Banal Gerçeklik

Is this the real life / Is this just fantasy?
Caught in a landslide / No escape from reality

“Ve sonunda Boltzmann intihar etti” dedikten sonra hikayeyi anlatmada ne kadar etkileyici olduğumu anlamak için sırayla öğrencilerime baktım. Öndeki iki inek her zamanki gibi ağzımın içine bakarak her anlattığımı not alıyor, ağzımdan çıkanın derslerle veya notlarla ilgili olup olmadığına dair fikirlerini, ders notlarını gözden geçirme vaktine erteliyorlardı. (Herhalde fizik defterlerinde bunca hikayeyle karşılaşınca şaşırıyorlardır.) Ortada normal öğrenciler heves kırıcı bir ilgisizlikle beni dinliyorlar, arkada ise resim yeteneklerini keşfedenler ve pencereden random-generated manzarayı seyredenler oturuyorlardı.
Tembel olduğunu bildiğim bir öğrencimdeki fazla dikkat beni şüphelendirdi. Yavaşça yaklaştım, biraz önce anlattığım bir tanımı sordum. Benim yaptığım tanımın kelimesi kelimesine aynısıyla cevap verdi. Sonra basit bir probleme de doğru yanıt verdi. “Peki üç kere yedi kaç eder?” “Yirmi bir” İşte yakaladım. Ucuz yapay zeka… Muhtemelen kendi yazmıştır. (Evet, kendi yazdıysa bu affedilebilir bir durum olacak, hatta belli etmeyeceğim ama hoşuma dahi gidecek, ama bir kopyacıysa yandı.)

Bot, kullanıcıya acil durum sinyali göndermeden önce hemen parmaklarımı gözlerine soktum. Üzerlerine kan sıçrayan inekler usanmış bir tavırla arkalarına dönüp olayı seyre koyuldular, arka sıralardan bir iki gülüşme duyuldu. Teknoloji ne kadar ilerlemiş olsa da, insana aynı anda iki yerde olma, multitasking gibi ermiş özellikleri henüz yüklenememişti ve uyanık öğrenciler hem derse girebilmek hem de diğer chat odalarında eğlenebilmek için bu botları kullanıyorlardı. Gözlerinden geçtim, olağan ping sinyalini takip ederek orijinal IP’ye doğru yollandım. Pusulam beni bir porno siteye getirdi. İşte bu çok yakışıksız bir durumdu. Ben bir hack olayıyla karşılaşma hayali kurmuştum, oysa sıradan bir okul kaçağı vakası çıktı.
Hayalkırıklığım beni sakinleştirdi, çocukla uğraşmaya değmeyeceğini düşünüp sınıfıma geri döndüm. Onu banleyip bir daha sınıfıma sokmamaya karar verdim, oldu bitti. Dersi bitirdiğimi söyleyip son çıkan öğrencinin ardından sınıfı kapattım. (Bot’tan geriye kalanları hademeler temizlerlerdi nasılsa) Birden kendimi 18. Cadde’de buldum. Her kesimden insanın karşılaşabileceği bir mekan. Eski büyük şehirlerin özlemini çekenler için tasarlanmıştı: Kalabalık, gürültü, düşük çözünürlüklü sıkıcı reklamlar, henüz dokuyla kaplanmamış tel görünüm (wireframe) binalar, sürekli azalan bandwidth ve aksayan trafik… Tabii ki koku yok, kimse ter ve çöp kokusunu simülasyona katmakla uğraşmıyor. Eklenmiş gereksiz bir yığın ayrıntı ve unutulmuş önemli ayrıntılar… Dışlanan kötülükler bir zaman sonra içimizde patlayacak, diye düşünüp ilerledim.
Mekan işlevseldi, yüz beygirlik arama motorlarıyla çalışan taksiler hazır bekliyordu. Üç boyutta da hareket kolaydı (neden üç boyutta ısrarcı olduklarını anlayamıyorum. Onlara kaç defa söyledim simülatörde üç boyut kullanmanın, 60’lık sistemde zaman birimleri kullanmakla aynı önyargıları taşıdığını) ama sürekli önünüzü kesen seyyar satıcılar kaldırım kullanımını zorlaştırıyordu. Sürekli yenilenen kırıcı kodlar seyyar satıcıların her yere sızabilmelerini sağlıyorlar. Botlar uyanık satıcılarla başa çıkmadığı için zabıta müessesesi de satıcıların peşinde dolaşıyordu.
Israrcı bir satıcıdan koku destekli bir sistemde kullanmak için bir parfüm satın aldım -tabii ki sahte ama orijinalinden iyi debug edilmiş başarılı bir korsan simya yazılım- ve yüz yıllardır doğadan gayrı kendi çevresini kendi yaratmaya çalışan insanın neredeyse mutlak kontrole ulaştığı bir ortam olan şahane dünyamızı daha sakin bir ortamda rahatça tasvir etmek için yazarın isteği üzerine üç defa topuklarımı birbirine vurup “evim gibisi yok” demek suretiyle evime geldim ve durduk yere yaşadığım dünya hakkındaki tüm düşüncelerimi ve bilgimi gözden geçirmeye başladım.
Bunca teknolojinin nasıl üretildiğini bir türlü aklım almıyor. Trilyonlarca kullanıcının aralıksız etkileşimde olduğu bir sistemi aksatmadan çalıştırabilecek bir donanımın varolabilmesinden ve özellikle de onun insan tarafından yaratılmış olmasından şüpheye düşüyorum. Bu şüphe de beni ortamdaki tek interaktif varlığın ben olduğum düşüncesine götürüyor. Sadece görüş ve işitme alanım içinde kalan bölgelerin hesaplandığı böyle bir sistem aklıma daha yatkın geliyor.
Kendini sunuş şekline inanmadığım bir dünyada yaşamak beni çoğunluğun taşıdığı kaygılardan, gündelik ilişkilerin huzursuzluğundan uzak tutup, bir rehavet ve uyuşukluk havasına sokuyor ama aynı zamanda kendimi ona göre konumlandıracağım mutlak bir referans noktasının varlığından, gerçekliğe dair en temel inançtan yoksun bırakıyor. Gerçi birçok psikiyatrik yazılım ve psikologlar benim gibi bireyleri simülasyona tekrar kazandırmak, performansımızı yükseltmek için yoğun çaba harcıyorlar fakat her sene hesaplanan toplam ekonomik açığın çoğunun yine bu sorundan kaynaklandığı istatistiklere yansıyor.
Açığın mesleklere göre dağılımı listesinin ilk sırasında doğa bilimleriyle uğraşanlar var. İlk başta simülasyon öncesine dair tarih bilgisi olarak varlıklarını sürdüren bu disiplinler (en büyük zaferlerine –doğa üzerinde mutlak hakimiyete- ulaşır ulaşmaz, tüm ihtişamlarını ve toplumun gelişmesindeki öncü rollerini kaybetmeleri zaten çoğunu bunalıma soktuydu) radyolarını söküp nasıl çalıştığını anlamaya çalışan bazı meraklılar akademilerde laboratuarlar kurup deneylerinden beklenmedik sonuçlar alınca bir süre için eskisi kadar yoğun olmasa da faaliyetlerine başladılar.
Deneylere başladıklarında, yaptıklarının bir yazılıma dışarıdan değil de içeriden bakmaktan ibaret olduğu ve tek boyutlu bir algoritmanın beklenmedik bir çıktı üretemeyeceği inancında olduklarından, deneyler kendilerine bile komik geliyordu. Bir iki huysuzun ısrarı sonucu ne yöne baksalar görüşlerinin son bulmadığını fark ettiler. Bu hoş olmasına rağmen sinir bozucu bir durumdu. Teleskoplarını ne kadar uzağa çevirseler yeni galaksiler tespit ettiler, mikroskoplarıyla ne kadar derine inseler yeni parçacıklarla karşılaştılar.
Bunun üzerine bazı çılgın bilim adamları donanımın gelişmişliğine dair en iyimser tahminlerden yola çıkarak “düşük sistem kaynağı” uyarısına yol açacak programlar yazmaya koyuldular. (Tabii ki ilk deneyler büyük gizlilik içinde yapıldı, çünkü olası bir sistem çökmesinin yaratacağı hasar başka hiçbir felaketle kıyaslanamazdı.) Yaptıkları hesaplar aynı anda çalışan 88 parçacık hızlandırıcı, tam teşekkülle gözlemlenen 27 kasırga, 8760 borsa ve içine krema katılan 16 fincan kahvenin bir uyarıya yol açacağını gösteriyordu. Bir takım gizli yollardan anabilgisayara ulaşan grup, deneyleri hiçbir aksaklığa neden olmayınca yükledikleri programların sayısını fütursuzca artırdılar ve yöntemlerinin düzeni yıkmaya ant içmiş teröristler için uygun bir yöntem olmadığı sonucuna vardılar.
İster gerçek ister sanal olsun akla mantığa uygun hiçbir sistemin bunca bilişsel ve işlemsel yükü kaldıramayacağı, donanımın kendini bir arada tutabilmek için ihtiyaç duyacağı enerji miktarının evrendeki toplam enerjiden fazla olduğu, zihinsel faaliyetlerin yan ürünü olarak ortaya çıkan düzensizliğin, kurabilecekleri düzenden daha yüksek olduğu için içinde yaşadıkları dünyanın varolmasının mümkün olmadığına karar verdiler. Sonrası ardı arkası kesilmeyen spekülasyonlar.
İmkansız bir dünyada yaşadıkları bilgisi herkeste farklı bir etki yarattı. Kimi en yakın çalışma arkadaşları dahil kendi dışındakilerin insanlığından şüphe duydu (işlem miktarı ancak böyle akıl alır miktarlara iniyordu), kimi simülasyona geçişin zannedilenden çok daha önce olduğunu öne sürdü (bu süre zarfında dışarıdakiler belki de simülasyonun kurulmasını gerektirmeyecek teknolojik yetkinliğe kavuşmuştu), kimi simülasyonun insanlar tarafından kurulmadığına , kimi de onun dışında bir yer olmadığı bu yüzden oradan aktardığımızı zannettiğimiz çelişkilere yol açan tüm bilgilerin de yanlış olduğuna inandı.
Deney sonuçları ve spekülasyonlar kamuya sızınca küçük bir kriz yaşandı. İnsanların pek ilgisini çekmedi ama araştırmalar yasaklandı ve güvenlik önlemleri artırıldı. Çalışmalarda ısrar edenler yeraltına çekildi ve karabilim doğdu.
Düşünce zincirim son bulunca ertesini günü derste anlatacağım konuyu bulmuş oldum. Peki eğitime inanıyor muyum? Tabii ki hayır. İşlevimin ne olduğu hakkında bir fikrim ve otoriteye saygım yok. Okuldan hep nefret ettim. Ama bir başkasının beni eğittiğini düşünmektense, kendim bu sistemin bir parçası olurum daha iyi.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s