Altyazı Sinema Dergisi’nin Ekim 2008 Sayısında Yayımlanmıştır
Amerika’da seçimler yaklaşıyor ve Amerikan halkı ilk defa bir siyahı başkan seçmeye hazırlanıyor. Gerek yıllardır baba ve oğul Bush gibi başkanlara sahip olmaktan dolayı dünya üzerinde zedelenen itibarlarını yeniden kazanmak gerekse iki yüz yıl boyunca köle olarak emeklerini ve bedenlerini sömürdükleri siyahlara karşı işledikleri günahlardan arınmak böylece bir taşla iki kuş vurmak için Amerika’nın liberal, özgürlükçü, ilerici, solcu seçmenleri tüm umutlarını Barack Obama’ya bağlamış durumda. Amerika bir kez “we did it”, yani yaptık, yine başardık demeye hazırlanıyor. “Bush’u başkan seçenleri de Bush yönetiminin bu dünyaya yaptıklarını da unutun, siyahların insan dahi sayılmadığı, her türlü ayrımcılığa ve zulme maruz kaldığı yakın geçmişimizi zihninizden silip atın, işte artık bir siyahı başkan seçen, özüne, özgürlükçü ve çoğulcu doğasına dönmüş bir Amerika var karşınızda” demek istiyor artık çoğu Amerikalı. Acılar ve acıtmalarla dolu bir tarihle, ayrımcılığın ve şiddetin hüküm sürdüğü bir geçmişle olabildiğince çabuk bağı koparmanın, bu kötü ve karanlık anılardan kaçmanın, günah çıkarıp bir an önce yeni, temiz, umut dolu bir sayfa açmanın telaşı gözleniyor seçimler öncesinde.
Ne tesadüf ki, Amerikan sinemasında da son yıllarda, toplumdan, şehirden, siyasi ve sosyal sorunlardan, içinden çıkılmaz hale gelen insani ilişkilerden kaçışın ve doğaya dönüşün konu edildiği filmlerde ve dizilerde gözle görülür bir artış var. Bir uçak kazası sonucu düştükleri adada geçmiş yaşantılarından, eski hatalarından ve suçlarından kaçıp kurtulmaya çalışan ve dış dünyayla bağlantısı olmayan bu adada her şeye yeniden başlayan bir grup insanın hikâyesinin anlatıldığı Lost dizisinin bugün Amerika’da neredeyse bir efsane haline gelmesi herhalde bir tesadüf olmasa gerek. Demek ki, geçmişte yapılanlar o kadar pişmanlık verici ve geri döndürülemez olumsuz sonuçlara yol açmış ki, hayata tutunmak ancak ona yeniden, sıfırdan başlayarak mümkün. Lost dizisi de işte tam da bu gerekçeyle adada kalmayı yeğleyen ve adanın yani doğanın saflığına ve masumiyetine inananlar ile adayı terk edip geçmiş yaşantılarına dönmeyi arzu edenler arasındaki çekişmeyi konu ediniyor. Sonunda adada kalanların mı yoksa bildiğimiz dünyaya geri dönenlerin mi hayıflanacağını hep beraber izleyip göreceğiz ama her halükarda, geçmişte yaşanan ve yaşatılan acıların ve geçmişten gelen pişmanlıkların kısacası geçmişin hayaletinin adaya düşenlerin peşini bırakmayacağı kesin.
Ama Amerikalılar yine de kaçmak istiyor. Her şeyden, insanlardan, siyasi ve toplumsal sorunlardan ama en çok da geçmişten kaçıp kurtulmanın bir yolunu arıyorlar durmadan. Almanyalı çağdaş düşünür Peter Sloterdijk’in hatırlattığı gibi Amerika zaten Avrupa devletlerinin suçlu gördüğü, mahkûm ettiği, sürgüne gönderdiği, dışlanan insanların, Avrupa’daki siyasi, dini ve toplumsal karmaşalardan kaçanların kurduğu bir ülke. Sloterdijk, bu durumu Amerika’ya göç edenlerin geçmişle ve ağır siyasi sorunlarla başa çıkamamalarına bağlıyor ve Alman milliyetçiliğiyle sulandırılmış bir Amerikan karşıtlığıyla Amerika’yı kuranları zayıflık ve korkaklıkla suçluyor. Sloterdijk’e göre bu zayıflık ve korkaklık Amerika’nın özü. Öyle ki, Amerikalılar toplumsal ve siyasal gerçeklerle, acı, sıkıntı ve pişmanlıklarla yüzleşmektense hep batıya giderek önce Avrupa’dan Amerika’ya sonra Vahşi Batıya en sonunda da Büyük Okyanus kıyısındaki Kaliforniya’ya varıyor. Orada daha fazla batıya gitme imkânı kalmadığı için Holywood’u kuruyor ve kaçışı sinemada, kurgularda, fantazilerde arıyor.
Evet, Sloterdijk’in hikâyesi gerçekten de ilk bakışta oldukça ilginç gözüküyor. Ama bu hikâyenin üzerinde biraz düşünce kaçınılmaz olarak zihinlerde büyük bir soru işareti uyanıyor: Eğer Amerikalılar bu kadar korkak, sinik ve zayıf ise nasıl oluyor da Amerika bugün dünya çapında bir hegemonyayı sadece silah zoruyla ve korkutarak değil aynı zamanda insanları kendine hayran bırakarak kurabiliyor? Yoksa Amerikalılar’a özgü bu kaçışı başka bir biçimde yorumlamak, bu kaçışı korkaklığa ve zayıflığa değil başka bir ruh durumuna, başka bir niyete mi yormak gerekiyor?
Sloterdijk, daha en başta, Amerikalılar’ın Avrupa’dan kaçışlarının hedefini, bu kaçışın amacını göz ardı ederek Amerika’ya dair gerçeği yani Amerika’nın ruhunu anlamaktan bir hayli uzaklaşıyor. Oysa Amerika’ya kaçışın daha en baştan çok somut, çok açık bir hedefi, bir amacı vardı. Buraya ilk kez ayak basanlar, ilk yerleşimleri kuranlar, geldikleri bu yere ‘yeni dünya’ adını vermemişler miydi? Yeni, yani masum, yani saf, yani temiz ve kirlenmemiş. Tıpkı doğa gibi. Amerika’ya, yani ‘yeni dünya’ya gelmek, her şeyden önce kişisel, toplumsal, siyasal çekişmelerden uzak, kendi kendisine yeten, kendi dışındakilere de zarar vermeyen insanın doğal haline yani özüne dönüşü olarak anlamlandırılıyordu. Evet, Amerika’ya kaçışın bir hedefi, bir niyeti, bir amacı vardı: İlelebet saf, masum ve temiz kalmak, bir daha hiç kirlenmemek.
İşte Amerika’nın ruhu belki de bu. Amerika özgüvenini ve gücünü her daim sürdürdüğü bir özeleştiriden, geçmişte yaptıklarını, yanlışlarını, pişmanlıklarını bir çırpıda ayaklar altına alıp, silip, unutup, unutturup kendini yenileyebilmek kudretinden alıyor. Herhalde geçmişle, toplumsal olanla ve dünyanın geri kalanıyla bağlarını en kolaylıkla koparabilen millet Amerikalılardır. Böylece her zaman temiz, her zaman saf ve masum kaldıklarına inanıyorlar. Şüphesiz Amerika’nın dünya üzerindeki hegemonyasını kuruşunda da bu geçmişi unutturup kendini yenileyerek temize çıkabilme gücü büyük rol oynuyor.
Günah çıkartmak sadece gündelik siyasette değil Amerikan sinemasında da karşımıza sıklıkla çıkan bir olgu. İnsanın doğayla ilişkisine eleştirel bir biçimde bakan iki film bu noktada dikkatleri çekiyor. Bunlardan ilki Roland Emmerich’in 2004 yapımı The Day After Tomorrow’u. Diğeri ise yakınlarda gösterilen, Shyamalan’ın 2008 yapımı The Happening’i. Her iki film de adeta bir parazit gibi yaşayarak doğaya zarar veren bir insanlığın doğa tarafından nasıl da cezalandırıldığını konu ediniyor. The Day After Tomorrow’da küresel ısınmanın olası olumsuz sonuçlarına kayıtsız kalan ve doğayı insanlık için yaratılmış bir kaynaktan ibaret olarak görüp umarsızca sömüren ülkeler aniden bastıran yeni bir buzul çağının kurbanları oluyor. The Happening’de ise yine doğaya verdikleri zarara karşı duyarsızlaşan bir insanlığın doğa tarafından intihara sürüklendiğine tanık oluyoruz. Dünyadaki enerji kaynaklarını en çok sömüren ve doğaya en çok zarar veren bir ülkenin sinemasında izlediğimiz bu türden yapımlar hiç şüphesiz bir tür günah çıkarma ve temize çıkma çabasının yansımaları. Elbette böylesi bir günah çıkarmanın nihai hedefi de geçmişte olanları bir kenara bırakıp yeniden, saf ve temiz bir insanlık tahayyül edebilmek. Aslında her iki filmde de verilmek istenen mesaj sadece ormanlar, ağaçlar, denizler ve dağlardan ibaret bir doğaya değil tam da kendi doğasına ihanet eden bir insanlığın akıbetinin hiç de iyi olmayacağı. Zira gerek The Day After Tomorrow’da gerekse The Happening’de doğasına aykırı hareket eden ve kirlenen, masumiyetini yitirip artık doğanın katliamından sorumlu birer suçlu haline gelen insanların yok oluşuna tanık oluyoruz. Ama filmler sadece bu özeleştiriyle bitmiyor elbette. Her iki film de günahlarından arınmış saf, temiz, doğasına ve özüne dönmüş bir insanlığın yeniden doğuşuyla, geleceğe açılan beyaz bir sayfayla kapanıyor.
Peki, geçmişten, pişmanlıklardan, doğaya ve diğer insanlara verilen acılardan ve zararlardan kaçıp kurtulmak bu kadar kolay mı? Veya başka bir deyişle şu anda, şimdide yaşadıklarımızı geçmişte olanlardan koparmak mümkün mü? Amerikan’ın hâlihazırdaki dış işleri bakanı Condeleezza Rice ‘geçmişle hesaplaşma’ konulu bir konferansta Amerika’da Kızılderililer’e yapılanların nasıl telafi edileceği konusunda sorulan bir soruyu, “bunlar geçmişte olmuş, yıllar önce özür diledik, artık geçmişte olanlara saplanıp kalmanın âlemi yok, şimdi yüzümüzü geleceğe dönmenin vaktidir” diye yanıtlamıştı. Rice’ın bu sözleri geçmişi ve şimdiyi çok kalın çizgilerle ayırabilen böylece kendini sürekli aklayan Amerikan’ın ruhunu aslında çok iyi yansıtıyor. Rice’a göre Kızılderililer’i katledenler çoktan öldü. Onların işledikleri suçlardan dolayı da bugün Amerika’da yaşayanları sorumlu tutmak anlamsız. Hâlbuki bugün, şu anda, şimdi Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşamını sürdüren ve bu topraklar üzerindeki mülkiyetini ve iktidarını en doğal bir hak olarak gören hemen herkes aslında bu toprakların geçmişteki sahiplerinin kanlarının dökülmüş, soylarının kurutulmuş olması sayesinde buradalar. Bu hep böyle ve böyle olmaya devam edecek. Zira geçmiş her zaman şimdinin ayrılmaz bir parçası. Sadece bugün ortada haklarını savunacak Kızılderililer kalmadığı için Amerika Kızılderililer’i unutmak ve unutturmak konusunda hiçbir sıkıntı çekmiyor. Peki ya Obama’nın seçimleri kazanması bugün hala ayrımcılığa maruz kalan milyonlarca Amerikalı siyahın geçmişten bugüne uzanan acılarını unutturabilecek mi?
Bu soruya daha iyi cevap verebilmek için, daha önce incelenen filmlerin aksine doğaya dönme ve hayata sıfırdan, yeniden başlama romantizmini çarpıcı bir biçimde eleştiren Sean Penn’in 2007 yapımı Into the Wild’ına bir göz atmakta fayda var. Annesi ve babası arasındaki kavgalardan, tek düze bir orta sınıf hayatından, ders başarısı ve para hırsı üzerine kurulmuş anlamsız bir hayattan kaçıp doğayla iç içe bir hayatın özlemiyle kendisini yollara atan genç ve başarılı öğrenci Chris’in hikâyesi belki de bugün birçok idealist Amerikalı’nın içinden geçenleri özetliyor. Amerikan idealizminin öncülerinden Henry David Thoreau’nun ve romantik pasifist Tolstoy’un kitaplarını yanından ayırmayan Chris’in ailesiyle, okuluyla, parayla, şehir yaşantısıyla ve tüm bir geçmişiyle bağını koparıp Alaska’ya doğru yola çıktığında tek sermayesi ona doğanın saflığını ve kirlenmemişliğini anlatan bu kitaplar belki de. Amerika’nın ideali, Amerika’nın ruhu, Chris’in bedeninde cisimleşiyor. Chris Alaska’ya uzanan yolculuğunda otostop çekerken, tarlalarda çalışırken, hippilerle beraber yaşarken, doğaya, özüne dönmenin, her şeye sıfırdan başlamanın coşkusunu, yani her Amerikalının her daim inandığı o ‘her şeyi her zaman başarabilecek olma’ kudretini adeta damarlarında hissediyor. Nihayet yolculuk, Chris’in Alaska’ya varmasıyla sonlanıyor. Nihai kaçış ve mutlak başlangıç noktası Alaska’daki yaşam ise hiç de sanıldığı kadar kolay değil. O güne değin uygarlıktan kaçan Chris aşırı yağmurlu bir günün sonunda terk edilmiş bir otobüse sığınıyor. Evini o otobüsün içine kuruyor. Ev düzenini, kitaplarını, her ne kadar sesini duymasa da hayallerinde, rüyalarında ve okuduklarında karşısına çıkan konuştuğu dili, geçmişini, ailesini de yanında getirmiş olduğunu önceleri fark etmiyor Chris. Ama sonra, yediği zehirli bir ot yüzünden Alaska’ya gelişinin henüz altıncı ayında acı içinde can verirken Tolstoy’un yazdıkları arasında bir cümleyi nasıl da o güne değin fark etmediğini görüyor hüzünle. Tolstoy, “mutluluk ancak paylaşıldıkça gerçek olur” diye sesleniyor ona satırlar arasından. İnsanın doğası diğer insanların yanı, yani toplumun ta kendisidir. Sistemin ve toplumun dışı, insanın bir özü ve bir doğası yoktur. Ve geçmiş ve sorunlar ve acılar, kaçarak kurtulabileceğimiz şeyler değil, insanı insan yapanın ta kendisidir…
Evet, yaklaşan seçimlerle Amerika bir kez daha günah çıkarmaya hazırlanıyor. Özüne ve doğasına dönmeyi, bir siyaha oy vererek beyaz bir sayfa açmayı, aklanmayı amaçlıyor. Amerika, Obama’yı başkan seçerek bugün hala maddi koşulları beyazlardan açık farkla geride olan siyahların hepsi de çoktan özelleştirilmiş olan eğitim, sağlık, ulaşım ve iletişim hizmetlerinden yeterince yararlanamadığı, Meksikalı göçmenlerin kaçak ve sigortasız en zor işlerde asgari ücretin bile altında ücretlerle çalıştırıldığı, sıradan beyazların hala siyahlar ve Meksikalı göçmenlerle arkadaşlık etmediği bir Amerika’yı unutturmak, silmek istiyor. Yine Obama’yı seçerek bugün Amerika’nın dünyanın öbür ucundaki iki ülkesini, Afganistan’ı ve Irak’ı hala işgal altında tuttuğunu, İran’a, Rusya’ya ve Kuzey Kore’ye hala tehditler savurduğunu, güvenliği sağlama iddiasıyla hala e-mailleri okuyup telefonları dinleyip uçağa binenleri ayakkabılarına kadar soyduğunu unutturmaya çalışıyor. Bir siyahı başkan seçerek hala ‘her şeyi yapabileceklerini’, olasılıklarının ve olanaklarının sınırları olmadığını göstermek istiyor. Oysa geçmiş, bugünde, şimdinin içinde hala ve her zaman yaşıyor. Doğaya dönüş ve yeniden diriliş ‘Amerikalıların dahi’ kudretlerinin yetmeyeceği kadar imkânsız.
Doğaya dönüş ve halihazırdaki ‘uygarlığı’ reddetme girişimleri ve buna eklemlenebilecek anarşizm türevi ideolojiler (anarko-primitivizm mesela) bilindiği gibi uygarlığın kendisi kadar eski. Ben bunların ayrıca hayırlı fikirler olduğu inancındayım. Bütün hikaye ne de olsa yerleşik topluma geçilip mülkiyetin doğallaştırılması ile başlamış ve öyle bir noktaya gelmişiz ki, barış, eşitlik, anti-militarizm, hiyerarşisiz toplumlar diyerek sistemler kurgulamaya çalışırken, bugünkü üretim ve yaşam biçimimizin bunlarla temelden çeliştiğini görmezden geliyoruz. Bu da yukarıda saydığım taleplerin birer temenniden öteye gidememesine yol açıyor. Uygarlık dediğimiz, yerleşik toplumları baz alıp diğer tüm yaşam biçimlerini ‘ilkel’ ve ‘başarısız’ diyerek reddeden, insanın doğaya tahakkümünü ve diğer canlılara bakışındaki çarpık kibri yücelten sistemi sorgulamak bence atılması gereken ilk adım olmalı. Bırakalım bu adımla doğacak soruları biz ve bizden sonrakiler yıllarca tartışsın, ortaya elbet (en kötü ihtimalle şimdikinden daha kötü olamayacak) bir sistem tahayyülü çıkacaktır. Geçmişten kaçamayacaksak, bugünkü ‘uygarlıktan’ farklı olan–halihazırda çevremizde göremesek de antropologların araştırmalarından hala varolduğunu öğrendiğimiz–yaşam biçimlerinin de insan türünün geçmişinin bir parçası olduğunu unutmamalı. Sistemin dışı elbette vardır, o alternatifler tükenmek üzere de olsa. Ancak sorun bu sistemin dışına çıkmak değil, buradaki insanlarla birlikte, doğayı, diğer tüm canlıları ve onlarla birlikte kendimizi de hızla sona götürmekte olan sistemin kendisini ortadan kaldırmaktır.