Liseden bir arkadaşımın Facebook’taki bir paylaşımında geçiyordu: “eskiden endişeli Kemalist teyzemiz vardı şimdi de Gezi ile beraber endişeli solcu ablamız var diye…” “Bu hareket nereye kadar gidebilecek? Kalıcı bir örgütlenmeye dönüşebilecek mi yoksa sönümlenecek mi? Devrim ne zaman olacak?” gibi soruların ardı arkası kesilmiyor. Endişenin sonu yok belli ki.
Çapulculuktan devrim değilse de evrim olur ve bu endişelenecek veya küçümsenecek bir durum hiç değil. 1980 darbesi sonrasında etkisizleştirilen bir kuşağın çocuklarının sokağa hep beraber dökülebilmiş olması ve Gezi Parkı direnişini deneyimlemesi artık yepyeni bir politize toplum dönemine işaret ediyor. Gezi direnişinin sosyal medya gibi merkezsiz ve hiyerarşik olmayan bir araçla organize olması herkesi Gezi eylemlerinde sorumlu katılımcı yaptı. Gezi direnişinin otonomi ve katılımcı demokrasi istemi pratikleştirildi. Tabii ki, bu, kapitalizmin otoriter ve hegemonik biçimlerinin insanları edilgenleştirip aynılaştıran anlayışına karşı büyük bir meydan okuma.
Gezi hareketini uluslararası alanda tanımlama ve konumlandırma tartışmasına girenler öncelikle Arap Baharı’na sonra da Amerika’daki Occupy Wall Street hareketine referans veriyor. Gezi, Tahrir meydanındaki protestolar gibi çok büyük bir kitle hareketi olma özelliği taşıyor. Ama Mısır’ın aksine Gezi protestoları demokratik seçimle iktidara gelmiş bir hükümete karşı yapılıyor. AKP hükümeti İslamcılık ve neoliberalizmi buluşturması yönüyle, nam-ı diğer “Türk Modeli” sunumu ile Arap Baharı’nı yaşayan ülkelere örnek diye gösteriliyordu, nitekim onlar da “demokratik seçimler” sonucunda başlarında AKP’nin “Müslüman Kardeşlerini” buldular. Gezi Parkı eylemleri başladığında küresel kapitalizm ile tümden bütünleşmiş durumdaki AKP hükümeti, Ortadoğu için büyük güçlerin şekillendirdiği bir olası Sünni-Şii çatışması planı içinde Sünnilerin koruyucusu ve neoliberal kapitalizmin savunucusu rolüyle etken bir rol üstlenmeye çalışıyordu.
Öte yandan, Gezi hareketi Amerika’daki Occupy gösterilerinin üzerinde durduğu çevreci ve anti-kapitalist duruştan da besleniyor: “Gezi parkı AVM olmayacak, park kalacak.” Gezi hareketi aynı zamanda, AKP’nin Türk ekonomisinin başarısı olarak betimlediği ve aslen kendine yakın şirketlere kamu arazileri ve doğal kaynaklar üzerinde inşaat hakkını ihale ederek rant alanları yaratan anlayışına karşı örgütlenmiş bir kitle tarafından yapılıyor. Ama hem Gezi parkı eylemlerinin sloganlarına hem de Taksim Dayanışması’nın istemlerine bakıldığında Amerika’daki Occupy Wall Street eylemlerinin bir numaralı vurgusu olan gelir dağılımında adalet talebi ve anti-kapitalist duruş biraz arka planda kalıyor. “Azami ücret asgari ücretin 1o katından fazla olmasın” veya “sendikalaşmanın önü açılsın” gibi maddeler eylemler boyunca dile getirilmiş olsa da bu talepler en öncelikli talepler arasında yer almıyor. Onun yerine polis şiddetine son verilmesi, özgürlük, otonomi, katılımcı demokrasi, farklılıklara saygı ve çoğulculuk üzerinde duruluyor. Yani sınıflar arası eşitlik talebi, biraz özgürlük ve kardeşlik isteminin gerisinde kalıyor. Eşitlik vurgusu her ne kadar talepler arasında arka planda yer alsa da, Gezi Parkı içerisinde örülen dayanışma ve paylaşım pratiğinde ortaya çıktı. Park içinde paranın geçmemesi, kitapların, giysilerin, yiyecek ve ilaçların paylaşılmasıyla beraber mülkiyet ilişkilerine ve maddi eşitsizliklere karşı güçlü bir pratik evrilmeye başladı. Aslında Erdoğan’ın Gezi protestocularını adlandırırken istisnasız hepsini Çapulculukta “eşitlemesi” de Gezi Parkı’nda yeşermeye başlayan bu eşitlik pratiğine belki de ilginç bir katkı sundu.
Bilindiği gibi Erdoğan, Gezi protestocularını Çapulcu olarak adlandırdı. Çapulcu yani üretici gücü olmayan, gereksiz, belki eğitimsiz ve sisteme bir katkısı olmayan… Gezi hareketinin başlamasıyla beraber, borsa yabancı paranın Türkiye’den çekilmesi nedeniyle geriledi, faizler geçen aya nazaran neredeyse iki katına çıktı ve Merkez Bankası ne kadar müdahale etse de Türk Lirası rekor bir seviyede değer kaybetti. Bu nedenle, Erdoğan Gezi hareketini Türkiye’nin ekonomik ve politik güç olmasını istemeyen dış güçlerin komplosu olarak tanımlıyor. Çünkü Çapulculuk, yani Gezi Parkı’nda evrilen katılımcı demokrasi ve eşitlik pratiği hızın egemen olduğu kapitalist düzende bir lüks olarak görülüyor… Zizek’in de vurguladığı gibi otoriterlik ve kapitalizm, liberal demokrasi ve kapitalizmden de daha iyi bir ikili ve bu ikili Çin ve Rusya’da iyi işliyor. Buna Paul Virilio’nun vurguladığı kapitalizmin durmadan hızlanma mecburiyeti de eklenince Gezi Parkı, yavaş yavaş ve kendiliğinden örgütlenen yapısı ile bugünkü hegemonik neoliberal düzenin tam karşısında konumlanıyor.
AKP’ye göre Türkiye küresel yarışta rekabet edebilmek için hızlanmak zorunda, çünkü geçmişten gelen bir geç kalmışlığı var. Bu nedenle Erdoğan’ın 10 yıllık iktidarı döneminde, kadın ve azınlık haklarıyla beraber çeşitli hak ve özgürlüklerin erozyona uğraması, sayısız gazetecinin, sanatçının ve seçilmişin gözaltına alınması ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması ekonomik güç olmanın gereği olarak alttan alta meşrulaştırıldı. AKP’ye yöneltilen her eleştiri terörist etiketini aldı. İşte bu sebeple de AKP Gezi protestocularıyla anlaşmaya gitmedi. Polis ablukasına giren Taksim meydanına adım atan herkes terörist sayıldı. Böylece bir zamanların sevgili orta sınıfı yasa alanının dışına çekilerek kendisine uygulanacak her türlü şiddetin müstahak olduğu bir kesime dönüştü. Agamben’in bugünkü düzeni bir tür kesintisiz “olağanüstü hal” olarak tanımlamasına örnek olacak şekilde, insanlar bir vatandaşlık hakkı olan sesini duyurma ve kendini ifade etme imkânından arındırıldı. Çünkü “olağanüstü halde” sisteme uyumsuz her birey bir artık olarak insan altı kimliklerle özdeşleştirilir.
O yüzden Gezi direnişi aynı zamanda “bir demokrasi nasıl olur” ve “bir ekonomi nasıl başarılı sayılabilir” tanımlarının da savaşı… AKP’nin neoliberal kapitalizmi katı emek kontrolü, özelleştirme ve kamu arazilerinin ve doğal kaynakların yağmalanmasıyla ilerledi. Buna karşın Türkiye’deki derinleşen gelir dağılımı dengesizliği sebebiyle tüm hanelerin ancak %5’i 3200 liralık yoksulluk sınırının üzerinde gelir elde edebilirken Türkiye’deki ailelerin %95’i yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamaya devam etti. AKP’nin başarı olarak lanse ettiği 4-5 yılda bir yapılan seçimlere ve oy çokluğuna dayalı demokrasisini ve sömürüye dayalı ekonomisini gerçekten bir demokrasi ve ekonomi başarısı olarak nitelemek zor.
Tüm anti-demokratik, adaletsiz ve eşitlikçilikten yoksun bu ortamda Türkiye, tarihinin en kitlesel hareketini İstanbul’un kalbinde Taksim meydanında 15 gün boyunca yaşanan ve korunan bir komün deneyimiyle yaşadı. Devlet aracı ve polis kuvvetinden azade olarak kurulan Gezi Parkı Komünü, Ankara Güvenpark, İzmir, Eskişehir ve başka pek çok şehirdeki diğer komünlerle beraber takas ekonomisini pratikleştirdi. Şu anda demokratik forumlar aracılığıyla da mahalle örgütlenmesinde takas ekonomisi uygulanmaya çalışılıyor. Alışveriş merkezleri ve AKP’yi destekleyen kuruluş ve şirketlerin boykot edilmesi ve kredi kartı kullanımının azaltılmaya çalışılması Gezi Parkı direnişinden evrilen bir sorumluluk haline geldi. Medya, devlet, polis şeytan üçgeni bilindi, daha önce biliniyorsa da buna karşı kayıtsız kalınamaz hale gelindi. Kendiliğinden örgütlenen sağlık hizmeti, temizlik ve eğitim gibi toplumsal dayanışmaya dayalı faaliyetleri deneyimlemek kurulu ekonomik ve sosyal düzeneğin absürtlüğünü ve başka türlü bir dünyanın var olabileceği düşüncesini meşrulaştırıyor. Korkunun, itaatin ve alışmışlıkların oluşturduğu bariyer barikatların ardında bir bir yıkılırken özgürlükle beraber müthiş bir yaratıcı enerji de ortaya çıktı. Kendine ve yaratıcı gücüne inananların bu enerjilerini nereye evrilteceğini ne bilebiliriz ne de belirleyebiliriz artık, çünkü bundan böyle tüm iktidar hayal gücünün.