Yazan: Sezai Ozan Zeybek
Murat Belge’nin ‘Sonradan Yetişmenin Psikolojisi’ isimli söyleşisine gittim. Bütün anlattıklarını detaylı bir şekilde tekrar etmeyeceğim. Anahatlarıyla; Avrupa’da yaşanan modernizasyon sürecinin dünyanın geri kalanında bir yetişme psikozu yarattığını, geriden gelmenin çeşitli avantajları ve dezavantajları olduğunu, mesela ucuzlamış ileri teknolojiyi gelişim evrelerini atlayarak doğrudan ithal etme imkanının mümkün olduğunu; ancak bu esnada mesela ’80 Sonrası Kültürü’ diyebileceğimiz bir tuhaflıkla karşı karşıya kaldığımızı anlattı Murat Belge. Buna ‘sıçrama efekti’ ismini verdi. Belli dönemleri atlayarak ‘uyanıklık’ yapılamayacağından, aralar ‘boş’ olduğu için modernizasyona uyum gösterme konusunda zorluklar yaşadığımızdan bahsetti. Örnek olarak gençleri verdi. 80’den sonra gençleri anlamanın zorlaştığından, gençlerin bir tüketim toplumuna doğduklarından, kuşaklar arasında daha önceye oranla daha fazla bir kopukluk olduğundan yakındı. Bunu da Türkiye’nin “literate” olmadan, yani okuma dönemini atlayarak, “audiovisual” (kendi kelimeleri) olmasına bağladı.
Murat Belge’nin okuryazarlıktan (literacy) kastı basitçe okuyabilmek ve yazabilmek değil; kitap okumak, kitap okuma kültürüne sahip olmak. Audiovisual ise kısaca televizyon veya internet. Murat Belge’ye göre Türkler, bilhassa gençlik, Batı’dan farklı olarak kitap okuma kültürünü geliştiremeden televizyona geçtiğinden ortaya bir ‘bayağılık’ çıkıyor. Tüketen, sadece tüketen bir toplum hasıl oluyor. Son olarak, gidilen yolun yol olmadığını söyleyerek konuşmasını bitirdi Murat Belge.
Hemen her televizyon programında duyabileceğimiz bir değerlendirme yeniden dillendiriliyordu. Tabi sorun bu değerlendirmenin çok tekrarlanması değil; arada bazı kelimelerde görünür olan kabuller, varsayımlar, hakikatler, doğrular… Murat Belge’nin dili doğrudan kalkınmacılık söyleminin içinden konuşuyor, belli anlamlar, belli kavramlar, belli hiyerarşiler kuruyor, denetliyor ve yönetiyor; (Nietzsche’yi anarak) bir hapishane kuruyor. ‘Geri kalmış’ diye nitelendirilen toplumların yaşadığı bazı dönemleri (bu durumda Türkiye’nin 70 yılını) bir ‘boşluk’ olarak imliyor; sadece ileri-geri gidilebilen bir yol haritası çiziyor, ‘sıçramak’tan, ‘düşmek’ten, ‘bayağılık’tan, doğru/düzgün kalkınamamaktan yakınıyor. Bu esnada, kalkınmanın ‘hakiki’ bir örneğini, Batı’yı (ama hangi Batı?); buna mukabil onun ucube taklitçilerini (Türkiye; ama gene hangi Türkiye?) anlatıyor.
Okumaya devam et
Ne kadar kolay unutuyoruz… Bugünü, şu anı, tarihselliğinden ve dünyasallığından koparıp nasıl da ebedi ve ezeli zorunlu tek gerçeklikmiş gibi yaşıyoruz. Her şeyin bu denli hızlı değiştiği ve unutulduğu bir çağda geçmişi, yaralarımızı, acılarımızı ve pişmanlıklarımızı nasıl da bastırıyor, saklıyor, hiç yaşanmamış, hiç olmamış, bizi hiç ‘bozmamış’ gibi yolumuza devam ediyoruz… Belki böylesi daha kolay geliyor da ondan.
Benim için siborg mefhumu dişiydi ve karmaşık yönlerden bir kadındı. O bir direniş eylemiydi, hoş ve açık sözlüsünden bir muhalif hareketti. Siborg, tabii ki, bir askeri projenin, dünya dışı uzay adamı projesinin bir parçasıydı. Ama o aynı zamanda erkek-tanımlı bilimkurgu dışındaki bilimkurgusal bir figürdü. Sonra popüler kültürde ve tıp kültürünün bazı türlerinde de siborgun kadın olduğu başka bir boyut vardı. Burada siborglar, hasta olarak ya da ‘fem-bot’ –demir bakire, robotlaşmış makine, pornografik dişi- gibi karşımıza çıkıyorlardı. Ama bir bütün olarak siborg figürü bana potansiyel olarak bunlardan daha ilginç görünüyordu. Daha çok, adil bir biçimde açık sözlü, politik ve sembolik bir teknobilimsel proje gibi gözüken bir alanın teslim alınması eylemi gibiydi.