O'nu kalbimde bilmekle ben de O'na can verdim
-İbn-i Arabi
Hokus pokus, abrakadabra ve bunun gibi tüm kültürlere bir şekil kazandırılmış, söylemesi bile tılsımlı kelimeler… Haşhaş aşkına dayalı eski Sümer kültlerinden gelen bu sözcükler günümüzün mantıklı, bilimsel bir o kadar düzenli ve denge saplantılı dünyasında rafa kaldırılmış ve hatıra olmuştur. Ne zaman onları anar olsak yüzümüzde bir küçümseme belirir. Çünkü bizler hesaba ve hesaplamalardan doğan kurallara inananlar olarak yetiştirildik. Weber’in de değindiği gibi bugünün modern toplumunda kesinlik temeldir. Büyüler, sihirler, tılsımlar ise ilkel toplumlara veya okumamışlara aittir ve benmerkezci tabiata uygun olarak onlar bize göre değersizdir ve geçmişe dahildirler. O yüzden “HOKUS POKUSLAR” lanetlenmiştir ancak lanet yağdırmak da bir çeşit büyü tanımının içine girer çünkü büyü yapmak insanın kanına işlemiştir.
Tek tanrılı dinlerden önce hani “Yüzüklerin Efendisi”nde olduğu gibi etrafta büyücüler, cadılar veya şamanlar vardı. Onlar Tanrılarla iletişim kurmaya özel yeteneği olanlardı ve bazen tanrılardan bile daha çok sözleri geçerdi. Sonra Tanrı tek olarak geldi ve tüm insanlar kul oldu. Kuran’da kara büyü yasaklanıyordu. Avrupa tarihindeki cadı yakma eylemi Tanrı olmaya özenmeye çalışan günahkarları cezalandırma biçimiydi ve bu oldukça makul görülüyordu; çünkü suç büyüktü. Yapmak eyleminden gelen “magic” yani bir anlamda yaratma ve değiştirme yetisi sadece Allah’a mahsustu.
Sartre ise insanı duygulu bir yaratık olmasından dolayı “büyücü” olarak nitelendiriyor. Duygular sihirli; çünkü sübjektif olarak dünyayı ve içindeki her şeyi objektif olarak dokunmadan değiştirmeye kadirler. Duygu, bilinç yoğunluğu azalmasıyla yarattığı yeni bakış açısıyla dünyayı kişinin gözlerinde değiştiriyor. Mesela “kızgınlık” sanki o an için tüm dünyamızı kırmızıya boyuyor… Ancak, bence Sartre bu değişimin sübjektif olarak tanımlarken aslında “kızgınlık”, “kıskançlık”, ”acıma”, “bencillik”, ”aşk” gibi tüm duyguların bulaşıcı olduğunu göz ardı ediyor. Çünkü biz çevremize duygularımızı yansıtarak kendi iç dünyamızı yaşatıp tümden bir değişim yapabiliyoruz. Duygunun iletişimselliğiyle organizma ve çevre arasında bir bağ kurmak ve paylaşımla herkesin fark edebileceği objektif bir yaratım oluşturmak mümkün… Tabii bu yaratım her zaman iyi yönde olmayabilir; çünkü biz tasavvufi manada bütün olamadığız için kusurlu varlıklarız. (öfkenin paylaşımı:savaş)
Duygularımızın bizi büyücü kıldığı birçok örnekle her gün karşılaşıyoruz. Birçoklarına göre bir rastlantı olarak kabul edilen ve birçok kültürlerde ne akla hizmetse sözü geçen “nazar” en basit büyü tanımının içine giriyor ve duyguların gücünü ortaya koyuyor. Şifasal büyüye örnek bir olay ise hasta olan iki ayrı grupta bir tarafa sadece ilaç verilip diğer tarafa ilaç verildiği kanaati aşılanması (plasebo etkisi) ve sonuçta iki tarafın da şaşırtıcı bir şekilde iyileşmiş olmasıdır. İlaç verilmeyen taraf iyi olacağı yönündeki pozitif duyguların yardımıyla kendi kendisini iyileştirmiştir ve dolayısıyla bir mucize yaratmıştır çünkü bilimsel ve akılcı yolun sebep(ilaç)-sonuç(iyileşme) ilişkisini hiçe saymıştır. Ancak tüm duygular sihirli olabilmek için organizmadan büyük bir motivasyon talep etmekteler. Belki de annelerimiz bundan dolayı eğer gerçekten içten dua edersen dileklerin kabul olur demektedirler. Bu motivasyonu sağlamak için, yer ve konum gibi kısıtlayıcılardan kurtulup bilinçsizliğe ulaşmak için ise vücut bir enstrüman olarak kullanılmaktadır. Yogada, astrolojide, simyada vücudun her bir parçası evrenin bir hücresi olarak algılanıyor ve kişiden kendi benliğinden kurtulup “biz”e varması amaçlanıyor. Böylece herhangi bir parçada olan güç veya hareket diğerlerine iletilebiliyor.
Eksilen veya çoğalan, gelen ve giden, yok olan ve yaratılan varlıklar hep büyünün kapsamı alanına girmiştir. Öyleyse büyünün sırrını tüm varlıkların birbiriyle ilişkili ve tümün içinde karmakarışık durmasına yormak isabetli olabilir. Geçmiş büyücüler ise bence hep çevrelerine ayrıcalıklı oldukları yalanını söylediler. Oysa evrenin herhangi bir parçası diğerlerine ulaşmak bakımından hiç bir zaman öncelikli değildi.