Aktaran: Erdinç Yücel
Yunanistan’daki isyana katılan Türkiyeli bir anarşistin notlarıdır…
‘Neden Yunanistan?’ sorusunun yanıtını vermek gerekiyor önce. Beraberinde bir dizi kültürel ve tarihsel veriyi sıralamaya başlamalı. Kültürel verilerin başına coğrafyayı yerleştirip yerleştirmemekte kararsızım ama bereketli Akdeniz kuşağına has bir durumdan bahsettiğimiz ortada. Bütün Akdeniz değil de şarap içilen tarafı sadece. Olaya asıl kültürel tat katan da bu kısmı bence. Çünkü şarabın hürriyeti, hayalgücünün hürriyetidir. Şarabın meşruiyeti, köleci disipline sürekli çelme takar. Deviremez, o ayrı konu. Ama Papadopulos Cuntası nasıl çıkıverdi o zaman? Coğrafyayla açıklamaya kalkarsanız, işte bu soruda çuvallarsınız. Garibim şarapsa, en azından Mısır’daki isyanlar sayesinde sanık sandalyesinden kaldırılabilir.
Yapılacak tarihsel gözlemlerin, bu coğrafyanın İsa’dan 5 yy önceki toplumsal koşullarına kadar uzanması gerekiyor. M.Ö. 444-370 yıllarında yaşayan Andisthenis’e göre toplumun yaşamında ne hükümet, ne özel mülkiyet, ne evlilik ne de din olmalıdır. Öğrencisi ‘dünya vatandaşı’ Diyojen, ‘parayı yokedin!’ çağrısını tekrarlar sürekli. Zenon, devletin ilk sistematik eleştirisini o zamanlar ortaya koymuştur. Atina Demokrasisi köleciydi fakat, daha o zamanlarda Kinikler ve Stoacılar, her insanın eşit olduğu, hükümetin mülkiyetin ve hatta ailenin varolmadığı toplumsal alternatifleri savunuyorlardı. Platon’un ‘erdem devleti’ ve Aristo’nun ‘yasa’sı, duyulmalarının üzerinden bir asır geçmeden, güçlü eleştirilerle karşılaştılar. Kinikler için ‘doğa’, ‘yasa’dan da güçlüydü.
Ama bütün bunlar 2008 yılında bir isyanın gerekçeleri olarak sıralanabilir mi? Sinoplu Diyojen’in kitapları satış patlaması mı yaşadı? Hayır.
Bizim Gümülcineli Feyzullah’a ”bak göreceksin; dünya devrimi olacak” dedirtebilen neydi gerçekten? Sıradan vatandaşa polisin varlığını sorgulamaya yetecek kadar hayalgücü veren neydi? Bu isyanın tarihsel kökleri var mıydı? Antigone hortlamış mıydı? İnsanlar iş mi istiyorlardı? İçişleri Bakanı’nın istifasını mı? Sahi, PASOK hükümeti devralmak için isteğini niye yitirdi? Bunun cevabı basit olsa gerek; hangi parti olursa olsun, gelecek olanı da kısa sürede hükümetten düşürebilecek bir hareket vardı. Büyük kalabalıklar, ilk defa bir düzen partisinin değil, kara bayrağın çevresinde arıyorlardı yönlerini. Yoksa televizyonun ev hanımlarını hedefleyen programında zıplayıp duran kokananın söyledikleri doğru kabul edilebilirdi; ”Böyle olacağı belliydi! 2 yıldır hergün eylemler, saldırılar, yürüyüşler oluyor! Ülkemiz üzerinde büyük oyunlar tezgahlanıyor.”
Başkaldırı bir bulut gibi konaklayıp gitti mi göklerimizden? Artık herşey eskisi gibi mi? Aleksi’nin öldürülüşünün birinci ayına girerken hala polisle çatıştığımız için olan biteni yeterince göremiyor olabilirim. Sahiden, bu ‘iktidar boşluğu’, ‘tolerasyon’ dedikleri kontrol dışı alan mı yoksa gerçekçi piyasa ilişkileri tarafından isyana tanınmış kapışma sahası mı? Başka zamanlarda 2-3 kişi yasaları çiğnerken, bir zaman gelirki takip ve kontrol aygıtlarını kilitleyecek kadar çoğalırlar. Sadece, bu aşamaya vardıklarında isyan olarak anılmayı hakederler. Sadece kendi potansiyelini bilen bir isyan başarılı olabilir. Bu da kararlı bir akıl gerektirir. Yani böylesi günlerde neler yapması gerektiğini uzun uzun düşünüp tasarlamış ve geri adım atmamak için çok şeyi göze alabilecek insanların varlığıdır aslolan. Danton’un sözünü ettiği ‘cüret’in insanları birbirlerini barikatlardan tanıdıkları için, devlet güçlerini paranoyaya sokarak kontrolü felç edebilirler. Güçlerin tartışılmaz dengesizliğine karşın bu tolerasyon değil, gerçek bir çatışmadır. ‘Gaz bombaları bitmiştir ama devletin cephanelikleri boşalmamıştır’ gibi itirazlara karşın, oyun kilitlenmiş, devlet geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Piyasa sisteminin tıkır tıkır işlemesini engellediğimiz zaman sayın banka sahipleri bize darılmasınlar. Onlar, para denilen mermileriyle, toplumsal adaletsizlik silahıyla ateş ediyorlar sürekli. Sefaletle öldürüyorlar bizi. Şehir düştüğünde gırtlaklarını kesmeyeceğimize dua etsinler. Onlar kadar şiddet düşkünü olsaydık, böyle yapmamız gerekirdi. Bankaları kesinlikle kapatacağız. Gerekirse her gece yakarak. Özgür topraklar yaratmak zorundayız. Beton zindanlarımızda boğuluyoruz. Toprakla birlikte biz de özgürleşmek zorundayız. Bunun için rant sermayesinin beynine darbe vuracağız. Paranın etkinliği, yerini kullanım hakkının etkinliğine terkedecek. Kara bayrağın dalgalandığı her yerde. Artı-değer üretimi, özgür zaman yaratan bir şenlikli çalışmaya terkedecek yerini. Bütün bir ekolojik çöküntünün önüne geçebilmek için neler yapmamız gerektiğini konuşacağız. Chiapas otonomlarından, Brezilya’nın toprak işgallerinden Arjantin’in fabrika işgallerinden, işgal komünlerine ve Aralık İsyanı’na dek birçok deneyim olacak hafızamızda.
Bir dahaki isyanda, dünyanın her yerinde olacağız. (Dünyanın bütün kapitalistleri! Yol yakınken kendinize bir iş bakın.)
İsyana asıl başkalık veren şenlikli yaşamdır, ‘kurtarılmış alan’ları yeniden kurmadıkça, isyanla anarşistler arasında bir bağ olmadığını iddia etmek mümkündür. Sol ve sağ, bilinen gerekçelerle bu bağı ve alevlerin ardındaki yeni yaşamı görmekten kaçındılar. Sonunu görmek kimin hoşuna gidebilir ki? Biz alevlerin ardında yeşerenin güzelliğinden haberdar olduğumuz için, gidişatın hayırlı olduğunu söylemek zorundayız. Öfkenin külünde, fırsat buldukça çiçek yetiştiriyoruz. Üniversite ve lise işgallerinin belediye ve sendika işgallerine dönüşmesinin nedeni açık; halkın örgütlerini geri almak, doğrudan demokrasi alanları olarak tutmak, bize gücümüzün sınırlarını gösterecek turnusol kağıdıydı. Silahlı devlet güçlerine karşı daha ne kadar süre elde tutabilir ve daha önemlisi, nasıl işleyen bir yapı kazandırabilirdik, bu soruların cevabını aldık. İsyanın güzel tarafı burda zaten; yenilmek diye bir şey yok. Denemek diye bir şey var. Bir isyanla devrim arasında ne gibi ilişkiler bulunduğuna dair dersler veren bu deneyimlerin dışında, Yunanistan’da toplum ve devlet arasındaki ilişkilerin sanılandan da gergin olduğunu öğrendik. Ekonomik krizin bütün bu olanlarda etkisinin olmadığını iddia etmek mümkün değil. Ama bu sebebi öne sürüp olayı anlamak yeterli değil. Ekonomik kriz zaten vardı ve sokakta yürüme fırsatı vermeyen polisler de yeni birşey değildi. Yeni olan, bizim naçizane propagandamızın uzağında birçok insanın da aynı hedef bilincine ve eylem kararlılığına sahip olduğunu görmekti. Yeni nesil zehir gibi hırçın olduğunu hepimizden saklamıştı. Gözlerinin içine yeniden baktık; korkunun tiranlığına tahammülleri yoktu. Gelecek adına umutlandık.
Anlamak için gerilere bakmak gerekiyor. Onların babalarına ve annelerine.
Sanırım konuya en uygun tarihsel giriş noktasını, 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki toplumsal durumun fotoğrafını çekerek yakalayacağız. Faşizm, bütün Avrupa’da olduğu gibi Yunanistan’da da toplumu yardı. İlk tokadı da o zaman yedi. Ve faşizmin yenilgisi sonrası, can pahasına Komunist Parti’yle partizan savaşı yürüten halkın hayal kırıklığı da açığa çıktı. Yalta Pastası’nda Yunanistan dilimi İngilizlere sunuldu. Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun efsanevi lideri Aris Beluhiyotis’in KP tarafından yüzüstü bırakılması (hatta bir iddiaya göre öldürülmesi) ve ülkenin İngiltere’ye teslimi, değişik politik arayışların meşruiyeti ve gelişmesi için yeterince ikna edici bir ihanetti. Bedelleri cuntanın sonuna dek ödendi. ‘Aile, vatan, din!’ sloganı, Yunan toplumunun temel hassasiyetleriyle cuntanın buluştuğu noktaydı.
Fakat Yunanistan’ın Türkiye’ye hiç benzemeyen anıları da var. 1973 yılında gerçekleşen Politeknik Direnişi sırasında da KP, çok sevdiği Stalin’i kıskandıracak kadar gerici olduğunu gösterdi. İlk günler direnişi ‘provokasyon’ olarak mimleyen KP, 3. gününde, ortaya çıkmanın daha karlı olacağına karar verdi. Ve ‘provokasyon’u sahiplendiler. Aynı ‘provokasyon’, cuntanın gidişini simgeledi. Ve her yıl 17 Kasım’da, Yunanistan’ın en büyük yürüyüşleri gerçekleştiriliyor. Anarşistlerin asıl antremanları arasına son on yılın 17 Kasım yürüyüşlerini de eklemeliyiz.
68’den isyancı anarşistlere
1980’lerden sonra Avrupa gençliğinin kurduğu alternatif toplumsal hareketler de konumuzla yakından ilgili. Bu hareketler üzerinde iki belirgin etki gözleniyordu. Özellikle Almanya’da nükleer karşıtı hareket gelişirken, İtalya’da eğilim daha farklı bir yönde derinleşti. Otonom kültürün güçlü olduğu bu topraklarda, geçmişin donuk ideolojik ikonlarını punk etkileşimlerle kıran, işgalevlerinde yeni bir yaşamın sınırlarını ölçen yeni bir anarşist çevrenin adı duyuluyordu. İtalya’nın 300 ayrı noktasında aynı anda elektrik trafolarını sabote etmeleriyle, bazı soygun eylemleriyle polisin de peşine düştüğü bu çevreyle birlikte isyancı anarşistlerin isimlerini duyuyoruz.
Benzer özellikler taşıyan Devrimci Hücreler de Almanya’da 1991 yılına kadar (nükleer karşıtı ve anti-emperyalist hareketle de paralel giden) etkili mülkiyet karşıtı eylemler düzenlemişlerdi. Berlin’deki işgal deneyimlerinden sonra Atina, Milano ve Barselona başta olmak üzere birçok şehirde geçmişteki anarşist kültürden önemli farklılıklar taşıyan, sokağın meşru radikalizmi çerçevesinde yeni mücadele alanları açan genç bir hareket doğdu. İtalyan Anarşist Federasyonu ve CNT gibi anarkosendikalistler, devleti direk bir hedef olarak, yani hukuken karşısına alan ve bunu pratiğin teorisi olarak kuran bu genç dalga karşısında bilinen sendika bürokrasisi tavrının başka bir örneğini sergilediler. Statükoyla içiçe geçmiş yaşamları, politik ve sosyal konsensüslerin ortasına bombalar düştüğünde, parlamenter burjuva demokrasisinin söylemini paylaşmaya götürdü onları. Oysa ki onlar da toplumsal savaşımın şiddetlendiği günlerde (hem de bazen düzenli ordularda) silahlanmışlar ve toplumsal adalet için özgür alanlar yaratmaya soyunmuşlardı. Değişik kolektiflerin biraraya gelerek kurduğu İnformal Anarşist Federasyon, Akdeniz Avrupası’ndaki isyancı anarşistlerin geleneksel deneyimlerden aldığı feyzi, yeni tekniklerle ve şiirsel bildirilerle estetikleştiren bir anarşist gerillalar kuşağıydı. Avrupa’nın sahiplerine gönderdikleri bombalı mektuplarla adları duyuldu. Ama bir postacının bu yüzden yaralanması sonrası bu yöntemden vazgeçtiler. Dünyayı ölüme mahkum eden efendilere kendi ölümleri olasılığını hatırlatırken, öngöremedikleri bir şiddete yol açtıkları için bu yöntemden vazgeçmelerini sağlayacak kadar elastike bir ilişkileri vardı kullandıkları araçlarla.
Bugün Akdeniz’in birçok zindanında, devletin esir aldığı isyancılar var. 2005 yılında isyancılara karşı uluslararası bir operasyon (Cervantes) düzenlenmiş, işgalevleri basılmış ve deyim yerindeyse hareket yokedilmeye çalışılmıştı.
Bu dalganın içinde sadece Ateş Sanatları Kolektifi yoktur. Radikal yöntemler arayışında olan, tutsaklarla dayanışmayı amaçlayan birçok anarşist, harekete asıl rengini veren sokağı esas almıştır. Aynı hareket, birçok Avrupa ülkesinde devletten kurtarılmış anlar ve sokaklar yaratabilmek için polisle çatışmış, bankaları yakmış, kameraları kırmış, kısacası, şiddet kavramıyla (mümkün olan en uzak mesafeden) dansetmeyi tercih etmiştir. Manastırlardan gelen ‘mutlak teslimiyet’ çağrılarına yüz çevirip, devletin yasalarınca çizilen sınırları kırmaya dönük bir cüret sergilemiş ve bunu savunmuşlardır. Üzerimizde sürekli esen terörden kurtarılacak bir an için bile alınan riske değer.
Gecenin Çocukları, Kudurmuş Anarşistler ve Ateş Çemberi gibi gruplar gerillacılık kategorisine sokulacak eylemler düzenlediler yıllarca. Ama isyancılar, bu sefer vurkaç eylemlerinden çok bir sokak hareketi olarak Yunanistan’da yeni deneyimler yaşadılar.Asıl önemlisi, anarşizmin bir biçimine diğerlerinden daha fazla ilgi duyabilen birçok insanın da isyancıların meşruiyetini savunan bağımsız yürüyüşler düzenlemeye başlamasıydı ki, bu sayede küçük ve geçici barikatlarla isyan provaları arasında giden birçok tarih var hatırlayabileceğimiz. Sadece Selanik 2003 ve ASF 2006 değil, 19 Mayıs 2005’te faşistlerin Lelas Karayanni işgalevine saldırısının protestosunda ve Üniversitelerin özerkliğini kaldırmayı hedefleyen Yasa Tasarısı’na karşı eylemlerde de olanlar birer isyan provası niteliğindeydi.
Eylemler genellikle İndymedia’da da çağrıları yayınlanan genel toplantılarda tartışılarak biçimlendiriliyor. Elbette, güvenlik gerekçesiyle kulaktan kulağa duyurulan ve afişlerle çağrısı yapılmayan eylemler de var. Afgan mültecilere işkence yapılan Ağya Pandeleimona karakolu yakınlarında 200 kadar maskeli anarşistin 1 dakika içinde toplanarak 10 dakika içinde karakolu dağıttığı ve yine birkaç dakikada dağıldığı taşlı saldırı, istersek ne kadar disiplinli olabileceğimizi gösteriyordu. Ama sadece biz istersek. Aynı tarzda taşlı ve boyalı eylemler genel grev günü Çalışma Bakanlığı’na ve işçi öğüten Titan Çimento Fabrikaları’nın merkezine de düzenlendi. 10-20 kişilik grupların karakollara düzenlediği molotoflu gece saldırıları Aralık İsyanı’ndan önce de defalarca gerçekleşmiş bir şeydi.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, isyancı anarşistler ifadesi, bir teorik çerçeveyi ve bir grubu tanımlamıyor. Bireyler ve gruplar, genel toplantılarda oylama gibi yöntemlere değil, sağduyuyla hemfikir olmaya önem veriyorlar. Genel toplantılarda birbirlerine ‘yoldaş’ diye hitabeden bileşenlerin tikel etkinlikleri de paylaşılıyor. Bu grupların farklı söylemlere sahip olmaları, birlikte iş yapabilmelerine engel olmuyor. Zaten her genel toplantı çağrısı, sırf genel toplantı olsun diye değil, mevcut bir gündem üzerinden yapılıyor. Bu durumda, hiç kimse ‘bir şey yapılmaması’ önerisiyle gelmiyor toplantıya. ‘Nasıl’lar tartışılıyor. Olanaklar ve öneriler paralel bir seyir izliyorlar. Söylem ve eylem arasındaki ilişkiyi esnek bir çokkatmanlılık içinde kuran birey ve otonomların, açık davetlerle düzenlenen genel toplantılarda biçimlenen ortak eylemlerinin arkasında bu toplumsal dayanışma kültürü var. Birkaç milyon insanın yaşadığı bir şehirde 300 kişinin katıldığı bir toplantı da verimli sonuçlar verebilir. Ama aslolan, bu kalabalığı biraraya getiren irili ufaklı kolektiflerin etkin olabilmesi sanırım.
68 isyanının anılarının tutulduğu bir hafızadan sözedebiliriz. Bu hafıza, gençlik hareketinin çeşitli politik figürlerince bugüne taşınıyor. Dolayısıyla bir geçiş durumu var ortada. Yine de geçişin kopuşa dönüştüğü bariz bir an da var. 08 (ya da Aralık) İsyanı, bizi ‘isyan’ sözcüğünü yeniden büyük harfle yazmaya zorladı. Yukarıdaki tarihle o kopuş anı arasında bir ilişki olmadığını iddia etmek saçmalık olacaktır. Fakat artık hem aynı şeydir hem de başka bir şey. An kavramından ışık hızını anlayan bir kuşak açısından, 68 de arkeolojik bir konudur artık. Adorno, sadece bazı kitaplardaki imza değil, üniversiteyi işgal eden öğrencilerin üzerine polisi salma kararı veren adamdır. Onu da diğer her şeyle beraber tarihe havale edip, mitolojik gizemin tadını çıkaran bu isyanının aktörleri ne sınıf mücadelesi kavramına yabancıydılar ne de göçmenlerin köleliğine. Ne cezaevi isyanlarına uzaktılar ne de öğrenci hareketine. Şehrin merkezinde neredeyse haftada birkaç kez yürüyüşler düzenliyor ya da başka yürüyüşlere katılıyorlardı. Polis güçleriyle yeterince antreman yapmışlardı ve hareketli olarak mekan tutmayı, strateji oyunlarını neredeyse Filistinliler kadar iyi biliyorlardı.
İçlerinde AEK ya da Asteras tribününe takılanlar da az değildi elbette. Toplumsal cinsiyet dilinden genel olarak da koptukları iddia edilemez. ‘Aynasızlar amcıklar! Çocuk öldürüyorsunuz!’ sloganı örneğinde görüldüğü gibi. ‘Faşistler, darağaçları geliyor!’ gibi EAM (Ulusal Kurtuluş Ordusu) dönemine gönderme yapan sloganlardaki daarağacı sözcüğü, benim tüylerimi diken diken etse de sözkonusu nesnenin tarihsel anlamlarındaki farklılığı unutmamaya çalışıyorum. ‘Çingene’ sözcüğünü olumsuz bir tabir olarak kullandıkları da oluyor. Yani cinsiyetçilik ve ırkçılıkla ilgili bir dil temizliği yaşamış olduklarını iddia etmek kolay değil. Bu sözcükleri dilinizde tuttuğunuz sürece Alman anarşistleriyle konuşabilmeniz çok zordur. Dilde hassas olunan kavramların hayatı, yani davranışı dolaysız olarak değiştirebileceği gibi bir indirgemeden uzak durulduğu sürece, birbirimizin diline biber sürmeyi sürdürelim. Ortadan kaldırmak istediğimiz bir sözcük değil; onun gösterdiği ilişki biçimi ise eğer, Avrupa’nın kabul yetkisini de ırkçılık kavramıyla birlikte ortadan kaldıralım. Ve şu dil meselesinden yeni bir otorite üretmeyelim. Bizim ona sadece yaşamak için ihtiyacımız var.
ASOEE İşgaline ilk yetişen Avrupalıların (burası Avrupa’ya dahil değil bence; biz Bizanslıyız!) Fransızlar olduğunu hatırlıyorum. Bu bana Marks’ın ‘Fransızca konuşma ve Almanca konuşma’ dediği şeyi hatırlatıyor. Ya da yukarıda sözünü ettiğimiz Akdeniz Avrupa’sı ile Kuzey Avrupa’nın farkını.
Tarih karşısında soğukkanlı olmak gerek. Elbetteki 68’den kırk yıl sonra gerçekleşen isyanın bazı farklılıkları olacak.
Aleksandros ilk polis kurbanı değildi. Hemen öncesinde bir Pakistanlı ve hemen sonrasında bir Bangladeşli, Atina Yabancılar Polisi’nin dibinde, aynı yerde ölü bulundular. Argos’ta (kaç kişi olduğunu bilmiyorum ama nasıl öldürülmüş olabileceklerini tahmin ediyorum) ölü bulunan göçmen işçiler var. Ama isyandan sonra AİHM’in verdiği cezaya gerekçe olan 17 yaşında başka bir gencin 2002’de Selanik’te öldürülmesi de var aynı listede. (1) ABD-Oakland’da polis tarafından nasıl infaz edildiği cep telefonu kamerasıyla kaydedilen başka bir gencin cenazesinde yine polis otoları yakılınca, Yunanistan’a özgü olmayan bir durumun sözkonusu olduğu yeniden teyid edilmiş oldu. Polis cinayetleri sessizliğin kuyularında boğulmayacak artık. Hiçbir şey başaramasak bile, bu cinayetleri cezasız bırakmamayı başaracağız bu isyanla. Ceza, hükümetin değil devletin istifası olarak kesiliyor sokağın mahkemesinde.
Hedef tahtasında işgaller
Polis, uğradığı silahlı saldırıdan sonra yaptığı açıklamada, aslında Eksarhia-Gizi-Abelokipi üçgeni diye birşeyin olduğunu söylüyor. Doğrusu, bütün Yunanistan ve Avrupa diye birşey var. Ortaokuldan itibaren isyanı öğrenen ve eline geçirdiğini polise fırlatan bir kuşak var. Birkaç kalaşnikof kovanının arkasına saklanamayacak bir gerçek var. Polis en son bunu keşfedecek. Şimdi yapmak istediği ise çok açık; sözünü ettiği 1 km karelik bölgede yaşayan anarşistleri, yani bizleri zindanlarına tıkmanın senaryolarını yazıyorlar. Bu açık hedef gösterme dolayısıyla, yarın geç olabileceği için size bu bölgeyi biraz anlatayım. Abelokipi’deki Atina Emniyet Müdürlüğü’nün devasa binası dibinde, yıkıldı yıkılacak, 80 yılın çilelerinden, duvarlarındaki Nazi kurşunlarının deliklerinden yorgun 3’er katlı Prosfigika blokları uzanır. İstanbul ve İzmirli rum mülteciler tarafından inşa edilen bu eski binalar, 6 yıldır anarşist işgalciler tarafından yaşanılır hale getirilip, bir barınma noktası olarak değerlendirilmektedir. Şehrin merkezinde yoksulların tek kalesi olduğundan büyük müteahhitlerin ağzını sulandıran bu evlerde mülteci ve göçmen işgalciler de yaşamaktadır. Sadece polisin dibinde olduğundan değil, aynı zamanda bu renklilikten dolayı, steki olarak anılan ve sadece anarşistlerin yaşadığı işgalevlerinden farklılıklar gösterir. Ama çatılarından Filistin bayrağı, balkonlarından kara bayrak açılmıştır zaman zaman. Sadece Yunanistan’ın değil, Avrupa’nın en önemli işgal deneyimlerinden biri olan bu evler, hedef gösterilen noktalardan biridir. Abelokipi ve Gizi arasında bulunmaktadır. Burasının (yakın civardaki stekilerle birlikte) hedef gösterilmesinin temel sebebi, sakinlerinin dikkate değer bir kısmının yıllarca anarşist hareketi desteklediği gerçeğidir. Bu işgalevlerinde, mülkiyetsiz, otoritesiz, anti-raşist ve anti-seksist bir gündelik yaşamın nüveleri yaratılmakta, toplumsal dayanışma bilinci, kapitalist çıkar yasasına dur demektedir. Polisin elinde başka bir veri olsa, ortada 2 silah olduğuna göre en fazla 2 ev basıp olayı aydınlatırdı. Koca mahallenin hedef alınmasının sebebi; varlığı yokluğu belirsiz bir örgüt öne sürülerek faturanın sosyal mücadelecilere kesilmesi çabasıdır. Son iki eylem, sokak hareketine nasıl yansıyacağına bakılarak anlaşılabilir. Polis, Aleksi’yi öldürdükten sonra da birçok yürüyüşte silah çekip kurşun sıktı. Buna çok sinirlenen birkaç Giritli genç de bu eylemleri yapmış olabilir, bildirilerinde sol ve antiotoriterler arasında duran bir tablo çizen ve 17 Kasım’la süreklilik içinde olduğu iddia edilen Devrimci Mücadele adlı profesyonel gerilla grubu da. Biz anarşistler, profesyonelliklere sıcak gözle bakmadığımızdan başka yöntemlere başvururuz fakat bu grubun da seçtiği eylem hedeflerinde ve gerekçelerinde sosyal adalet kavramını esas aldığını heralde inkar edemeyiz. Son iki eylemle (eğer onlar tarafından yapıldıysa) çok ciddi bir zamanlama ve özellikle yer hatası yaptıklarını da teslim etmek gerekir.
Şenlik isyanın kardeşidir!
11 Ocak pazar akşamı Eksarhia Meydanı’na uğrayanlar, burasının isyanın odak noktası olduğunu anlamakta zorlanabilirdi. Giritli Hainides grubunun liri eşliğinde ateşin etrafında danseden insanlar, meydanın kenarlarına kurulmuş açık mutfakta sardalya yiyor, sebze çorbası ya da şarap içiyorlardı. Herkes ağız dolusu gülüyordu. Birbirlerini gaza boğulmuş sokaklardan tanıyan insanlar, soğuğa rağmen geceye dek meydandan ayrılmadılar. Çevikler etrafta görünüp bütün bu güzel atmosferin içine edebilirlerdi elbette ama neyse ki ortalığa çıkmadılar.
Dipnot:
1- Celalettin Cerrah, şöyle dedi: “Polis bir fiske vurunca işkence oluyor. Bu durumdan dolayı cezaevlerinde yatan birçok polis var. Polis olarak işkence ve kötü muameleye karşıyız. Ancak polisin de hakkını aramak zorundayız. Gözü morardı yüzü çizildi diye, bunlara işkence denilmesi durumunda polis görev yapamaz hale gelir. Devletin polisinden korku olmaz ise polis görev yapamaz hale gelecektir.” Adam harbiden estetik cerrahı! Korkutarak hükmettiklerini itiraf ediyor. Onun isyan günlerinde Atina Emniyet Müdürü olmasını ne çok isterdim. Heralde böyle bir itirafın ardından dara çekilirdi. Bu fikirlerinin bedelini ödemeye hazır mı, İstanbul İsyanı’nda görürüz artık…
Aşağıdaki metin, isyan günlerinde dağıtılan bir bildiriden alındı. Metne web’de rastlamadım. Heralde çevirmek bana düşer.
YENİ BİR ENTERNASYONAL İÇİN ÇAĞRI
”Politikacılar ve gazeteciler etrafımızda fır dönüyor ve hareketimiz üzerine başarısız mantıklarını yerleştirmeye çalışıyorlar. Bu mantığa göre; ayaklanıyoruz, çünkü hükümet yolsuzluklara batmış ya da daha fazla iş, para talep ediyoruz.
Bankaları parçalıyorsak, bu, paranın mutsuzluğumuzun temel sebebi olduğunu anlamış olmamızdandır. Vitrinleri parçalıyorsak, hayat pahalılığından değil, konsensüsler bizim bedeli ne olursa olsun ödeyerek yaşamamızı engellediği için. Polis güçlerini vuruyorsak, bunu sadece ölen yoldaşlarımızın intikamı için değil, bu dünyayla bizim arzuladığımız dünya arasında bir engel teşkil ettikleri için yapıyoruz.
Stratejik düşünmenin vakti geldi, bunu biliyoruz. İmparatorluk çağında, biliyoruz ki zafere taşıyacak bir isyanın koşulu, onun en azından Avrupa çapında yayılacak olmasıdır. Son yıllarda gördük ve öğrendik; Liderler Zirvesi, üniversitelilerin eylemleri, Fransa gettolarında isyan, İtalya’daki No-Tav hareketi, Oahaka Komünü, Kopengah’daki Ungdomshuset işgalevinin saldırgan savunması, ABD’de demokratların ulusal kongresine karşı çatışmalar ve liste uzuyor. Felaket içinde doğmuş, her krizin çocuklarıyız; politik, sosyal, ekonomik, ekolojik. Bu dünyanın bir çıkmaz olduğunu biliyoruz. Yıkıntılarına tutunmak için deli olmak gerekir. Özörgütlülük için bilge olmak gerekecek. Parti politikalarının ya da örgütlerinin net reddi, onların da eski dünyanın bir parçası olduğunu açıklıyor. Biz bu toplumun şımarık çocuklarıyız ama ondan hiçbir şey istemiyoruz. Bizi asla bağışlamayacakları en büyük günah bu. Maskelerimizin gerisinde, bizler sizin çocuklarınız.
Ve örgütleniyoruz.
Bu dünyanın metafiziğine, fikirlerine, mantığına düşman olmasaydık, bankalarıyla, süpermarketleriyle, polis karakollarıyla onun maddiyatını mahvetmek için bu kadar çaba ortaya koymazdık.
Medya, geçtiğimiz haftanın eylemlerini nihilizmin ifadesi olarak tarif etti. Onların anlayamayacakları şey, gerçekliğin bütün tacizine ve rahatsız ediciliğine karşın, yeni bir dünyanın temellerini ortaya koyan kendiliğinden ve neşeli örgütlenmenin en yüksek biçimini, paylaşımcı bir topluluğun en yüksek biçimlerinden birini yaşıyor olmamız.”
Bundan sonrasına izninizle ben devam ediyorum. Daha sonra tekrar bu metne döneceğiz.
Hepimiz, ille de gerilla savaşı vermek zorunda değiliz ama düşük yoğunluklu çatışmanın, küresel imparatorluğun egemenlik biçimi olduğunu hepimiz görmek zorundayız. Bunun içinde sigorta şirketlerinin risk yönetimi kavramı da var, Gladyo veya yığınsal ayaklanmaların bastırılması da. Aynı zamanda, mitinglerin etrafındaki polis terörü de aynı kavram çerçevesinde üretiliyor artık. Bu kavramın bizi ilgilendiren taraflarıyla ilgili bundan 3 yıl önce İskeçe Politeknik’teki No Border’da ingilizce, yunanca ve türkçe olarak dağıtılan bir metin ( ‘A painful century is born’), aynı zamanda uluslararası örgütlenme sorununu da önplana çıkarıyordu. Efendilerin uluslararası düzeyde örgütlenmelerinin karşısında sebatla mücadele edebilecek bir anarşist enternasyonale ihtiyacımız var. Bu ortada. Ama bunun nasıl olacağına dair yaratıcı öneriler eksik. Ne gibi yeni gündemler etrafında kurulacağı da. Açık olan şu ki, Aralık İsyanı’ndan çıkarmamız gereken dersler var ve bunlar yeni bir enternasyonal fikrini daha da somutlaştıracaklar.
Metne devam edelim.
”Sadece saf şiddet yarattığı için isyanımızın kendi sınırlarına dayanmış olduğunu söyleyenler çıkabilir. Eğer barikatlar dışında uzun bir hareketin zorunlu ihtiyaçlarının örgütlenmesine girişmemiş olsaydık bu hakikat olabilirdi. Sistematik olarak kamulaştırılan kantinler, yaralılarımızın bakımı için muayenehaneler, gazetelerimizi basacağımız araçlar ve radyomuz eğer o barikatlara eşlik etmeseydi. Devletin ve polisin imparatorluğundan özgürleştirdiğimiz her karış toprağı işgal etmeli, doldurmalı ve harekete hizmet edecek şekilde yeniden biçimlendirmeliyiz. Böylece hareketin gelişimi de durmak bilmez.
Bütün Avrupa’da hükümetler titriyor. Onları asıl korkutan, yerel çarpışmaların biçimi değil, batı gençliğinin bu topluma son vuruşu gerçekleştirmek gibi bir ortak hedefte buluşma olasılığıdır.
Bu çağrı, duyan herkesedir:
Berlin’den Madrit’e, Londra’dan Tarnak’a her şey güçlüydü. Dayanışma, karmaşaya dönmelidir. Hesaplaşma derinlere yayılmalı, komünler ilan edilmelidir.
Bunun sonucunda, durum asla normale dönemesin. Dolayısıyla, bizi birbirimize bağlayan düşüncelerimiz ve pratiklerimiz, aramızdaki gerçek bağlılığa dönüşsün.
Ve hükümetsiz kalalım.
Dünyadaki bütün yoldaşlara devrimci selamlar.”
Son cümlesi; ”bütün tutsaklar! sizi çıkaracağız!” olan imzasız bildiride, isyan günlerinin sihirli değişim gücünün çiçekleri filizleniyor. Evet, biz tabelaların değil yaşamın kendisinin değişeceği o günlere hazırız. Hayalgücümüzü hayatın dokularına işliyoruz. Gerçeğe gözkamaştıran hayallerimizle dokunuyoruz. Gerçeği, gözkamaştıran hayallerimizle dokuyoruz. Fabrikaların yerleşim mahalline ve kültür parklarına dönüşeceği mimari projeler de var elimizde. Yerel tohumları koruyan bir organik tarım ve tabii ki Kyoto’dan daha sert bir ekoloji ve alternatif enerji anlayışı da var. Ama bunları kuşatan piyasanın ve siyasal alanın yetkisizleştirilmesi ve polisin silahsızlandırılması da var. Ve tabi tutsakların çıkarılması da. Yine de bu kalabalık gündemi siyasetçiler ve bürokratlar olmadan (emin olsunlar, daha kolay) hale yola sokabiliriz. Ajanlığını yaptıkları küresel imparatorluğun yerine özgür ve eşit insanlığın federasyonu gelene kadar sürdürmeliyiz isyanı.
Yeni bir Enternasyonal, isyanın ve otonom yaşamın yayılmasında itici güç olacak. İmparatorluğa karşı özgür insanlar federasyonunun bayrağı olacak. Gerçek bir değerler sistemini bu dünyanın harap düşmüş vicdanına boyuneğmeyerek yaşayacağımızdan, umutluyuz. Biz; dini, ulusu, cinsiyeti ve sermayesi, çoğunlukla işi bile olmayanlarız. Bizi disipline eden ve boyuneğmeyi, tecavüz edilmeyi, aşağılanmayı gündelik (ve dolayısıyla olağan) hale getiren iş kavramından ve onun disiplininden nefret eden (ama hayatta kalmak için zaman zaman bu işkenceyi göğüslemeyi sürdüren) lümpenleriz. Aynı şekilde okul disiplinini de gönüllülüğe dayanan ilişkilerle değiştirmeye işgallerle başlıyoruz. Modern ve postmodern toplumsal ilişkileri, doğal insani ilişkilerle değiştirmek bizim için güncelliği artan bir konu.
Peki biz kimiz? İşte, yanıtını vermekten onca kaçındığımız o soru, şu durumda yanıtlanmak zorundadır. Metni kaleme alan yoldaşlar yine de kaçınmışlar. Biz anarşist ve antiotoriterleriz evet. Peki isyanı ve çağımızı tanımlayan bir yerden mi kurulacak Enternasyonal? Yoksa en genel bir buluşma sağlayabilmek için nitelik yüklemekten kaçınacak mıyız yine? Peki bu nasıl olacak? İsyanın prova oyuncuları sadece tek bir çalışmanın etrafında mı toplandılar? Hayır, herkes kendi uğraşıyla varoldu ve bunu daha genel bir seviyede (şehir ve bazen ülke) diğer varoluşlarla harmanladı. Şimdi dünya düzleminde bir öneriden bahsediyoruz. Atina’dan bakınca bu çok da uçuk bir öneri gibi görünmüyor. Vakti gelmiş bir şey sanki.