“Protezlerimiz oldukça sınırlarımız fluğlaşır. Protezlerimiz bizi daha yüksek bir tamamlanma düzlemine getirir. Protez siber vücut parçasıdır” Bu sözlerin sahibi olan Robert Rawdon Wilson 21.Yüzyıl, son model vücut ilavelerinin insan vücuduna çok boyutluluk anlamında “çeşitlilik”(multiplicity) kazandırdığını beyan ediyor.(Prosthetic Consciousness, 1995) Çok boyutluluk, insanların sınırlarından emin olamamayı getiriyor; başka bir deyişle artık kimliklerin nerede başlayıp nerede sonlandığı muğlak kalıyor. Böylece erkek dil ve söyleminin kodladığı kadın vücudunu kabul eden kadınlar ve erkekler siberalanın ve yüksek teknolojinin makine-insan melezi yaratımıyla tüm cinsiyetleri kapsayıp cinsiyetsizleşiyor.
Donna Haraway’in Siborg Manifestosuna (1991) göre, kol-bacak ilavelerinden kalp pillerine; estetik-cinsiyet ameliyatlarından klonlamaya kadar tekno-kültür, bize “doğal” olarak tanımladığımız her şeyi sorgulatıyor ve anlamsızlaştırıyor. “Medium mesajın kendisidir” sloganıyla Marshall Mcluhan’ın ifade ettiği gibi “çevre”yi yaratan-yeniden şekillendiren iletişim teknolojisi beraberinde yeni bir toplum oluşturuyor. İnternetin yaygınlaşmasıyla bilgisayarlarla simbiyoz yaşama geçen insan toplumu, etçil vücudundan kopuyor ve bu yeni toplumda cinsiyetler geçişsel; aynen protezler gibi çıkarılır ve takılır hale geliyor. Ne de olsa “doğallık” ve “gerçeklik” bir kurgudur.
Ataerkil düzenin gerçekliğinin, siborglaşmayla meşruluğunu yitirdiğini belirten Donna Haraway “Siborg Manifestosu”nun son cümlesinde tercihini bir tanrıça olmak değil bir siborg olmak yönünde kullanıyor. Burada sözü geçen tanrıça”(goddess) ekolojik feminist hareketin sözlüğünden geliyor. Eko-feminizm (Goddess feminism) 70-80li yıllarda ortaya çıkan kültürel feminizmin bir kolu olup kadının doğaya kaçarak ideal yerini bulmasını desteklemekte. Bu ideal yer, kaynağını ataerkil sistemdeki gökten yeri gözetleyen tanrı-gök bağlamından değil, kimi tarihöncesi medeniyetlerdeki tanrıça ritüellerinden alır. Tanrıça, dini merasimleri, tanrısallığı, doğanın içindeki değişime, doğum-ölüm devirlerine ve hayatın yenilenme süreçlerine bağlar. Sonradan teknoloji ile beraber erkekler doğaya tahakkümde bulunmuştur. Kadın ve doğa, mazlumlar birliği olarak zalimlere baş kaldırmalı ve anti-merkeziyetçi, hiyerarşi karşıtı ekolojik-doğal! bir toplum yaratmalıdır. Burada teknoloji yalnız erkek yaratımında- egemenliğinde ve kullanımında gibi bir izlenim yaratılmıştır. Kadınların internet kullanım istatistiklerinin erkeklere nazaran düşüklüğü, mat-fen ağırlıklı fakültelerde erkek varlığının ağırlıklı olması kadınlarda teknofobinin süregeldiğini tasdikler gibidir. O yüzden eko-feministler teknolojinin ataerkil sistemi yeniden yarattığı fikrini desteklerler. Halbuki Haraway’in “siborg”u, doğa-teknoloji ikilemini, “doğal” olarak adlandırılmışa kuşku ile bakarak reddetmektedir ve bu cinsiyetsiz doğanın ismi Haraway sözlüğünde “coyote”dur. Haraway ayrıca, kadının doğayla ve barışçıl tabiatla özdeşleştirilmesinin, kadınların geleneksel bir şekilde bilim-teknoloji evreninden dışlanışını ve kadın-erkek dünyası ayrımlarını sağlamlaştırdığını öne sürer. Günümüz kadınının teknofobisini doğrulayan istatistiksi bilgilerin zaten kendisi sistemi zorla yeniden yaratmaktadır; doğal olan hiçbir şey zaten yoktur. Kaldı ki, iletişim teknolojilerinin yaygınlığı ve beraberinde getirdiği siberalemsel vücutsuzluk, belli bir dereceye kadar gelebilmiştir. Toplumu oluşturan çevre; çevreyi oluşturan da medium yani iletişim teknolojileri ise, ekofeminizm kendi ütopyasında kendisini kandırmaktadır.
Biri hala gösterimde olmak üzere geçen sezonun “asıl” filmleri olan üç bölümlük “Yüzüklerin Efendisi” ve “Matrix” seyircilerine sözü geçen feminist akımlarına uygun iki çeşit kadın modeli sundu. Birçok yönden Trinity siberfeminizmin sembolü ve Arwen de eko-feminist kadın modeli olarak tanımlanabilir. (Arwen karakteri kitaptan çok filmde ele alındığı şekliyle betimlenecektir). Arwen karakteri bir Elfkızı… Elfler ise uzun saçları ve ince vücutlarıyla yani fiziksel güzellikleriyle ünlü bir ırk… Ruhani güçleriyle duygulara, rüyalara ve deliliğe yani akılcılığın unutturduklarına değerlerini geri veriyorlar. Bu yüzden Elf toplumu, kadının özdeşleştiği (eko-feministlerce bu doğal bir tanım) duygusallığı yeniden ululaştırarak ataerkil düzene eko-feminist bir alternatif üretiyor. Arwen karakteri, birinci filmde, mistik güçleriyle nehrin sularını yardımına çağırıyor ve “Dokuzlar”ın elinden Frodo’yu (yüzük taşıyıcısı) kaçırabiliyor. Çünkü Arwen, evrenin lisanından konuşabiliyor. Frodo’daki Orc kılıcının yarası, yine Arwen’in bitkisel ilaçlarıyla iyileştirilebiliyor. Buna karşın insan ırkından Aragorn (tahtsız kral ve Arwen’in sevgilisi) sadece kaba kuvvet kullanma yetisine sahip. Oysa Elf toplumunda kadın-erkek-hayvan-dağ-bağ-çimen arasındaki, canlı-cansız arasındaki tüm hiyerarşik ayrımlar ortadan kalkmış durumda. Bu ütopik düzenden ayrılıp iktidar isteğiyle ayartılanlar, çirkinlikleri ve kaba karakterleriyle tanınan Orclara dönüşüyorlar.
Trinity, -Matrix filminin kadın karakteri-, de Arwen gibi çevresini saran evrenin bilgisine sahip bulunuyor. Ancak bu “evren”(çevre) Donna Haraway’in betimlediği, inşa edilmiş-kurulmuş bir doğa, yani “coyote”a denk düşüyor. Trinity, birbiriyle etkileşen sayısız değişkenin yarattığı denklemlerin oluşturduğu kendi varlığının da kodlandığı “Matrix”i kullanabiliyor. Bu becerisi, ırkına ait bir özellik niteliğinde değil, sonradan kazanılmış. Böylece filmde birçok radikal feministin üstüne bastığı kadının teknofobisi ortadan kaldırılıyor.
Trinity ve Arwen’i sevgililerine olan ilişkileriyle karşılaştırırsak ikisinin de “düzene denge getirecek” seçilmişlere eşlik edip onları sevdiğini görebiliriz. Trinity’nin sevgilisi Neo, rivayete göre insanları makinelerin boyunduruğundan kurtaracak bir çeşit peygamber; Arwen’ın sevgilisi Aragorn ise, kılıcı kırık tahtsız bir kral olarak karşımıza çıkıyor. Ne Neo ne de Aragorn amaçlarına dişilerinin yardımı olmadan ulaşmaktan acizler. Trinity Neo’yu son filmde, hayatı pahasına “gerçek dünya” ve “matrix” arası program “istasyon”dan kurtardığı gibi birçok defa daha kurtarıyor. Arwen, Aragorn’a lanetli orduyu sağlayacak olan Isuldur’un kırık kılıcını temin ediyor ve bunu yine Trinity gibi hayatı pahasına yapıyor, çünkü Arwen kaçmaktansa kalmayı yeğliyor buna bağlı olarak karanlığın gücünün onu yavaş yavaş öldürmesine razı oluyor. Burada Arwen’ın kırılgan dişi vücuduna tanık oluyor gibiyiz; hatta Arwen’ın tek yaptığının babasına İsuldur’un kılıcını tamir etme konusunda yalvarmak olduğunu da söyleyebiliriz. Siberfeministlerin eko-feministleri, “kadını pasifliğe mahkum edenler” olarak eleştirmesi bu noktada akla geliyor. Buna karşın, Trinity, makinelere karşı takımın baş karakterlerinden birini oluşturuyor. Trinity, gözleri görmeyen Neo’ya, son görevinde “makine şehri”ne giderken aracı kullanarak eşlik ediyor. Makinelerle savaşırken el ele olmalarını, romantik bağlamından yola çıkıp birbirlerinin voltran misali eksik parçalarını bütünlediklerine, bu birleşim sonucunda da kurtarıcının ne erkek ne de kadın olmuş olduğuna yorabiliriz. Burada Aristotales’in insanın varoluş destanını anlatırken insanın tanrıya yaklaşması yüzünden tanrılarca ikiye bölünüp kadın-erkek diye güçsüz ve eksik yaratıklar oluşturduğu rivayetine de değinebiliriz. Yoksa Arwen, taht giyme töreninde babasının arkasından krala (Aragorn’a) varışıyla bir savaş başarısı ödülünü andırıyor. Ayrıca, Arwen ve Aragorn’un bütünlüğü, aslen doğacak oğullarına (veliaht) yani kadının doğurganlık rolüne bağlantılı bulunuyor. Ne de olsa Arwen kaçmaktan vazgeçip savaş alanına yakın kalmaya, doğacak oğlunun varlığını hissederek karar veriyor.
Elbet söylemeye hacet yok ki, Arwen karakterinin fiziği hem Elf olması itibariyle hem de kendisini Liv Tyler’ın oynamasıyla mükemmel bir güzellik sunuyor. Filmdeki başka bir kadın karakter, savaş alanında da bulunan kılıç kuşanan Arwen’in dişiliğinden uzak Rohan kralının kızı Eowyn de Aragorn’u seviyor. Ancak Eowyn değil Arwen, Aragorn tarafından tercih ediliyor. Bunun toplumdaki geleneksel uysal, pasif ve bakımlı kadının idealliğinin filmde yeniden doğrulanıp tasdik edilmesi diye algılayabiliriz. Matrix filminde de baş kadına alternatif olarak Neo’yu bir anlığına arzulayan Monica Belluchi’nin oynadığı “Fransızın karısı” karakteri var. Her ne kadar Trinity, “Fransızın karısı”nın dişiliğini ve fiziksel mükemmelliğini taşımasa da Neo ikincil kadın karakterinin varlığını umursamıyor ve hatta yok sayıyor. Siberfeminist karşıtı söylev, kaslı bir vücut tipine sahip olan Trinity misali siber kadınları Haraway’in söylediği gibi cinsiyetsizleşmeyip erkeksileştiğini vurgulamakta. Ancak burada da kadın vücuduna “doğal” bir kılıf atfedilmektedir. Oysa bilinen narin kadın vücudu, gerçekliğini aslen bir kurgudan alıp oluşmuştur. Ammavelakin Trinity Matrix’te dahi vücudundan ayrılamamıştır:
Kim Toffoletti (Posthuman bodies- Journal of Hecate St. Lucia, 2003) vücudun teknoloji tarafınca silinip yok olmadığı, onun yerine bilgisayar-veri teknolojileriyle vücudun farklı bir şekilde yaşandığı üzerinde durmaktadır. Baudrillard’ın “diyalektiğin sonu” olarak nitelendirdiği bir çağda, bu yeni vücut ben ve diğerini aynı anda bir arada bulundurabiliyor. Siberalemde yaratılan vücut, etçil vücut gibi kırılgan değil; tamiri ise kolay; ne de olsa sınırsız ve ölümü tanımıyor. Frederic Pohl’un “Hiçiler Destanı”nı okuyanlar bilirler; kitabın kahramanı ölümünden sonra bilgisayara yükleniyordu. Yoksa “ölüm” ilk önce etçil vücudu kaybetmek demektir. Öyleyse vücutsuz varlığım yapaydır, yani başka bir deyişle siber vücudumla “gerçek”te var değilim. Mesela ünlü fizikçi Stephan Hawking, makinelere bağlı vücuduyla, yapay olmayan beyni dışındaki varlığıyla, ölüme oldukça yakındır. Parçalara ayrılabilir olma ve biçimsizlik-tanımsızlık gibi yetiler, bozulma ve ölüm demektir. “Terminatör” filmindeki yarı robotik vücutların genişleyip daralan yapıları korku malzemesidir. Michael Jackson’un kadın-erkek, hayvan-insan, beyaz-zenci, çocuk-yetişkin ikilemlerini birleştiren vücudunun görüntüleri birçoklarımızda bilinçli-bilinçsiz bir iğrenti yaratıyor. Çünkü varlığı etçil kodladık ve ölümü bu tanımlamadan doğurduk. Trinity Matrix’e girdiği zaman görüntüsü dijital kodlarca oluşturuluyor. Bu görüntü sınırlı oldukça, varlığının diğerlerince tanınmasına yarıyor, dolayısıyla varlığının doğrulanmasını sağlıyor. Jonathan Marshall(Sexual behavior and Internet The sexual life of Cyber- The Australian Journal of Anthropology Sydney 2003) istatistiksi verilere dayanarak internette yaşanan “online” aşkların samimiliğinin, tarafların “offline” hayatta tanışmasıyla test edildiğini belirtiyor. Bunun nedeni siber vücudun dijital kodlarının, etçil vücudunkilerden farklı olarak esnek olmasından ileri geliyor. Sabit olmayan vücut, varlığın görüntüsü, mevcudiyetimizin biricik tanıkları olan “diğerlerini” bize ekleyerek, bizi tanımsız yapar. Öyleyse bizler hayalet oluruz. Diğerleri yoksa artık kimliğimizin sınırlarını çizen karşılaştırıcı sıfatlardan mahrumuz demektir. Haraway buna özgürlük diyor çünkü ayrımlar, sınıflar ve hiyerarşi doğurur. Ama artık hayatı üzerine kuracağımız değerler de yoktur, değerler arası geçişsellik değerleri anlamsızlaştırmıştır. Siber toplumun oluşmasıyla doruk noktasına çıkacak kimlikte homojenlik, bugün de tüketim toplumu ile zaten başgösterdi. Anlamsızlığın anlamı olsa böyle bir diyarda intihar haklı bir çözüm olurdu ama değil. Nihilizm öyle bir meret ki, içilince tabiatından dolayı olsa gerek ağızda tat bırakmıyor.