Hatalı Kopyalar ya da Üçüncü Dünya: bir elektrik kesintisinin düşündürdükleri…

Giriş:
Davetsiz Misafir’in yaz sayısındaki denememde, Matrix filminin metaforlarından yararlanarak bugün içinde yaşadığımız dünyayı tasvir etmeye çalışmıştım. Yazının ana ekseninde Matrix filminin bulunmasında, filmin çağını çok iyi yansıttığı düşüncesine olan inancım olduğu gibi, çağımızın dünyasının, gerçekliğin çöle dönüştüğü bir matrixi andırması da rol oynamış olmalı. Eh, gerçekliğin seyirlik görüntüler ve imajlar toplamından ibaret hale geldiği bir dünyada, sinemanın ışıltılı perdesinden yansıyan görüntülerin gerçekten daha gerçek yani hipergerçek olarak algılanmasına ve tam da bu nedenle bizleri böylesi cezbetmesine şaşmamalı. İşte bu noktada akıllara takılası şu malum soruyu; gözlerimizin içine baka baka, “hepiniz bir simülasyon içinde yaşayan beş voltluk pillersiniz” deyip bizleri evlerimize gönderen bir filmin, bu simülasyonun neresinde durduğu sorusunu, bir başka dergideki bir başka yazıya bırakıp, (bkz. Altyazı Dergisi, Kasım Sayısı, “Küflenmiş Gerçekliğin Son Sahnesi, Matrix Devrimleri”) ilgimi ve dolayısıyla ilginizi başka bir noktaya çekmek istiyorum: Matrix’in ve simülasyonun dünyası ile genelde üçüncü dünya, özelde ise yaşadığımız topraklar arasındaki büyük uçuruma. Evet, geçen yazımda, Türkiye’nin 80’lerde başlayan dönüşümlerin ardından 90’ların sonlarına doğru nasıl da simülasyona kıyısından eklemlendiğini iddia etmiştim. Bu iddiam, az sonra değineceğim çoğu nokta için bâkidir. Ancak, bir nokta var ki, bu hem “Matrix ve Dünyayı Kurtaran Adamların Sonu” başlıklı yazımının sonuna şu an okuduğunuz yazının başlığını atarak açık bir kapı bırakmama, hem de okuyuculardan eleştiriler alarak bu tartışmanın sürdürülür kılınmasına yaramıştır. Evet, az çok tahmin edeceğiniz gibi, tartışma konusu düzenin aşırı rasyonelleşmesi olgusudur. Batılı toplumların, Matrix’in ve simülasyon düzeninin temel taşlarından biri olan aşırı rasyonelleşmeye, buralarda hemen hemen hiç rastlanmamaktadır. Bırakın aşırısını, yakın çevremizde rasyonellikten dahi söz etmek güçtür. Belki de, Matrix adlı uçurumun kıyısında sallanıp duran bizlerin, düşmemek için tutunduğumuz yegâne şey bir tutam irrasyonelite otudur! Bu yazının temel iddiası bu olacaktır…

Simülasyon düzeni…
Şimdi hem bahsi geçen tartışmadan bihaber olanları haberdar etmek, hem de “simülasyon düzeni” ve “Türkiye simülasyonun kıyısında duruyor” derken ne kast ettiğimi açıklamak için, 80 sonrasında yaşanan toplumsal, siyasal ve kültürel dönüşümlere dair hala bâki olan değinmelerimi özetlemek istiyorum.
80’ler tüm dünyada olduğu gibi bir özgürlük, bir bireyselleşme vaadiyle beraber başlamıştı. Farklı kültürlerin, farklı kimliklerin, o ana dek bastırılmış, yok farz edilmiş azınlıkların yeniden keşfedildiği, o zamana kadar susturulanların artık sınırsızca konuşmaya teşvik edildiği, globalleşmenin çok kültürlü, çok uluslu doğasının dört bir yana ışık hızıyla yayıldığı bu dönemler birçoklarınca, özgürlüğün ve demokrasinin çağı olarak coşkuyla kutsandı. Oysa liberalizmin bu sınırsız özgürlük vaadi aslında büyük bir kapana kısılmışlığın gizlenmesinden başka bir şey değildi. Baudrillard, hep beklenen devrimin bu dönemlerde aslında sessiz sedasız bir şekilde gerçekleştiğini, bir zamanlar özgürlük ve eşitlik adına talep edilen ne varsa bugün sistem tarafından fazlasıyla karşılandığını ifade edecekti. Cinsel, dinsel, etnik, sınıfsal veya ideolojik her türden kimliğin hem her şey olma hem de hiçbir şey olmama anlamında ortadan kalktığı, kültürel çeşitliliğin ancak reklamlarda yansımasını bulduğu, cinsiyetlerin birbirinden farksızlaşıp, politikanın içeriğini yitirerek bir simülasyona dönüştüğü, ticari mallardan öte, duyguların, acının, öfkenin, sevincin ve hatta ölümün seyirlik bir görüntü, tüketilesi bir imaj haline geldiği böyle bir dünyada özgürlük ancak tüketme özgürlüğünden ibaret olabilirdi. Yaşar Çabuklu’nun bir yazısında vurguladığı gibi:
“Eski kapitalist toplumdan farklı olarak postmodern toplum yaşamı olumsuzlama, bedeni hor görme, çilecilik, katillik, ciddiyet, içgüdülerin bastırılması, kendini adama, aile, heteroseksüellik gibi konumları kategorik olarak desteklemiyor. Hatta tersine ‘bedenin dışa açılması’ politikası çerçevesinde gülmeyi, eğlenceyi, festivalleri, farklı cinsellikleri, tek başına yaşamayı tüketimsel çoğulculuğun birer parçası olarak değerlendirip onaylıyor.” (Y. Çabuklu, Nietzscheci Anarşizmin Düşündürdükleri, Virgül Dergisi)

Simülasyon işte bu noktada, seyirlik görüntülerin ve imajların, tüm farklılıkların ve anlama dair ne varsa her şeyin yerini aldığı; iktidarın ve kamusal alanın çelişkilerle küçülüp ufalarak değil, tam tersine sivil toplum adı altında dal budak salarak, aşırı gelişip her yeri kaplayarak gerçekliğini yitirdiği, egemenliğin özneden nesneye geçtiği çağımız koşullarını ortaya koymak, gerçek olduğunu varsaydığımız ve çok önemsediğimiz dünya düzeninin işleyişini bizlere yadırgatmak için Baudrillard tarafından ortaya atılan bir metafordur..
Türkiye’de de, gerçekliğin üzerini örten bir özgürlük vaadiyle başladı 80’ler. Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak başlıklı denemesinde, çok çarpıcı bir şekilde bu özgürlük vaadinin nasıl bir illüzyon olduğunu şöyle anlatıyordu:
80 sonrasında Türkiye’yi bir sis kapladı. Birçok şey görünmez oldu. Sisin örttüğü insanlardı, ilişkilerdi, nesnelerdi. Sis dağıldığında, her şeyin net birer görüntü haline geldiğini fark ettik. Bakılanla kurulan ilişki aslen bir seyir ilişkisine, sözün kendisi bir vitrine dönüştü. Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz. (N. Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, s.29)
Hemen her şeyin imajlara indirgendiği, “yaşanan ne varsa, denetleyen ya da estetize eden bir söz tarafından tüketildiği” bir dünyada, iktidar ile muhalefet arasında da bir fark kalması beklenemezdi. 80’lerin sonu, 90’ların başından beri de zaten aradaki fark, seçim kampanyaları veya mitinglerde kullanılan pop şarkıları, logoların çarpıcılığı ve liderlerin izleyenleri eğlendirme potansiyeli arasındaki mesafe kadardı. Politika yapmanın imkansızlaştığı, diyalektiğin ortadan kalktığı böylesi bir dünyadan elbette Türkiye’de nasibi almıştı. Che Gueveralı t-shirt’ü, şiirleri bir banka tarafından yayımlanan Nazım Hiktmet’i, alternatif müzik festivali Barışa Rock’uyla sol ya da muhalefet buralarda da tam bir markaya dönüşmüştü, tıpkı artık ColaTurka’da cisimleşen “Türklük” veya tesettür defileleriyle “farklılığını” ortaya koyan “İslamcılık” gibi. Markalaşan ideolojik kimlikler yanında markalaşan “otantik” kültürel kimlikleriyle de üçüncü dünya, küreselleşmeye farklı boyutlarda da olsa eklemlendi.
Sözün bu kadar hızlı ve kolaylıkla gerçekliğin yerini almasında, simülasyonun gerçekliği çöle dönüştürmesinde baş rolü oynayan medyanın, tüm dünyayla eş zamanlı olarak o müthiş değişimi buralarda da yaşattığı ise kuşku götürmez. İletişim devrimleri, dünyanın bir ucunda olana ait bir haberin veya bir programın, kelimenin gerçek anlamıyla ışık hızında, dünyanın öbür ucuna kopyalanarak taklit edilmesine böylece de hakikatin tam olarak medyanın bizzat kendisi tarafından üretilen sanal bir gerçekliğe dönüşmesine hizmet etti. Çağımızda, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar lezzetli hakikat pastaları pişirmeye imkan veren medyanın, patronlarını, her ne kadar birer kukla olsalar da, ülkelerin başında görmeye şaşmamak gerekir. Bugün, Tayland’ın medya patronu Taksin, Berlusconi’nin meslektaşı, Tayyip Erdoğan, Aydın Doğan’ın maskesi, Cem Uzan da ana muhalefet ise, üçüncü dünyanın simülasyona yarı beline kadar batmış olduğunu iddia etmek yanlış olmaz sanırım.
Kısacası, imaj-tüketim-medya üçgeninde, Türkiye’yle beraber üçüncü dünyanın birçok bölgesinin, bu süreçlerde Batılı toplumlardan asla geri kalmadığını(!) ve simülasyona iyiden iyiye eklemlendiği söylenebilir.

Aşırı rasyonelleşme ya da rasyonelleşmeme!
Lakin, iş simülasyon düzeninin en karanlık ve çıkışsız yanı olan, kuralların içselleştirilmesi ve uygulanması ila bunları hayata geçirecek iktidar ve benlik teknolojilerinin yaygınlaşması anlamında aşırı rasyonelleşmeye gelince, bunun üçüncü dünyanın çok uzağında bir olgu olduğunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz. İktidarın rasyonel organizasyonlar aracılığıyla toplumun derinliklerine kadar sızıp yayılarak artık görünmez olduğu ve neredeyse her davranışı belirlediği, kuralların artık sorgulanmaya ve değişme kapanıp kristalleşerek kendini yeniden üretmekten başka bir şey yapmadığı, sorgulamacı aklın yerini hesapçı aklın aldığı batı toplumlarının aksine, kurumların ve kuralların pek de “iplenmediği” üçüncü dünya toplumlarının hala değişime, oluşuma ve “yeni”ye açık olduğunu söyleyebiliriz.
Bu farkı daha açık bir şekilde ortaya koyabilmek için, Meltem Ahıska’nın, Defter dergisinin 33. sayısında yayımlanan “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik” başlıklı makalesine değinmek istiyorum. Ahıska bu makalesinde, amacının çaresizlikten, bulanıklıktan ve fırsatçılıktan medet uman Türkiye’deki iktidara karşı çıkmak için, bu ülkedeki “kapana kısılmışlık” duygusunun, “böyle gelmiş böyle gider” kabulünün, müdahale edememekten gelen umutsuzluğun Türkiye’deki iktidar mekanizmalarının içindeki yerine bakmak olduğunu dile getiriyordu. Ben ise değişik okumalara açık bu makaleyi, rasyonelleşme noktasında, batılı toplumlar ve üçüncü dünya arasındaki farklılığı ortaya koyması açısından değerlendirmeyi denedim. Ahıska batılı iktidarı tanımlarken, batının bireyselleşmeye dayanan neo-liberal düzeninde “sorumlu özgürlüğün” bireyler tarafından içselleştirilmesi, hükmetmenin en önemli kaynaklarından biri haline gelmiş, teknik politik ideolojinin yerini almıştır demektedir.(bu makaleden yapılan alıntılar tekrar tekrar referans göstermeye gerek kalmaması için bundan sonra da italik olarak yazılmıştır.) Yani batılı insan bir anlamda artık ona şunu yap bunu yap diye dikte edecek bir iktidarın varlığına gerek olmaksızın sorgusuz sualsiz kendisinden bekleneni yerine getirmektedir. Böyle bir düzende hükmeden ile hükmedilen, zalim ile mazlum arasındaki ayrım muğlaklaşmıştır, zira şirket sahiplerinden hükümet başkanlarına, askerlerden öğretmenlere, psikologlardan polislere toplumun denetleyici gücü gibi görünen tüm bu yapılarda iş gören insanlar da bir şekilde “sorumlu özgürlüğün”, simgesel kodun tahakkümüne mahkum olmuş, durmadan dönen bir çarkın dişlilerinden birine dönüşmüş durumdadır. Batılı düzeninin kendisini yeniden üretmek dışında herhangi başka bir erekliliği kalmadığı söylenebilir. Aşırı rasyonelleşme ile kast ettiğim işte böyle bir sistemdir. Diğer yandan, Türkiye’de hükümet etme hiçbir zaman teknik düzeyde sorunsallaştırılmamış ama (ya da bu yüzden) hiçbir zaman da normalleşememiştir. Bu nedenle de Türkiye’de özgürlük, sorumsuz bir özgürlük şeklinde gerçekleşmektedir. Bu sorumsuzluk birçok insanı Batılı rasyonel sistemlerin pençesinden, hesap vermenin yükünden, hafızanın ağırlığından özgürleştirerek, hafifleştirerek sisteme bağlamaktadır. (Ahıska’ya göre sorumsuz özgürlüğün koşulları aynı zamanda iktidarın muhalefet karşısına işkence, zorbalık ve katliam gibi vahşi yöntemlerle üstelik ele geçirilemeyen bir deniz anası kıvamında çıkabilmesine imkan vermektedir. Kanımca “sorumlu özgürlüğün” geçerli olduğu batılı toplumlarda da aynı yöntemler yine iktidarlar tarafından sıklıkla kullanılmıştır. Aradaki fark belki bu şiddet ağının orada çok daha görünür olması ve bu nedenle de muhalefetin de işbirliğine gerek duyulmasıdır. )
Her koşulda kurumlar ve kuralların varlığına karşın, bunların sadece batıda işler olduğu gerçeğini, iktidarın teknolojik altyapısı ile açıklamak belki mümkündür. Batının iktidar teknolojileri, Foucault’nun Klasik Çağ olarak adlandırdığı aydınlanma sonrası dönem boyunca, rasyonel akıl aracılığıyla doğanın sürprizlerini önceden tespit edip kontrol altına almaya, geleceği öngörülebilir hale getirerek zamanı kontrol etmeye, toplumu ve bireyi kurumlar içinde ve yasalar kanalıyla doğumundan ölümüne kadar belirlemeye ve bu denetlemeye karşı direnenleri hastalıklı, deli veya suçlu olarak niteleyip toplum dışına hapsetmeye çalışmıştır. Bunu yaparken de son derece açık, gizlisi saklısı olmayan, görünebilir yöntemler kullanmıştır. Oysa üçüncü dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de iktidarın yöntemleri görünmeyen, dile gelmeyen, bilimsel ve rasyonel bilginin alanına dahil edilemeyen bir türdedir. Yakup Kadri “Panorama” da şöyle demektedir:
“İki, üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir… Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin –kafaların içi şöyle dursun- hatta dışını bile değiştiremediğini görmek istemiyoruz…” (Y.Kadri, 1971)
Gerçekten de bu cümleler gündelik hayatımızda karşılaştığımız söylemler içindeki temel klişelerden birine dönüşmüştür. “Önemli olan kurumlar kurmak yasalar yapmak değil kafaların içini değiştirmektir!” Bu klişe söyleme bugün gündelik konuşmaların ötesinde birçok toplumsal kuramda da rastlamak mümkündür. Sosyolog Nilüfer Göle’ye göre 80’ler sonrasının liberal özgürlük vaadi Türkiye’de bir kuralsızlık ve köşe dönmecilik olarak anlaşılmış, liberalizmin kendine ait bir etik yapısı olduğu göz ardı edilmiştir. Ahıska’nın “sorumsuz özgürlük” olarak adlandırdığı duruma yakın bir durumu Göle “anarşik liberalizm” olarak tanımlamakta ve liberalizmin ahlaki öncülleri, sağlam kanunları ve düzenlemeleri burada yerleşmediği için kot pantolon giymenin liberalleşme zannedildiğinden yakınmaktadır.
“Liberalizm, herkesin başıboş kalması olarak anlaşılınca anarşist bireycilik, hedonist tüketicilik ve keyfi modernizm anlamına gelmeye başlamıştır. Liberalizmin bu şekilde yorumlanmasıyla oturmuş bir vatandaşlık tanımı, kentli davranış biçimleri, meslek etiği, girişimcilik ahlakı, kurumlar ve düzenlemeler gibi önemli etkenler göz ardı edilmiştir.” (N. Göle, Melez Desenler, S.77)
Göle’ye göre tüm bu sorunlar alt edildiğinde ve kafalar değiştiğinde, kısacası düzen rasyonelleştiğinde, liberal demokrasinin özgürlüklerinden herkes “adil” bir şekilde yararlanacak böylece adalet ve özgürlük arasındaki ters orantı doğru orantıya çevrilebilecektir. Benzeri bir şekilde sosyolog Çağlar Keyder’e göre de, sistemin rasyonalize edilmesi anlamında modernist projede diretilmelidir. Keyder’e göre liberal demokrasinin nimetlerinden tam olarak yararlanabilmek için, cumhuriyetin başından beri süregelen tepeden inmeci modernleş’tir’menin failleri olan devlet seçkinleri ve bürokratlar alt edilmeli, halkın tamamı modernizmi içselleştirmelidir. Kısacası buradaki vurgu aynı Göle’nin ve yıllar önce Yakup Kadri’nin cümlelerinde olduğu gibi “kafaların içinin değiştirilmesi” gereği üstünedir.
Görüldüğü gibi birçok açıdan farklı noktalarda dursalar da Yakup Kadri’nin Göle’nin ve Keyder’in yaklaşımları bazı açılardan birbirlerine bir hayli benzemektedir ve kanımca üçü de hem kendi içlerindeki paradoksallık hem de temel aldıkları sınıflandırmalar dolayısıyla sorunludur. Kendi içlerinde paradoksallardır; çünkü hem “seçkinci bir dış güç veya düzenlemeyle veyahut zorlamayla” kafaların değişmeyeceğini söylemekte hem de bir şekilde (seçkinci olmadığını söyleyen seçkinci bir ağızla) kafaların içinin değişmesi gerekliliğinde ısrar etmektedirler. (Bu noktada Ahıska’nın değinmelerinin bu türden bir yaklaşım içermediğini hemen belirteyim.)
Şu an okuduğunuz yazı açısından bizi esas ilgilendiren sorun ise, üçünün de, bir şekilde tüm sınıflandırmaların batılı kategorilere göre, kıyaslamaları da bati ile yapmış olmasından kaynaklanmaktadır. (Örneğin hiçbiri, Türkiye’yi Çin veya Hindistan ile kıyaslamayı düşünmemiştir!)
Yakup Kadri’ye göre, kuralları bir türlü içselleştiremeyen bir millet, Göle’ye göre liberalizmi anarşi olarak algılayan bir düzen, Keyder’e göre henüz kitlesel olarak modernleşememiş bir toplum, ulaşılması gereken hedeften “geri” kalmıştır. Ulaşılması gereken malum hedefler ise çağına göre ya Avrupa rasyonelliğinin verimliliği, ya da Amerikan liberalizminin özgürlük ve demokrasisi (hani geçenlerde Irak’a götürürken bizi unutup es geçtikleri!) olarak uzaklarda bizleri beklemektedir. Nihai amaç hep bir şekilde batı gibi olmaktır. Oradaki geçerli paradigma ne ise ona uymak, bir zamanlar sanayileşmekse o zaman sanayileşmek, laikleşmekse laikleşmek, bugün için demokratikleşmek, çokseslilik çok-kültürlülük ise demokratikleşmek, çoksesliliğe, çok-kültürlülüğe yer vermek ilerlemenin göstergesidir.
Batı diskurunun kendisini egemen kılmak için ürettiği “üstün” tanımının yeniden üretiminden başka bir şey değildir tüm bu yaklaşımlar. Sanki tarihsel bir mecburiyet ve aşılması gereken zorunlu aşamalar vardır da, Türkiye (veya üçüncü dünya)henüz bir iki basamak geridedir. Aslında söylem düzeninde batının kabulleriyle yola çıkıldığında Türkiye ne olursa olsun hep daha çok enerji harcayacak ama bir türlü “geri” kalmış olmaktan kurtulamayacaktır. Tıpkı başka birilerinin çizdiği asimptota “nafile” yaklaşmaya çalışan bir grafik eğrisi gibi… (Durumu bir geri kalmışlık ileri gitmişlik meselesi olarak ele almayan Ahıska’nın bu noktadaki değerlendirmelerine, batı ve üçüncü dünya arasındaki farklılığın kökenlerine inmeye çalıştığım “hatalı kopyalar” başlıklı bölümde yer vereceğim.)
Pek tabii, tüm bu önyargıları tersine çevirmek mümkündür. Yapacağım tek şey, üçüncü dünyayı batılı toplumlardan “geri kalmış” olarak değil, “farklı süreçlerden geçmiş” olarak tanımlamak kadar basittir. Bu farklılık, değerlendirenin bakış açısına göre yine kimi zaman geri kalmışlık ama bazen de üstünlük olarak nitelenebilecektir bu durumda. Şimdi gelin, bu farklığın tarihsel kökenlerine inmeden önce üçüncü dünyanın batı karşısındaki üstünlüklerine bir göz atalım.

Bir elektrik kesintisinin düşündürdükleri…
Son günlerin en çarpıcı örneği, belki de yakın zaman önce ABD’de ardından da Avrupa’nın birçok bölgesinde yaşanan elektrik kesintileri oldu. Daha doğrusu bu elektrik kesintileri sonrası halkın paniğe kapılması, düzenin bu denli sarsılması, sistemin bir anlık duraksaması sonucu belli ki programlanmış olan insanların, amaçsız ve ne yapacağını bilemez halde bir boşluk içine düşerek kendi hiçlikleriyle karşı karşıya gelmeleri dikkate değerdi.
İtalyan yazar Roberto Vacca The Coming DarkAge (Gelen Karanlık Çağ) adlı çalışmasında, dünyanın sonuna ne büyük bir savaşın ne de bir salgın hastalığın neden olacağını, her şeyin birbirine gitgide pamuk ipliği ile bağlandığı bir düzende, ufak bir elektrik kesintisinin devasa bir zincirleme etki yaratarak dünyanın sonunu getireceğini iddia ediyordu. Benzeri şekilde, Baudrillard da bir sistemin kusursuzluğa yaklaştıkça total bir kazaya kurban gitme olasılığının arttığını dile getirmişti. Kısacası aşırı rasyonelleşme, bir taraftan insanları sistemin devamını sağlayan enerji kaynaklarına indirger ve içinden çıkılmaz bir cendereye mahkum ederken, diğer taraftan tüm anomalileri temizleyerek yaşadığımız dünyanın bağışıklık sistemini ortadan kaldırıyordu. İşte bu noktada, Türkiye ve benzeri üçüncü dünya ülkelerinin bağışıklık sistemlerinin çok daha kuvvetli olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.
ABD’deki elektrik kesintisinin ardından dünyanın farklı yörelerinden insanların olaya yönelik yorumlarına bir göz atalım. Kesintinin hemen ardından yapılmış, gazetelerden derlediğim söyleşiler şöyle:
Alex Mwaaura – Kenya: “Amerikalılar, Kenya’ya hoşgeldiniz… Dış dünyayı biraz da bizim gözlerimizle görün.
Emma Nxau – Çin : “Amerikalılar elektriğe çok bağımlı yaşıyorlar. Bizim gibi bisiklete işe gitmeyi öğrensinler, rahat ederler.
Akito Sanha – Japonya: “Böyle bir olayın ülkemde gerçekleştiğini düşünemiyorum bile. Bu tam bir felaket olurdu.
Ünal Karakaş – Türkiye: “Bizde her gün elektik kesilir, bir şey olmaz. Neden bu kadar panik yaptılar anlayamadım.”
Matrix’in içi ve kıyısı arasındaki farkın açıkça dile geldiği bu yorumlarda üçüncü dünyanın elektrik kesintilerine, uydu bağlantısı kopmalarına, iletişim ağları ve internetin çökmesine karşı çok daha dirençli olduğunu görebiliriz. İletişim ve bilgisayar teknolojideki akıl almaz gelişmelerle beraber iktidar teknolojisini de bir üst versiyona yükselten, rasyonellikten aşırı rasyonelliğe geçiş yapan batılı toplumların aksine, üçüncü dünya (kimilerince teknolojiden yoksun ama bence) teknolojiden bağımsız düzenleriyle, çok daha özgür görünmektedirler.
Böyle bakarak tüm “geri” kalmışlık göstergelerini bir şekilde tersine çevirebiliriz. “Kuralcı ve düzen takıntılı batı medeniyeti karşısında gecekondularımız, seyyar satıcılarımız, dilencilerimiz, trafik canavarlarımız, sokaklarımızı süsleyen çöp yığınlarımız ve kaldırımlarda süregiden belediye kazılarımızla, kısacası tüm irrasyonel tutumlarımız ve sorumsuz özgürlüğümüzle dikilmekteyiz” diyebiliriz örneğin. Tüm bunların bir gün bizlerin bağışıklık sistemimizin antikorları olacağını, Matrix’in totaliter ve çıkışsız dünyasına karşı en büyük özgürlük dayanağımız olarak yorumlanacağını hiç düşünmüş müydünüz daha önce? Daima, batı karşısında, batılı kategoriler ile tanımlanıp o nedenle “aşağı”, “az gelişmiş” ve “ulaşmaya çalışan” bir toplum olduğumuza dair her gün tekrarlanan söylemin egemen olduğu bir düzende bunu düşünmek oldukça güç olsa gerek.

Hatalı kopyalar ya da üçüncü dünya
Aşırı rasyonelleşenler ve irrasyoneller arasındaki farklılığın kökenlerine inmeden önce hemen “bizler” öznesinden sadece Türkiye’de yaşayanları değil hemen tüm üçüncü dünya halklarını kast ettiğimi belirtmeliyim. Zira bu koşullar, Türkiye özgü değildir (bu anlamda bir “öz Türk kültürü” arayışının da zaten fazlasıyla gülünç ve anlamasız olduğu kanısındayım). Kast ettiğim, bir şekilde birazdan daha ayrıntılı değineceğim üzere modernleşmeyi iğreti bir batılılaşma olarak yaşayan çoğu eski sömürge veya yarı-sömürge ülkesinin bugün batı toplumları karşısında benzeri farklılıkları göstermesi durumudur. (Bu noktaya gelmişken hemen şunu da belirteyim: Batılı toplumlar ve üçüncü dünya derken egemen bir başka söylemi yeniden ürettiğimin ve bu toplulukları da kendi içlerinde sanki homojenmiş gibi varsayarak indirgemeci bir yaklaşımı sürdürdüğümün farkındayım. Lakin bu tartışma okuduğunuz yazının sınırlarını aşmaktadır.)
Batının modernizmi tüm dünyada yaygınlaştırması, sömürgecilik ve emperyalizmle at başı gitmiştir. Genelde her şey sömürge altına girenlerin, askeri alandaki hezimetleri karşında geçirdikleri ilk büyük şok ile başlamaktadır. Bu ilk şokun ardından ilk başta sadece askeri alanda modernleşme çabasına giren eski imparatorlukların zaman içinde kendi kendilerini batılıların onları tanımladığı gibi tanımlamaya başladığını görmekteyiz. Böylece uzun çağların ardından ilk defa Çin, Japonya, Hindistan ve Osmanlı imparatorlukları, kendi kendilerini batılıların onların tanımladığı gibi “aşağı” ve “gelişmemiş” olarak kabul etmeye başlamış, kendi kendilerini batının kategorileri ve sınıflandırmalarına göre düşünmeye zorlamışlardır. Belki de bu aşağılık hissi, batı-dışındaki yarı kolonileşmiş imparatorluklarda bir karşı-milliyetçilik ve böylece de bir ulus bilinci oluşmasında baş rolü oynamıştır.
Sömürgeci güç aslında sömürgeleştirdiği topraklardaki insanları adeta kendi kendisine karşı kışkırtarak gelişmiş silahlarla donanmaya ve bu amaçla da modernleşmeye zorlamıştır. Burada şöyle bir tespit yapmak mümkündür. Batılılar, modernizm ve milliyetçilikle ilgili kendilerine ait kodu sömürgelerine kopyaladıklarına yani gittikleri bölgeyi uygarlaştırdıklarına inandıkları zamandır ki, ordularını ve silahlarını genç ulus-devletlerden çekmişlerdir. Bu anlayıştan hareketle Baudrillard, gerek Cezayir Savaşı’nın, gerekse Vietnam Savaşı’nın aslında batının zaferiyle sonuçlandığını iddia etmiştir. “Ne zaman eski çağa ait her türlü feodal ve tribal kurum ve yapı ortadan kaldırılmış ve yerine muhatap alınabilecek bir ulus-devlet oluşmuşsa o zaman sömürgeci devlet artık gerek duymadığı işgale son vererek askerlerini geri çekmiştir.” (Jean Baudrillard, Simulakrlar ve Simülasyon) Bu örneği Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla genişletmek mümkündür. Görünürde Türkiye’de 1918-1922 arasında gerçekleşen Kurtuluş Savaşı emperyalist batıya karşı yürütülmüş ve Türkiye bu savaşta galip gelmiştir. Oysa aslında savaşı batının kaybettiğini söylemek güçtür. Ne zaman ki imparatorluk bir cumhuriyete dönüşmüş ve ne zaman ki Anadolu’da yaşayan insanların önderleri batının değerleriyle batıya karşı gelir olmuştur, işte o zaman kopyalamanın gerçekleşmiş olduğuna kanaat getirilmiş ve batının askerleri geri çekilmiştir. Zira artık genç cumhuriyetin batılılaşmak, batı değerleriyle aydınlanmak ve bir ulus-devlet kurmak için kendi kendine elinden geline ardına koymaksızın çabalayacağı aşikardır. Gerçekten de çok geçmeden genç cumhuriyet kendi içindeki farklılıkları yok sayarak batı modeli, tek tip, üniter bir ulus yaratma çabasına girmiştir.
Lakin büyük geçerlilik payları olmakla beraber gerek Baudrillard’ın düşüncesinde ve gerekse şu kopyalama hadisesinde bir takım sorunlar akla takılmaktadır. Eğer sömürge savaşlarını gerçekten ve tam anlamıyla batılılar azandıysa neden eski sömürgelerini hala bir tehdit olarak görmektedirler ve kopyalama tam olarak gerçekleştiyse bugün neden üçüncü dünya diye ayrı bir kategori mevcuttur?
Aslında sömürge sonrasında kopyalama gerçekleşmiş ama bu kopyalama, kopyalananın kategorilerindeki farklılıklarından dolayı hatalı olmuştur. Bu noktada, batının sistemli ideoloji ve doktrinin kopyası, Türkiye’de pragmatik, esnek ve gevşek bir idare olarak gerçekleşmiştir. Belki de bunun en çarpıcı göstergesi, bir söyleşi esnasında yine sistemsizlikten, teşkilatsızlıktan yakınan Yakup Kadri’ye Mustafa Kemal’in verdiği şu meşhur karşılıkta belirmiştir: “Elbette yok çocuğum, eğer doktrine gidersek hareketi dondururuz.”
Bu da Mustafa Kemal’in taktikler konusundaki esnekliğine, hiçbir zaman bütünsel olarak söylemleştirmediği ama zamana ve zemine uygun olarak uygulamaya koyduğu daha işe yarar (çünkü bağlamı sürekli yeniden tanımlayan) bir bilgiye ve iktidar taktiklerine işaret etmektedir. Mustafa Kemal’in “Niçin milletimizin siyasi ve içtimai hayatında, fikri terbiyesinde rehber ilim ve fen olacaktır? Çünkü düşmanı mağlup eden zaferin sırrı, orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını ittihaz etmektir.” cümlesi, Kemalizmin felsefesinin pozitivizm değil, pragmatizm olduğunun bir dışavurumudur.
Türkiye’nin modernleşme (veya modernleşememe) tarihinde Ahıska’ya göre, yönetici aydınların fantezisi ile toplumun gerçekliği arasında hep bir uçurum olmuştur. Bürokratlar asla uzun zaman yaşamayacakları Anadolu köylerini adeta birer turist gibi ziyaret etmişler ve karşılaştıkları gerçeklikle, zihinlerinde kurdukları fantezi arasındaki kopukluğu kabul etmekten hep kaçınmışlardır. Bu görmezden gelme aslında pragmatizm üzerine şekillenen bir iktidarın, topluma ait gerçekliği değiştiremeyecek olmasından kaynaklanan zafiyetinin gizlice ve sessiz sedasız onaylanmasından başka bir şey değildir. Kemalizmin güçlü ve hegemonik bir söylemi yoktur. Buna dair Ahıska’nın verdiği en çarpıcı örnek, “seçkin tekler değil gürbüz yüz binler” yaratma şiarıyla yola çıkan halkevlerinin iç iletişim metinlerinden alınmıştır. 1932 tarihli Ankara Halkevinin açılış programını diğer illere öneren bir bildirge aynen şöyledir: “Türk milletinin durdurulmaz bir iştiyak ile yükselmek istediği en medeni millet mefkuresi canlı bir tablo halinde temsil edilecektir. –İyi bir şey yapmak mümkün olmazsa vazgeçilecektir-.”
Çizilen resmi sınırlar içinde hep bırakılan bu “söylememek kaydıyla” ihmal edilebilirlik payı, böylece hem gerçekliği değiştirme gücünden yoksun iktidara meşruiyet sağlıyor, hem de karşılığında “söylememek” dışında bir sorumluluğu olmayan bir özgürlüğün kapılarını aralıyordu. Böylece, iktidar ilişkilerinin pratiği buralarda tamamen kişisel ve duygusal pazarlıklara bağlanıyor, böyle bir düzende doktrinler de yasalar da göstermelik birer formaliteye indirgeniyordu. Nihai tartışmaya geçmeden önce son kez ve bu duruma dair çok çarpıcı bir alıntı yapmak istiyorum.
1942 tarihli Varlık Vergisi Kanunu’nun görüşülmesi bağlamında, Faik Ahmet Barutçu’nun anılarından aldığı pasaj hukukun bir tür göstermelik olduğunu çok iyi ifade ediyor:
Kanunun bir de 14. maddesi üzerinde çok duruldu… Bu 14. madde konuşulurken, Başkan şunu söyledi:
“Kardeş malını çıkartmak doğru olur. Çünkü bu hukuk esasları ile çelişiyor.”
Dayanamadım, şaka yollu:
“İlahi, Başbakanım! Bu kanunun hangi maddeleri hukuk ilkeleri ile uyuşuyor ki…” dedim.
Saraçoğlu, kahkahayla:
“Maliye Vekili, dinliyor musun? Bak senin kanunun için ne diyorlar,” dedi. Ve her yandan yükselen kahkahalar arasında bu maddenin ve kanunun görüşülmesi sona erdi.” (Barutçu, 1977: 265)

Bir tutam irrasyonelite otu
Düşünürlerden, sosyologlardan, “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik” makalesinden ve gündelik deneyimlerden yola çıkarak batılı düzenler ve üçüncü dünyanın toplumsal yapısı arasındaki farklılığı resmetmeye çalıştığım yazının sonlarına geldik. Görüldüğü gibi bu aşırı rasyonelleşmiş düzenler karşısında hala büyük oranda irrasyonelitenin geçerli olduğu toplumları “yaşanabilir” kılan, kuralları hayata geçirecek teknolojik altyapısındaki zafiyet ve bundan kaynaklı pragmatik, zayıf ve esnek iktidar yapılanmasıdır. Elbette, üçüncü dünya ülkelerinde geçerli olan sorumsuz özgürlük imkanı biraz da şansa bağlıdır. Zira keyfi iktidarın, kime işkence edip kimi boş vereceği hiç belli de belli olmamaktadır. Yine de, bu belirlenmişliğin minimal düzeyde olduğu kaos toplumlarının, doğduğu andan itibaren kişinin geleceğinin belirlenmiş olduğu simülasyon düzenine göre bana çok daha cazip geldiğini söylemek istiyorum….
Bir şekilde bu ülke de 2000'li yılları geçti. Lakin 80'lerden sonraki küreselleşme, özelleştirme ve medyanın yaygınlık kazanma hızına karşın kurumsallaşma ve teknolojik altyapı çalışmaları buralarda hep geride kaldı. İş bitiriciler, yaptım olducular, fırsatçılar, sorumsuz özgürlüğün verdiği imkanla halkı canından bezdirirken, eleştirilerini batı hayranlığı içinde ve utanç duyulan alaturkalığa karşı acıyla karışık bir öfke duyarak dile getiren radikal köşe yazarlarından modernist akademisyenlere, akıntıya karşı bayrak açan edebiyatçılardan mizahçılara herkes bu sorumsuzluğu, bu kurasızlığı gidermenin tek yolu olarak AB'ye girmeyi, ABD’ye benzemeyi, liberalliği bir düşünce olarak içselleştirmeyi gösterdiler. Batının kendisini tanımlarken kullandığı “üstün” tanımını kabul edip varoluşlarını ona göre oluşturan Türk aydını, ülkesini hep “geri kalmış” olarak tanımladı. Amerika’ya benzediğimiz ölçüde ileri ve modern bir uygarlık olacaktık. Ama hep beraber gördük ki elektriklerimiz kesildiğinde kılımız kıpırdamıyor, onlarsa ne yapacağını bilemiyor ve panikliyordu. Onlar matrixin içinde bir programa dönüşürken, bizler sarıldığımız bir tutam irrasyonelite otu sayesinde henüz kıyıda tutunabiliyorduk.
Tüm bu cümlelerden sonra bu yazıyı, nahif bir duygusallıkla yazılmış, bir şekilde yüzyıllardır süregiden bir aşağılanmışlığı tersine çevirmeye dair yüzlerce denemeden biri olarak görebilirisiniz. Bangkok’un veya Kahire’nin, bana, İstanbul’u aratmayan kokuşmuşluğu, kaos derecesindeki düzensizliği, gürültüsü, arapsaçına dönmüş trafiği ve seyyar satıcılarıyla çok daha samimi, çok daha çekici gelmesinin; Singapur’un veya Cenevre’nin nereden yürüyeceğinizin dahi belirlenmiş olduğu, otobüslerin ve trenlerin bir dakika rötar yapmadan kalktığı, tertemiz, sessiz ve ruhsuz caddelerindeki sıkkınlığım ve gerginliğime karşın kendimi üçüncü dünyanın metropollerinde çok daha rahat ve özgür hissetmemin de sadece alışkanlıktan kaynaklandığını iddia edebilirsiniz. Ben ise bu iddiaların ötesinde bu yazının, bir taraftan köşe dönücülere ve işkencecilere fırsat veren ama diğer taraftan da bir denetimsizlik ve özgürlük alanı sağlayan üçüncü dünyanın irrasyonel düzenine ait çelişkinin çözümünün, herkesi rasyonel kodun denetimine almak ve kafaları değiştirmek anlamında bir batılılaşmanın dışında da aranabileceğine dair bir deneme olduğunu düşünüyorum.
Birilerine benzemek, bir üst aşama olduklarını varsaydıklarımız gibi olmak isterken, onların kendi içlerindeki sorunlarını ve sıkıntılarını göz ardı ediyor, sadece bize gösterildiği kadarıyla görebildiğimiz çekici bir imaja, bir sözde özgürlük vaadine kapılıp gidiyoruz. Peki ya bize gösterilmeyenler? Avrupa’nın düzeninden, geleceğinin belirlenmişliğinden bıkıp da Hindistan’ın kalabalık metropollerinde sokaklarda yatmayı tercih eden son yıllarda sayıları on binlerle ifade edilen Avrupalı gençler sakın haklı olmasınlar?

Not: Bu yazıyı bilgisayarda yazarken, birden fazla defa elektriklerin kesildiğini söylersem herhalde şaşırmazsınız. Bu ironik durum karşısında, her ne kadar sinirlerim biraz bozulsa da New Yorklular’ın aksine “dünyanın sonunun geldiği” gibi bir fikrin aklımın ucundan dahi geçmediğini, tüm samimiyetimle söyleyebilirim….

Değinilen Eserler:

Meltem Ahıska, “Türkiye’de İktidar ve Gerçeklik”, Defter Dergisi, Sayı: 33
Nurdan Gürbilek, “Vitrinde Yaşamak”, Metis Yayınları
Nilüfer Göle, “Melez Desenler”, Metis Yayınları
Jean Baudrillard, “Simulakrlar ve Simülasyon”, Doğu-Batı Yayınları
Yaşar Çabuklu, “Özgürlükçü Düşüncenin Peşinde”, Metis Yayınları
Çağlar Keyder, “Modernizm Projesi Nereye?, 1990’larda Türkiye”, New Perspectives on Turkey
Roberto Vacca, The Coming DarkAge

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s