Türkiye’de devlet ve uzantılarının uyguladığı şiddetten bahsederken ırkçılıktan dem vurmak adeta bir tabudur. Bu ülkede vatanseverler olabilir, milliyetçiler olabilir, hatta milliyetçiliklerini aşırıya kaçıranlar da olabilir. Ama bu ülkede ne ırkçılar ne de ırkçılık vardır. Hâşâ, bundan bahsedilemez bile, ırkçılık mı? O hiç olmamıştır, olamaz da. Kim tanık olmuştur bizim ülkemizde insanların sabun yapıldığına? Toplama kampları kurulduğuna dair bir bilgi var mıdır kayıtlarda? Yoktur, bizim ülkemizde ırkçılık yoktur. Ülkemizde ırkçılık vardır diyen en hain teröristtir, bölünmez bütünlüğümüze yönelik en büyük bir tehdittir, tez elden yok edilmelidir!
Türkiye devleti ve uzantıları, kuruluşundan bu yana böylesi baş edemediği, norma, kurala, yasaya bir türlü uyduramadığı fikirleri, yaşamları ve eylemleri yok ederek geldi bugünlere. Norm, kural ve yasa bu norma, bu kurala, bu yasaya tabi olacak insanların zihniyetlerini, beklentilerini, istek ve arzularını hesaba katarak değil onları adeta yok sayarak hazırlanmıştı zira. Kurallar, hitap ettikleri halkların zihinlerini boş ve yeniden yazılabilir, bedenlerini ise sıfırdan yeniden biçimlendirilebilir varsaymıştı her zaman. Yasa kesindi. Yasaya ya uyulacak ve yasa koyucular ‘sevilecek’ ya da geriye kalanların selametine, katıksızlığına, safkanlığına halel gelmemesi için buralardan çekip gidilecek, vatan ‘terk edilecekti’. Böylece bu ülkede, yeniden yazılmaya, yeniden biçimlendirilmeye karşı koyanlar bu toprakların dışına, bu topraklarda yaşamakta ısrar edenlerse bu dünyanın dışına sürüldüler. Kararlaştırılan ulusal projeye önce Ermeniler’in uygun düşmediği ortaya çıktı 15’lerde. Müslüman bir Türklüğün saflığı ve selameti için Ermeniler’den ‘arınılmalıydı’. 20’lerde bu kez laik ve batılı bir Türklüğün selameti için şapka da takmayan sakal da kesmeyen yobaz takımından ‘kurtulunması’ gerekti. Gösterilerde asker ve polisin kurşunlarına hedef olanlar İstiklal Mahkemeleri’nde asılanlardan kat be kat fazla oldu. 38’lerde çıkardıkları kargaşalık had safhaya ulaşan Dersim halkı, Sabiha Gökçen önderliğindeki yeni kurulan Türk Hava Kuvvetleri’nin ilk bombalarına hedef oldular. Bir yandan da norma, düzene, yasaya uymayanların akıbetinin ne olacağı konusunda gelecek nesillere ibret teşkil ettiler. Dersim tamamen boşaltıldı, tam da normun, kuralın, yasanın öngördüğü gibi bomboş, çıplak, yeniden yazılmaya, yeniden, sıfırdan kurulmaya hazır bir arazi haline, ‘Tunceli’ haline getirildi.
Oysa hiçbir şey sıfırdan kurulmuyordu ya, zihinler doluydu ya, insanlar düşünüyordu ya, devlet elitleri ve yasa koyucular için sorunlar da bitmek bilmiyordu bir türlü. 60’lar ve 70’ler komünist tehlikenin ulusal projeyi en çok tehdit ettiği yıllardı. Demek ki, yeterince ders alınmamıştı Ermenilerden, Menemenlilerden, Diyarbakırlılardan, Dersimlilerden ve daha nicelerinden. 80’lerde bu dersi tekrar vermek gerekti. Toplumun selameti için bu anarşikler “asılmayacaktı da beslenecek miydi” yani? Yüzbinler işkenceden geçti, bir o kadarı yurtdışına göç ettirildi, milyonlar fişlendi, milyonlar susturuldu, devrimin ismi ve hayali dahi yok edilinceye, geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar bu kırım devam etti. 90’lara gelindiğinde artık dağlara çıkmıştı yasaya uymayanlar. 90’lar öldürülen Kürt gerillaların kulaklarından kolye, kesik başlarından anı fotoğrafı yapıldığı yıllar olarak geçti tarihe. Yasaya uymayanlar insan sayılmaktan çıkarılmıştı bir kez daha. Böylece köyler boşaltıldı, köyler yakıldı, köyler kuşatma altına alındı. Yine de fikirler, yaşamlar ve eylemler sıfırlanamadı. ‘Terör’ belası sarmıştı artık dört bir yanı. Savaşlar durmak bilmedi.
Ulusal projenin, devletin ve ırkın bekasını, selametini ve saflığını korumak adına darbe yapanlar, savaşanlar, öldürenler bu ülkede her defasında sesi duyulan, sözü geçen bir çoğunluk tarafından aklandı, haklı çıkarıldı ve alkışlandı. Bu alkışlar, “en büyük asker bizim asker” diyen haykırışlara karışıp sokaklarda yankılanır, kolyeler ve fotoğraflar ise bir yanda birikmeye devam ederken, bu topraklarda ırkçılığın olmadığı, olsa da ancak uç, aşırı bir hareket olarak kaldığı tekrarlandı durdu. Peki, bu ülkenin dağlarına çıkıp isyan edenleri insan saymayanlar, onlara ‘terörist’ diyen, toplumun hayatta kalması ve selameti için dağların bu teröristlerden, bu hastalıktan ‘temizlenmesi’, arınması, kurtulması gerektiğini var gücüyle savunan, öldürülen ‘teröristlerin’ cenazelerine dahi işkence eden, onların insan eliyle değil vinçlerle toprağa verilmesine alkış tutanlar sadece bir avuç uç ve aşırı fikir müptelası mıydı? Nasıl oluyordu da bir ülkede hem ‘terörist’ sayılanlar yani insan sayılmayanlar ve dolayısıyla sabun yapılmasında sakınca olmayanlar olduğundan bahsedilebiliyor hem de ırkçılığın olmadığı söylenebiliyordu?
Evet, Türkiye’de ırkçılık maalesef yaygın bir pratik olarak var ve sürüyor. Ve bu ırkçılık en bariz biçimde, devletine tabi, uyumlu vatandaşlar ile insan dahi sayılmayan ve öldürülmesinde, hatta ölüsünün lime lime edilmesinde dahi sakınca olmayan ‘teröristler’ (devletin bir valisinin deyimiyle ‘yaratıklar’) arasında kurulan karşıtlığa dair söylem üzerinden işliyor. Böylece, özellikle son yıllarda ırkçılık sadece yasa koyucuların ve emekli veya görevli kurmayların söyleminde değil aynı zamanda geniş kitlelerin aktif katılımıyla gerçekleşen sokak gösterileri, linç girişimleri, hakaretler ve katliamlar biçiminde de tezahür ediyor. Sadık vatandaşlar ve sapkın teröristler arasındaki ayrıma dair söylemi gündelik konuşmalarımızda sarf ettikçe ırkçılık yayılıyor ve yaygınlaşıyor. Sadece şoven gösterilere katılıp alkış tutanlar veya gündelik hayatta farkında olarak veya olmayarak ırkçı bir söyleme eklemlenenler değil, aynı zamanda bu gidişata karşı sesini çıkarmayan ve böylece yasaya, norma ve ırkın safkanlığına tabi olmaktan geri durmayanlar da ırkçılığı gündelik alanda yeniden ve tekrar yaratıyor. Makro seviyede gelişen ve televizyonlarımızdan izlediğimiz tüm bu savaşlar, kırımlar ve yıkımlar aslında gündelik hayatımızda mikro seviyede aktif olarak yeniden ürettiğimiz veya pasif kalarak üretilmesine karşı çıkmadığımız, toplumun belli bir kesimini insanlıktan çıkarmaya ve yok saymaya yönelik söylem ve eylemler karşılığında mümkün olabiliyor.
Bizler, televizyonlarımız başında sadece ölenleri ve öldürülenleri görüyoruz. Irkçılığın tezahürü olan tüm bu savaşlar ve yıkımlar dolayısıyla ölüme terk edilenleri, ‘terörist yaratıklarla’ ilişkide oldukları gerekçesiyle yaşamları ve insanlıkları yok sayılanları, mayınlı arazilerde top oynadıkları için kolları ve bacakları kopanları, konuştukları dil dilden sayılmadığı için sesi duyulmayanları, ne eğitim ne de sağlık gibi toplumsal hizmetlerden bir türlü yararlandırılmayanları ve böylece ağır ağır her gün ölenleri ise zaten hiç fark etmiyor, duymuyor, duymak istemiyoruz. Onlar zaten bizden çok uzaklarda bir yerlerde, başka bir ülkede oturuyorlar. Türkiye’nin Kürtleri, Türkiye’nin batısında yaşayan birçoklarının nazarında Filistinlilerden, Iraklılardan, Afganistanlılardan dahi her zaman daha uzak, daha bilinmez, daha duyulmaz bir ülkede yaşıyorlar.
Belki en yumuşak kalplimizin yaptığı yapacağı ancak onlarla empati kurmak oluyor. Kendimizi onların, o uzakta, o asla yerinde olamayacaklarımızın yerine koyuyor, onların başlarına gelen acı olaylar için bir iki ah vah ediyor, ‘onlar adına’ üzülüyor ve sonra gündelik yaşamımıza geri dönüyoruz. Böylece onların yerindeymişiz gibi yapıp asla onların yerinde olmayacağımızı, olamayacağımızı bir kez daha onaylıyor, onlara ‘onlar’ diyerek kendi varlığımızı ayrıştırıyor, aynı toprakları paylaştığımız insanlara karşı sorumluluklarımızdan arınıyor, karşımızdakileri ise ötekileştiriyor ve uzaklaştırıyoruz.
Peki, hiç uzaktakilerin aslında çok yakınlarda olduğunu, hepimizin aynı geminin yolcusu olduğumuzu düşündük mü? Bizim mutluluğumuzun, bizim insan sayılmamızın, bizim evlerimizin boşaltılacağı, sokakta top oynayan çocuğumuzun mayına basıp havaya uçacağı kaygısı taşımaksızın yaşamlarımızı sürdürmemizin, yalnız ve yalnız bizim konuştuğumuz dilin işitilmesinin aynı toprakları paylaştığımız başkalarının dilinin yasaklanması, sesinin susturulması, bedeninin yok edilmesi, varlığının ölüme terk edilmesi ve ruhunun acı çekmesi sayesinde gerçekleştiğini fark ettik mi? Evet, aslında her birimiz aynı geminin içinde, aynı yolun yolcusu, aynı coğrafyada payımıza düşen acı ve mutlulukların kaynağıyız. Dolayısıyla, mutlulukların ve acıların bugünkü gibi son derece eşitsiz dağılımından da sorumluyuz. Belki acılar hiç bitmeyecek ama mutlulukların ve acıların daha adil bir biçimde dağıldığı bir ülke, bir dünya tahayyül etmek yine de mümkün. Onun için ilk olarak bu savaşları ve bu acıları var edenin, bu ırkçılığı da mümkün kılanın öncelikle biz, kendimiz olduğunu kabul ederek işe başlayalım. Sonra da empati kurmak yerine beraber yol aldığımız ve asla aynı deneyimleri paylaşmadığımız insanlara kulak verelim; seslerinin işitilmesinin, acılarının dillendirilmesinin karşısındaki engellerin, başta kendi baskın söylemlerimiz olmak üzere ortadan kaldırılması için çabalayalım.