ettiği siyasi düzenin iktidar yapılarının ve hiyerarşilerinin yansıması olan merkezi ve bürokratik aygıtlar içermekteydi. Bu geleneksel temsiliyet mekanizmaları yerine, yeni devrimci siyaset doğrudan demokrasi formlarını teşvik etmeli ve insanları somut durum ve sorunlar etrafında harekete geçirmelidir.
Geleneksel devrimci siyasetin sorgulanması gereken diğer bir yönü de Marksist siyasi-ekonomik sınıf kategorisidir. Işçi sınıfı bugün radikal siyaset bağlamında hala anlamlı olsa da, sorun devrim kavramını, çatışmasının toplumun evrenselliğini temsil ettiği söylenen tek ve merkezi proleter özne üzerine kurmakta yatmaktadır. Fakat görüyoruz ki, ondokuzuncu yüzyılda proleteryanın bazı kısımlarında gerçek devrimci bir potansiyel bulunmakla beraber, işçi sınıfının çoğunluğu kendini kapitalist sistem içinde ekonomik kazanımlar sağlama fikriyle sınırlamıştır. Sınıf kategorisi, bu anlamda, bugün küresel kapitalizmin ufkunda yer alan farklı ve heterojen çatışmaların çokluğunu barındırmak için çok dardır; bunlar sadece daha yüksek maaşlar ve emek hakları için değil, aynı zamanda yerel otonomi, çevre, medeni özgürlükler, toprağın yeniden dağıtımı vb. için gerçekleşen çatışmalardır. Bu çatışmalarla oluşmaya başlayan şey Marx’ın tanımlayacağı anlamda bir küresel proleterya değil, fakat küresel bir yoksul, küresel bir “lumpenproletariat”dır. Belki, Mikhail Bakunin’in daha ondokuzuncu yüzyılda savunduğu gibi, “kitle” terimi devrimci öznellik için, hiyerarşi ve dışlama ima eden “sınıf” teriminden çok daha iyi bir tanım getirir.
Fakat, ben burada basit bir kimlik siyasetinden de bahsetmiyorum: Belli bir kültürel, cinsel, dini veya etnik kimliğin tanınmasıyla ilgili çatışmalar da geleneksel sınıf çatışması fikri kadar, belki ondan da çok, sınırlı ve indirgemecidir. Onun yerine, devrimci siyaset bugün bir kimliksizleşme politikası olmalıdır; diğer bir deyişle, kişinin kurulu sosyal konumu veya kimliği temelinde değil, bunun reddi temelinde gerçekleşen radikal bir öznellik süreci. Foucault, Kant’ın “devrimci irade”sini bugünümüze ve bizlere doğrultulmuş eleştirel bir ontoloji olarak görür. Bugün, devrimci siyaset kendimizin ve kabullenilmiş sosyal rol ve kimliklerimizin benzer bir sorgulamasını ifade etmektedir. Max Stirner’in belirttiği gibi, bizi varolan siyasi ve sosyal kurumlara nihai olarak bağlayan şey “normal” kimliklerimizdir ve dolayısıyla bu kurumlara karşı olarak yapılan herhangi bir devrim kendimize karşı yapılan bir devrim veya “isyan”la başlamalıdır:
Devrim yeni düzenlemeler amaçlar; isyan bizi başkaları tarafından düzenlenmemize izin vermeye değil, kendimizi düzenlemeye götürür ve “kurumlar” hakkında hiçbir parlak umut bırakmaz. Bu kurulu olana karşı bir savaş değildir, çünkü büyüyüp gelişirse kurulu olan kendiliğinden yıkılır; bu yalnızca benim kurulu olandan kendimi azad etmemdir.
Bir devrim bugün birçok değişik seviyede gerçekleşmelidir; sadece siyasi, ekonomik ve sosyal değil, aynı zamanda şahsi ve psikolojik seviyelerde. Üstelik, şimdiye dek gördüğümüz gibi, Devlet gibi kurulu siyasi kurumların merkeziliğini Parti gibi biçimsel temsiliyet mekanizmalarıyla beraber reddeden bir siyaset biçimi olmalıdır. Bu anlamda, devrimci siyasetin şüphesiz anarşist veya anti-otoriter bir karakteri vardır. Başka yerlerde, artık hiçbir anlaşılabilir sebeple Marksist sayılamayacak olan çağdaş radikal siyaseti tanımlamak için “post-anarşizm” terimine başvurdum. Merkezilikten arındırılmış aktivist ağı ve otoriter olmayan ortak karar alma mekanizmalarıyla küreselleşme karşıtı hareketi anarşist siyasetin eylemdeki bir örneği olarak görebiliriz. Ancak, burada önemli olan bu harekete verebileceğimiz etiketlerden çok, onun öncesi olmayan bir küresel özgürleşme hareketi, Devlet dışında yer alan ve temel olarak “serbest pazar”ın kendinden menkullüğünü sorgulayan bir siyaset olarak vücuda gelişidir.
Bunun gibi hareketler devrimin artık iktidarın bir defada dramatik biçimde ele geçirilmesi veya varolan sistemin bir defada ortadan kaldırılması şeklinde görülemeyeceğini öne sürüyorlar. İktidar cephe çatışması olarak anlaşılamayacak derecede yaygın ve hilekardır. Devrim daha çok, çeşitli direniş ve isyan noktaları olarak görülmelidir; birçok değişik cephede işleyen bir strateji serisi. Fakat hangi biçimi alırsa alsın, o her zaman tekil ve şaşırtıcıdır. O, her zaman Kant’ın bahsettiği Devrim ruhunu geri çağıran, vücuda gelişini öngöremediğimiz ve alacağı yönü baştan belirleyemediğimiz bir “olay”dır. Fransız Devrimini izleyenler gibi, onu ancak derin saygı ve hayranlıkla selamlayabiliriz.