AKP Fuzuli İnşaatlar Enstitüsü

camlica_camii3Türkiye’nin ekonomisi iyiye gitmiyor. İthalata dayanan ve bu ithalatı finanse edecek yabancı fonların akışına bağımlı olarak ayakta durabilen Türkiye ekonomisinde dengeler son aylarda ciddi biçimde sarsıldı. Bunun en açık göstergesi geçtiğimiz iki ayda Türk lirasının Amerikan doları karşısındaki hızlı değer kaybı oldu.

Ekonomik büyüme oranı da son dönemlerde beklentilerin oldukça altında kaldı. Veriler bu az miktardaki ekonomik büyümenin de özel sektörden ziyade büyük oranda kamu yatırımlarından kaynaklandığını gösteriyor. Peki devlet, ekonomiyi ayakta tutmak için neye yatırım yapıyor, kamu kaynaklarını nerelere harcıyor?

Daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gibi (bkz:“Yabancı Sermayenin Türkiye Lobisi AKP Hükümeti) AKP döneminde gerçekleştirilen yatırımların çoğu inşaat ve turizm alanlarından ibaret kaldı. Bir dönem hızlı nüfus artışı ve büyük kentlere göç ile hızla büyüyen inşaat sektörü, kentleşme oranının doyum noktasına yaklaşması ve nüfus artış hızının da düşmesi ile beraber krizin eşiğine geldi. İstanbul başta olmak üzere büyük kentler kimsenin satın almadığı on binlerce boş daire ve kimsenin gitmediği onlarca alışveriş merkezi ile doldu. Konut ve alışveriş merkezleri boş kalınca bu defa Yeni Havaalanı, Üçüncü Köprü, Kanal İstanbul, Yenikapı sahiline dolgu miting alanı, Çamlıca tepesine dev camii gibi gereği ve anlamı belirsiz, çevreye olumsuz etkileri göz önünde bulundurulmamış altyapı projelerine yönelindi.

Bu projelerin ortak özelliği hepsinin “dev” olması ve reklam ve tanıtımlarının da bu özellikleri yani “devasa boyutlarda” olmaları üzerinden yapılması oldu. Ama bu “dev” yapıların içini dolduracak “dev” bir toplumsal talep olup olmadığı hep meçhul kaldı. Bu kadar “devasa” projeleri hayata geçirmeye kalkarken herhangi bir talep araştırması yapmaya, sivil toplum örgütlerinin görüşünü almaya, kamuoyunun nabzını yoklamaya tenezzül edilmemişti belli ki.

Tüm bu projeler ekonomiyi canlandırmak için kaldırım taşlarının sökülüp yeniden yerine dizildiği dönemleri hatırlatıyor ve AKP iktidarı altındaki ekonominin krizinin iyice yaklaştığını bizlere haber veriyor.

Şimdi dilerseniz bu fuzuli projelerin en dikkat çekenlerine tek tek ve daha yakından bakalım:

1-Çamlıca Tepesine Hiçbir Zaman İçi Tamamen Dolmayacak “Dev Camii”
İstanbul’un siluetini bozduğu, Sultanahmet Camii’nin büyükçe bir taklidi olduğu gibi tartışmaların gölgesinde Çamlıca tepesine yapılacak “dev” camiinin temeli 6 Ağustos’ta atıldı. Anaakım medyada camiinin tanıtımı başbakan Erdoğan’ın çok sevdiği bir biçimde çok ve büyük sayılar verilerek yapıldı. Buna göre Çamlıca Camii “15 bin metrekare üzerine kurulacak çok büyük bir camii. Camide aynı anda 30 bin kişi, iç ve dış avlu dâhil edildiğinde aynı anda 50 bin kişi namaz kılabilecek.” Peki, camiinin açılış günündeki olası istisnai durum dışında bu camiide gerçekten 50 bin kişi hiç aynı anda namaz kılacak mı? Çamlıca bölgesinin seyrek nüfusu ve civardaki camiilerin dâhi boş kaldığı göz önünde bulundurulursa Çamlıca’ya dev camii projesinin bir ihtiyacı karşılamak yerine muhteris bir iktidarın gösteriş arzusunu tatmin etmek için hayata geçirildiği anlaşılıyor.

Avukatların dövülüp sürüklenerek gözaltına alındığı Avrupa’nın en büyük adalet sarayı Çağlayan Adliye’si örneğinde görüleceği üzere ebadın büyüklüğü adaleti olduğu gibi ibadeti de yüceltmiyor. Peki, bu büyüklük hırsı neden? Bir nedeni gösteriş arzusu dedik ama esas neden inşaatın büyüklüğü üzerinden kârları ve rantı artırmak. Camiinin ihale bedeli 111 milyon 500 bin lira. Bu şimdiye kadar bir camii inşaatı için yaratılan en yüksek rant. Camiinin tamamlandıktan sonra boş kalıp kalmayacağı veyahut gerçekten bir ihtiyaca cevap verip vermeyeceği bu yüksek rantı elde edecekler için belli ki önem taşıyan bir sorun değil.

2-Yenikapı Sahilinde Kimsenin Kullanmayacağı 1 Milyon Kişilik Dolgu Miting Alanı
yenikapi-miting-alani-2
Yenikapı sahili dolduruluyor. Projenin adı “İstanbul Metropolü Miting ve Gösteri Alanı”. Hedef yine “dev” bir alan inşa etmek. Sayılar da her zamanki gibi devasa: Yenikapı sahilindeki dolgu ve inşaat çalışmaları tamamlandığında 518 bin metrekaresi dolgu, tam 715 bin metrekare büyüklüğünde bir miting, gösteri, konser ve yeşil alan olacak. Bu alanda 700 bin ila 1 milyon arasında kişi miting yapabilecek. Peki, Gezi direnişi sonucu Gezi Parkı’nın kazanıldığı ve Taksim Meydanı ve çevresinde siyasi mücadelenin yükseldiği bir ortamda kim sesin dağılacağı, göstericilerin polis ile deniz arasında göz göre göre tuzağa düşeceği Yenikapı sahilinde miting yapmak isteyecek? Yenikapı sahilindeki dolgu miting alanı tıpkı Çamlıca Camii gibi kullanım değeri sıfır olan, ancak inşaatın ihale edildiği firmalara büyük rantlar elde etme imkânı sunacak bir proje. Bu projenin kullanım değerinin olmaması bir yana tarihe ve çevreye vereceği zararlar da inşaat rantının gölgesinde kalmış durumda. Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Baran Bozoğlu, denize dolgu yapılmasının denizi kirleteceğini ve alanın depreme dayanıksız olduğunu söylüyor. Bozoğlu, dünyada gelişmiş ülkelerde uygulanmayan dolgu sisteminin her açıdan bir çevre felaketi anlamına geleceğinin altını çiziyor. “Denize ait olmayan beton yığınını oraya koyarak dolgu yapmanız denizi kirletmek anlamına gelir. Bu tıpkı denize çöp poşeti atmak gibi bir şey. Marmara ve Karadeniz’deki kirliliğin nedeni oradaki biyoçeşitliliğin azalarak canlıların ölmesi. Yani denizi doldurarak hem inşaat kaynaklı bir kirlilik oluşacak hem de ekosistem bozulacak.” (Bianet’teki ilgili yazı için bkz: “Yenikapı’daki Miting alanı Ekosistemi Bozar”)

Tüm bu uyarılara ek olarak Yenikapı sahilinde yapılacak meydanın tarihi yarımadanın silüetini ve topoğrafyasını bozacağının ve arkeolojik mirası etkileyeceğinin belirtmesine rağmen rağmen proje Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın onayıyla başlatıldı. Yenikapı İDO İskelesi ile Kennedy Caddesi arasındaki sahil şeridinde inşa edilmeye başlanan meydan için denizin dibi taşla doldurulacak. Dolgu alanının hemen yanında yer alan UNESCO’nun dünya mirası listesindeki 8500 yıllık kentsel ve arkeolojik sit alanı da tehdit altında kalacak.
Okumaya devam et

İletişim Aracı Mesajın Ta Kendisidir*: Gezi, Empati ve Merkezsiz Sosyal Medya

semazen_twitter*Marshall McLuhan

Türkiye’de Gezi hareketini ve şimdi Brezilya, Lübnan, Şili, Bulgaristan gibi ülkelerde yaşanan toplumsal tepkileri fantastik yapan küçük ölçekli bir protestonun geniş kitleleri sokağa dökebilmiş olması. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de ana akım medyanın iktidar yanlısı olması ve Gezi parkı direnişinin ilk günlerinde eylemler yerine penguen belgeseli gösterme konusunda ısrar etmesi karşısında Twitter ve Facebook gibi sosyal medya araçlarıyla organize olan yüzbinler, Gezi hareketinin karakteri ve içeriğini de aslında bu iletişim araçlarıyla, yani sosyal medyayı kullanarak şekillendirdi. Bu merkezsiz örgütlenme Gezi’yi kitlesel yaptı.

Gezi direnişinin sosyal medya aracılığıyla merkezsiz örgütlenmesi Gezi’ye destek veren herkesi Gezi’ye organik olarak bağladı. Çünkü lidersiz, merkezsiz, hiyerarşik olmayan bir oluşum katılan herkesi haber alımında, haber iletiminde ve Gezi hareketinin ileriki adımlarını şekillendirmede etkin yaptı. Bu kişisel sorumluluk bilinci merkezi bir idarenin yokluğunda ve herkesin aktif bireysel katılımı olmadığında Gezi hareketinin sahipsiz kalabileceği kaygısından ileri geliyor olabilir. Her ne motivasyonla gerçekleşmiş olursa olsun, bu katılımcı ve paylaşımcı hareket Türkiye tarihinde ilk defa bu denli kitlesel biçimde ortaya çıkan bir doğrudan demokrasi arzusundan besleniyor ve yepyeni bir deneyime kapı aralıyor.

Aslında demokrasinin parlamenter biçiminin Türkiye’de yüzyıldan uzun bir geçmişi var. Sık sık kesintiye uğrasa ve ağır aksak işlese de Türkiye’nin parlamenter geleneği birinci meşrutiyet dönemine kadar gidiyor. Tek parti döneminin sonundan itibaren sayacak olursak da Türkiye’nin neredeyse 60 yıllık bir çok partili geçmişi var. Bu 60 yıl boyunca muhalefet partileri hep mecliste yer aldı, ama etkili bir muhalefet yapamadı, bir anlamda temsil ettikleri iddiasındaki insanların taleplerini etkin bir biçimde ortaya koyamadı. Bugün ise artık demokrasinin temsili biçimine karşı inançsızlık sokağa taşındı ve sosyal medyadaki örgütlenme çevrimiçinden çevrimdışına taştı. Yani ezber bozuldu ve alternatif bir birliktelik biçimi deneyimlendi.

Okumaya devam et

Çapulcunun Evrimi

resistanbul11kucukLiseden bir arkadaşımın Facebook’taki bir paylaşımında geçiyordu: “eskiden endişeli Kemalist teyzemiz vardı şimdi de Gezi ile beraber endişeli solcu ablamız var diye…”  “Bu hareket nereye kadar gidebilecek? Kalıcı bir örgütlenmeye dönüşebilecek mi yoksa sönümlenecek mi? Devrim ne zaman olacak?” gibi soruların ardı arkası kesilmiyor. Endişenin sonu yok belli ki.

Çapulculuktan devrim değilse de evrim olur ve bu endişelenecek veya küçümsenecek bir durum hiç değil. 1980 darbesi sonrasında etkisizleştirilen bir kuşağın çocuklarının sokağa hep beraber dökülebilmiş olması ve Gezi Parkı direnişini deneyimlemesi artık yepyeni bir politize toplum dönemine işaret ediyor. Gezi direnişinin sosyal medya gibi merkezsiz ve hiyerarşik olmayan bir araçla organize olması herkesi Gezi eylemlerinde sorumlu katılımcı yaptı. Gezi direnişinin otonomi ve katılımcı demokrasi istemi pratikleştirildi. Tabii ki, bu, kapitalizmin otoriter ve hegemonik biçimlerinin insanları edilgenleştirip aynılaştıran anlayışına karşı büyük bir meydan okuma.

Gezi hareketini uluslararası alanda tanımlama ve konumlandırma tartışmasına girenler öncelikle Arap Baharı’na sonra da Amerika’daki Occupy Wall Street hareketine referans veriyor. Gezi, Tahrir meydanındaki protestolar gibi çok büyük bir kitle hareketi olma özelliği taşıyor. Ama Mısır’ın aksine Gezi protestoları demokratik seçimle iktidara gelmiş bir hükümete karşı yapılıyor. AKP hükümeti İslamcılık ve neoliberalizmi buluşturması yönüyle,  nam-ı diğer “Türk Modeli” sunumu ile Arap Baharı’nı yaşayan ülkelere örnek diye gösteriliyordu, nitekim onlar da “demokratik seçimler” sonucunda başlarında AKP’nin “Müslüman Kardeşlerini” buldular. Gezi Parkı eylemleri başladığında küresel kapitalizm ile tümden bütünleşmiş durumdaki AKP hükümeti, Ortadoğu için büyük güçlerin şekillendirdiği bir olası Sünni-Şii çatışması planı içinde Sünnilerin koruyucusu ve neoliberal kapitalizmin savunucusu rolüyle etken bir rol üstlenmeye çalışıyordu.

Öte yandan,  Gezi hareketi Amerika’daki Occupy gösterilerinin üzerinde durduğu çevreci ve anti-kapitalist duruştan da besleniyor: “Gezi parkı AVM olmayacak, park kalacak.” Gezi hareketi aynı zamanda, AKP’nin Türk ekonomisinin başarısı olarak betimlediği ve aslen kendine yakın şirketlere kamu arazileri ve doğal kaynaklar üzerinde inşaat hakkını ihale ederek rant alanları yaratan anlayışına karşı örgütlenmiş bir kitle tarafından yapılıyor. Ama hem Gezi parkı eylemlerinin sloganlarına hem de Taksim Dayanışması’nın istemlerine bakıldığında Amerika’daki Occupy Wall Street eylemlerinin bir numaralı vurgusu olan gelir dağılımında adalet talebi ve anti-kapitalist duruş biraz arka planda kalıyor. “Azami ücret asgari ücretin 1o katından fazla olmasın” veya “sendikalaşmanın önü açılsın” gibi maddeler eylemler boyunca dile getirilmiş olsa da bu talepler en öncelikli talepler arasında yer almıyor. Onun yerine polis şiddetine son verilmesi, özgürlük, otonomi, katılımcı demokrasi, farklılıklara saygı ve çoğulculuk üzerinde duruluyor. Yani sınıflar arası eşitlik talebi, biraz özgürlük ve kardeşlik isteminin gerisinde kalıyor. Eşitlik vurgusu her ne kadar talepler arasında arka planda yer alsa da, Gezi Parkı içerisinde örülen dayanışma ve paylaşım pratiğinde ortaya çıktı. Park içinde paranın geçmemesi, kitapların, giysilerin, yiyecek ve ilaçların paylaşılmasıyla beraber mülkiyet ilişkilerine ve maddi eşitsizliklere karşı güçlü bir pratik evrilmeye başladı. Aslında Erdoğan’ın Gezi protestocularını adlandırırken istisnasız hepsini Çapulculukta “eşitlemesi” de Gezi Parkı’nda yeşermeye başlayan bu eşitlik pratiğine belki de ilginç bir katkı sundu.

Bilindiği gibi Erdoğan, Gezi protestocularını Çapulcu olarak adlandırdı. Çapulcu yani üretici gücü olmayan, gereksiz, belki eğitimsiz ve sisteme bir katkısı olmayan… Gezi hareketinin başlamasıyla beraber, borsa yabancı paranın Türkiye’den çekilmesi nedeniyle geriledi, faizler geçen aya nazaran neredeyse iki katına çıktı ve Merkez Bankası ne kadar müdahale etse de Türk Lirası rekor bir seviyede değer kaybetti. Bu nedenle, Erdoğan Gezi hareketini Türkiye’nin ekonomik ve politik güç olmasını istemeyen dış güçlerin komplosu olarak tanımlıyor.  Çünkü Çapulculuk, yani Gezi Parkı’nda evrilen katılımcı demokrasi ve eşitlik pratiği hızın egemen olduğu kapitalist düzende bir lüks olarak görülüyor… Zizek’in de vurguladığı gibi otoriterlik ve kapitalizm, liberal demokrasi ve kapitalizmden de daha iyi bir ikili ve bu ikili Çin ve Rusya’da iyi işliyor. Buna Paul Virilio’nun vurguladığı kapitalizmin durmadan hızlanma mecburiyeti de eklenince Gezi Parkı, yavaş yavaş ve kendiliğinden örgütlenen yapısı ile bugünkü hegemonik neoliberal düzenin tam karşısında konumlanıyor.

Okumaya devam et

O Kalabalıklar Kim?

Kürtlerin önemli bir bölümünün Gezi Parkı direnişiyle başlayan toplumsal hareketlenme konusunda ikircikli, kararsız ve sitemkâr bir ruh halini paylaştığını söylemek mümkün. Kürtlerin eleştirilerinin temel özeti şudur: “O kalabalıklar” bugüne dek bizim hiçbir acımıza ve yaramıza derman olmadı, her zaman iktidarın cephesinde yer alarak bize karşı ölü sessizliğini, ayrımcılığın ve ırkçılığın korosuna dâhil olmayı tercih ettiler, biz niye onlara destek verelim ki? Bu eleştiri genel olarak doğru ve haklı bir eleştiridir. Ancak netleştirilmesi gereken temel soru şu: “O kalabalıklar” kim? Kastedilen CHP, TKP, İşçi Partisi ve bilumum Ulusalcı ve Kemalist güçlerse, Kürtler bu hareketler hakkında zaten çoktan hükmünü vermiş durumda. Kürdistan’da toplam beş milletvekili bile çıkaramayan, tamamen tabela partisi konumunda olan, Kürtlerin hiçbir politik beklentisinin olmadığı bu ölü ideolojileri eleştirmenin, bu kesimlere öfkelenmenin veya sitem etmenin hiçbir anlamı zaten yoktur. Ancak kastedilen bir avuç radikal sosyalist, anarşist, feminist veya lgbtt özneleriyse bu konuda biraz daha ayrıştırıcı ve insaflı eleştiriler yapmak icap etmez mi? Yıllardır zaten Kürt hareketiyle her konuda dayanışma içinde olan, son dönemde HDK bünyesinde her konuda Kürtlerle ortak eylemler ve platformlar örgütleyen bu insanları “o kalabalıklar” denilen belirsiz ve “boş gösteren” kavramın içine hapsetmek kime ne kazandırır? Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul kürkçü, Sabahat Tuncel ve Levent Tüzel gibi vekillerin meclise taşınmasında “marjinal” diye addedilen güçlerin çorbada önemli oranda tuzu bulunduğunu, Roboski için yürüyüşlere katıldıklarını, belgeseller çektiklerini, Kürtlerin hiçbir acısı karşısında hiç de sessiz kalmadıklarını ancak seslerinin şoven korolar içinde hep kısık kaldığını, güçlerinin buna yettiğini de teslim etmek gerekiyor. Ulusalcı ve Kemalist cephenin sahte ve ikiyüzlü isyanını eleştirirken “o kalabalıklar” denilen total tepkiyle belli kesimlere ve insanlara biraz haksızlık ettiğimizi lütfen görelim.

Solun evrensel özgürlük idealleriyle bağımızı kopardığımız anda Kürdistan’da geliştirilmeye çalışılan muhafazakârlığa, milliyetçiliğe, ayrımcılığa, cinsiyetçiliğe ve sınıfsal eşitsizliklere karşı silahsız kalacağımızı unutmayalım…

Bugün hepimiz yeni biriyiz!

Bu dört güne dair çok şey söylenip yazılabilir; “büyük” siyasal tahliller yapılabilir. Peki bu dört günde gerçekten ne oldu? Gezi Parkı direnişi, sıradan insanların, yani hepimizin kolektif eylem ve örgütlenme kapasitesinde büyük patlamaya yol açtı. Sadece bir kıvılcımla… Direnişin bedenini Boğaz Köprüsünden yürürken ve İstiklal caddesinde polis şiddetinden korkmazken gördük. Gaz altında bırakılmış insanların birbirlerini kolladığını, esnafın bedava yemek dağıttığını, yaralılara kapılarını açtıklarını, doktorların yardıma koştuklarını gördük. Polis bizlere savaş açtı; gaz stoklarını tüketip, plastik mermi kullandı ancak direnişin bedenini durduramadı. Bu kolektif beden bir kıvılcımla harekete geçip günlerce direndi. Yaşananlar kolektif hafızaya işlendi; damarlarda dolaşan bir hayat haline geldi. Hafızamıza yeni bir direniş nakşedilirken diğer direnişlerden kalan basit bir gerçeği de hatırladık: Kendi kaderimizi kendimiz tayin edebiliriz!

Gezi Parkı’nı bir müşterek olarak savunmak için yola çıkan direniş, kararlılığı, ısrarı, haklılığına olan inancı, yaratıcılığıyla hepimize güven verdi. Direniş kısa zamanda Gezi’den Taksim’e, Taksim’den İstanbul’a ve İstanbul’dan bütün ülkeye yayıldı. Kendi kaderimiz üzerinde söz söylemimize engel olan her şeye karşı öfkemizin anlatıldığı yer oldu Taksim Gezi Parkı direnişi. Bu öfkenin, bu dayanışmanın böylesine dile gelmesinden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Hiçbirimiz bu direnişten önceki kendimiz olmayacağız. Daha önce görmediğimiz bir şeyi gördük. Sadece görmedik yaşadık, hep birlikte yaptık. Bir kıvılcımla hareketlenen bedenlerimizi gördük, direnişin kolektif bedenini oluşturduk.

Gezi direnişi bir gençlik ayaklanmasını kışkırttı. Hayatında AKP iktidarından başkasını görmemiş, otoriteyi Erdoğan’la özdeşleştirmiş bir, belki iki kuşağın iktidara ve muhtemelen her türlü iktidara karşı öfkesini boşaltmasının alanı ve anlamı oldu Gezi. Yakın gelecekteki her mücadele de bu yeni kuşakla zenginleşecek. Gezi Parkı ve Taksim Meydanı direnişi aynı zamanda kamusal alanın politik anlamını ortaya çıkardı. Taksim Meydanı, AKP hükümetinin kendi hegemonyası çerçevesinde yeniden kurmak istediği bir meydandan mücadelenin meydanı haline geldi.

Direnişin kıvılcımını gördük, yeni kıvılcımlar yaratabileceğimizi biliyoruz. Ortak alanlarımıza el konmasına karşı kolektif bedenimizi hissettik. Direnişin tadını aldık, bundan geri adım atmayacağız. Yeni kıvılcımlar bizlerin bedeninde yaşıyor; alevlenmesi için tek bir anın yeterli olduğunu biliyoruz artık.

Bu daha başlangıç mücadeleye devam!
Müştereklerimiz