Ya Borç İçinde Gömül!
Dünyanın en büyük finans merkezi New York’ta Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) eylemlerinde üçüncü haftaya girildi. Eylemciler 2008’den bu yana aşılamayan finansal krizin faturasının çalışanlara, öğrencilere, işten çıkartılanlara, yoksullara yani borçlarına borç katılanlara kesilmesine karşı seslerini yükseltiyorlar. Evet, New York’ta uzun yıllardır rastlanmayan türden bir eylem gerçekleşiyor. New York Borsası’nın da bulunduğu Wall Street’in hemen karşısındaki Zuccotti Parkı’nda kamp kuran yüzlerce eylemci ve onlara internet paylaşım siteleri, bloglar ve forumlar aracılığıyla destek veren yüzbinlerce kişi kapitalizmin daha önceki krizlerinde olduğu gibi bu son krizi de sermayesine sermaye katmak için fırsat olarak değerlendiren finans kurumlarının krizlerin ve yol açtığı gelir adaletsizliğinin baş sorumlusu olarak yargılanmalarını ve mahkum edilmelerini talep ediyorlar. Başlangıçta katılımcılarının sayısı 100-200’ü geçmeyen ve ana-akım medya tarafından çok da önemsenmeyen bu eylem Brooklyn Köprüsü’nün 2.000’e yakın eylemci tarafından işgal edildiği 1 Ekim 2011’deki gösteriden sonra tüm dünyanın ilgi odağı haline geldi. New York polisinin yaşlı genç demeden sivil itaatsizlik eylemi yapan 700’e yakın kişiyi toplu olarak gözaltına alması iktidarın yaşananlar karşısında duyduğu tedirginliğin bir göstergesi olarak değerlendirildi. Şimdi, Occupy (işgal et) eylemleri dünyanın dört bir yanına yayılıyor. 15 Ekim’de dünyanın tüm büyük şehirlerinde küresel bir eylem planlanıyor.
Eylemciler tıpkı televizyonlarının başında haberleri izleyen milyonlarca insan gibi yeni ve çok daha derin bir ekonomik krizin adım adım yaklaşmakta olduğunun farkındalar. Ama bu kez yaşanacakların faturasının zaten borç yükü altında ezilen ve her geçen gün daha da yoksullaşan dünya nüfusunun büyük çoğunluğuna kesilmesine karşı direnmekte kararlılar.
Bugün sadece Wall Street’i İşgal Et eylemine destek verenler değil Dünya Bankası, IMF, Amerika ve Avrupa Merkez Bankaları gibi küresel finans piyasasının başlıca aktörleri de büyük bir krizin yaklaşmakta olduğu konusunda hemfikirler. Kredi derecelendirme kuruluşları hem Amerika’nın hem de birçok Avrupa ülkesinin kredi notunu birer birer düşürüyor. Piyasalar yaklaşan krizi fiyatlandırmaya çoktan başladılar bile. Ekim 2011 itibariyle Amerikan borsası 2009 yılı Eylül ayındaki yani bir buçuk yıl önceki seviyelerine kadar düşmüş durumda. Amerikan dolarının değeri tarihi seviyelere yükseldi. Vadeli Opsiyon Borsaları’nda ise piyasaların çökeceğine oynayan senetler büyük prim yapmaya başladı. Görüldüğü gibi finans sermayenin aktörleri, dev bankalar ve finansal yatırım şirketleri aslında kendilerinin çıkardığı krizi kendi zenginliklerini artırmak için büyük bir fırsata dönüştürmek noktasında tüm hazırlıklarını yapmış durumdalar. Artık mesele, dünya nüfusunun çok büyük çoğunluğunu oluşturan çalışanların, öğrencilerin, işsiz ve yoksulların buna izin verip vermeyeceği. Wall Street’i İşgal Et eylemine destek verenler ekonomik krizin finans sermayenin kârına kâr katması ve halkları daha da yoksullaştırması karşısında insanları sessiz kalmamaya çağırıyor. Çünkü bu kısır döngüye dur demedikçe siyasetçisiyle, polisiyle, devletin tüm kurumlarıyla işbirliği içindeki örgütlü finans sermaye her dört beş yılda bir yeni bir kriz yaratıp bunu dünya nüfusunu daha da yoksullaştırıp baskı altına almak için kullanacak. Durumu daha iyi değerlendirmek için dilerseniz bundan iki yıl öncesine gidelim ve ekonomik krizlerin nasıl bir kısır döngü içinde tekrar tekrar karşımıza çıktığına daha yakından bakalım, hem dünyanın hem de Türkiye’nin 2008 ekonomik krizini nasıl deneyimlediğini ve krizin sonuçlarının dünya ve Türkiye halklarına bedelinin ne olduğunu soruşturalım.
Türkiye Ekonomisinin Hal-i Pür Melali
Çok değil bundan iki yıl önce ‘piyasa uzmanları’ büyük bir ekonomik krizi daha atlatmış olmanın hazzını yaşıyordu. Hızla düşen borsalar iki, iki buçuk yıl boyunca sürekli ve katlanarak yükseldi, dibe vuran ekonomiler rekor oranlarda büyüdü, Türkiye’nin 2008 krizinde bir dönem %14’e varan daralmalar yaşadığı ve dünyanın en hızlı küçülen ekonomisi olduğu bir çabukta unutulurken ülkenin 2011’in ilk döneminde %11 büyüyerek dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olması başbakanın, hükümetin ve yandaşlarının propaganda bombardımanı sayesinde akıllarda kalan tek veri oldu. Tıpkı Nasreddin Hoca’nın meşhur kazan hikayesinde olduğu gibi kazanın öldüğünü bir türlü kabul etmeyenler kazan doğurunca pek memnun olmuşlardı. Ne var ki gerçek rakamlar bize aslında ekonomik büyüklükte ve kişi başına düşen gelirde 2010 yılı sonu itibariyle dönüp dolaşıp gele gele ancak 2008 krizi öncesi seviyelere gelinebildiğini gösteriyor. 2011 başında kriz öncesi seviyeler bir miktar aşılmış olsa da bu büyümenin kalıcı olacağı oldukça kuşkulu. Zaten “bu kez kriz bizi teğet bile geçmeyecek” diyen başbakan Erdoğan dışında neredeyse tüm hükümet üyeleri yaklaşmakta olan büyük krizin kendilerini zor durumda bırakacağından endişe ediyor olsa gerekler ki, olası bir yıkımın sorumluluğunu kendi üzerlerinden atma telaşına kapılmışlar. Ekonomi bakanı Ali Babacan’ın sözlerine kulak verirsek “her ne kadar Türkiye ekonomisi çok sağlam olsa da Avrupa Birliği’nde yaşanacak büyük çaplı bir ekonomik krizin Türkiye’ye ciddi olumsuz etkileri olacak”. Kısacası, bakan Babacan’a göre tıpkı Birinci Dünya Savaşı’ndan beri bizlere öğretildiği gibi “Almanya yenildiği için Türkiye de yenilmiş sayılacak!”
Dilerseniz biz yine de “nedir bu Almanlar’dan çektiğimiz” demeden önce gelin kendi hal-i pür melalimize bir bakalım öncelikle. Kriz neler getirmiş, neler götürmüş? Bitmiş mi yoksa daha yeni mi başlıyor? Bu soruları cevaplandırmaya çalışalım. İlk sorudan yani krizin getirilerinden başlayacak olursak bu krizin tıpkı kapitalizmin önceki krizleri gibi şu son zamanlarda sıklıkla duymaya alıştığımız “krizi fırsata dönüştürenlere” bir hayli getirisi olduğunu görüyoruz. Örneğin hem dünyada hem Türkiye’de bugün 2008 krizi öncesine göre çok daha fazla sayıda dolar milyarderi var. Aynı dönemde hem dünya hem de Türkiye ekonomisinin toplamda neredeyse hiç büyümeyip yerinde saydığını göz önünde bulundurursak krizde kimin kaybettiği de ortaya çıkıyor: Finans veya gayrimenkul piyasalarında parasına para katacak veya ucuzlayan emeği sömürerek kârını artıracak sermaye birikimi olmayan herkes yani dünya nüfusunun %95’ten fazlası bu krizde ellerinde avuçlarında kalan son güvencelerini de yitirdiler. Bugün baktığımızda TUİK’in işsizlik istatistiklerinde yaptığı türlü manipülasyonlara ve bu sayede son üç dört aylık verilere bakılarak üretilen “işsizlik azalıyor” söylemine karşın işsizliğin hem dünya hem de Türkiye’de 2008 krizi öncesine göre çok daha yüksek seviyelerde olduğunu görüyoruz. Yine ekonomik büyümesi büyük oranda tüketime ve özellikle ithalata dayalı tüketime bağlı olarak gerçekleşen Türkiye’nin dış ticaret açığı da bugün yine 2008 krizi öncesi rakamların oldukça üzerinde. Üstelik son aylarda Dolar kurundaki ciddi artışlara rağmen dış ticaret açığının azalmak bir yana daha da artmaya devam etmesi borcunu borçla kapatmaya çalışan pamuk ipliğine bağlı bir ekonomik düzenin çıkışsızlığını gözler önüne seriyor. Bilindiği üzere Türkiye hem dış ticaret açığının kapanması hem de ekonomik büyümesini sürdürmesi konusunda tamamen sıcak para olarak tabir edilen ve yabancı fonların Türkiye’de borsa, devlet tahvilleri ve mevduat biçiminde geçici olarak bulundurduğu sermayeye bağlı. 2008 krizinde Türkiye’nin bir çeyrekte %14 gibi rekor bir küçülme yaşamasının en önemli sebeplerinden biri işte bu sıcak paranın aniden Türkiye’yi terk etmesiydi. 2007 yılında %70’i İstanbul Borsası’nda olmak üzere 100 milyar doları geçen yabancı fonların yarısı yani 50 milyar doları 2008 kriziyle beraber kârlarını, faizlerini alıp Türkiye’den uçup gitti, borsanın çöküşünü Türkiye ekonomisinin bir çeyrekte %14 bir yılda %5 küçülmesi izledi. Kriz sonrası küçülen ve ucuzlayan piyasa yabancı fonların yeniden ilgisine mazhar oldu. Yabancı fonların yeniden giriş yapmasıyla 2011 yazının sonu itibariyle yeniden 100 milyar doları aşan sıcak para tıpkı bir önceki krizde olduğu gibi olası yeni bir krizde Türkiye’yi terk etmenin hazırlığı içinde. Görüldüğü gibi aynı oyun tekrar tekrar oynanıyor, sayıları 7-8 bini geçmeyen sıcak para yatırımcıları her seferinde kazanırken bu süreçte işini kaybeden, borçlarını ödeyemeyen, gelirleri azalan, alım güçleri düşen milyonlardan bu oyuna sessiz kalmaları bekleniyor. İşte kaderi yabancı finans devlerinin iki dudağı arasında bir ülkenin ekonomisinin hal-i pür melali bu.
Borçlandırma Ekonomisinin Bitmek Bilmeyen Krizi
Gelelim ikinci soruya. Yani kriz bitti mi yoksa daha yeni mi başlıyor sorusuna. Yukarıda bir kısmına değinilen verilerin bize açıkça gösterdiği bir şey varsa bu da aslında krizden hiçbir zaman çıkılmadığıdır. Çünkü 2008’de yaşanan krizde Amerikan Merkez Bankası’nın bastığı paralarla kurtarılan finans kuruluşları krizin yapısal nedeni olan kitleleri borçlandırma ve bundan yüksek kâr elde etme hırsından 2008 krizinden sonra da vazgeçmediler. 2008’deki büyük çöküşün ardından göstermelik olmaktan öteye gitmeyen birkaç düzenleme ve kısıtlamaya karşın bankalar ve finansal kuruluşlar git gide artan miktarlarda verdikleri/pazarladıkları kredileri yeniden bir balon gibi şişirmeye ve kitleleri tüketime yönlendirmeye devam etti. Kredi dağıtma ve verilen bu kredilerle yapılan tüketim üzerine kurulu finansal model ekonominin kesintisiz ve sonsuza dek büyüyeceği varsayımına dayanıyordu. Ne var ki, 2008’de derinleşen krizin işsiz bıraktığı ve yeni istihdam yaratamadığı borçlandırılmışlar ordusu hem üretim hem de tüketim alanından çekildikçe kesintisiz ekonomik büyüme varsayımı sarsılmaya başladı. Halihazırda iş sahibi olanların işlerini kaybettiği bir dönemde eğitim aldıktan hemen sonra istihdama katılması beklenen genç nüfusun iş bulması artık çok daha zor. Diplomalı işsiz sayısının her geçen gün kabardığı 2011 itibariyle ABD’de geri ödenememiş eğitim kredileri tüm Amerikalıların ödenememiş tüketici kredilerinin toplamını geçmiş durumda. Türkiye’de 3 milyona yakın kişi kredi kartı borcunu ödeyemediği için kara listeye alındı. Borcunu ödeyemeyenlerin bir bölümü tamamen batık, yani borçları karşılığı bankaların haciz edebilecekleri düzenli bir gelirleri veya bir mal varlıkları dahi yok. Bankaların şişirdiği kredi balonuna geçtiğimiz yıldan başlamak üzere bir de İzlanda, İrlanda, Yunanistan gibi ülkelerde başlayan karşılığı olmayan yüksek kamu borçları eklenince yani borçlandırılmış kitlelere bir de borçlu devletler eklenince krizin aslında henüz başlangıç evresinde olduğumuz ortaya çıktı. Yüksek kamu borcuna sahip ülkeler kitleleri borçlandırma üzerine kurulu kredi ekonomisini sadece kendi borçlarının ödenememesi riskiyle tehdit etmiyor. Çok daha önemlisi kamu borcu yüksek devletler ve dahil oldukları Avrupa Birliği bu borçlarını ödemek için yapmak zorunda kalacakları kısıntılarla ve uygulamaya mecbur olacakları daraltıcı önlemlerle sürekli büyümesi beklenen ekonominin durgunluğa girmesine ve hatta küçülmesine yol açarak kredi ekonomisinin temel varsayımının altını oyuyorlar. Bu koşullar altında küresel bir ekonomik resesyona yani durgunluğa doğru adım adım yaklaşıldığını, 2012 yılı için olumsuz beklentilerini açıklayan tüm kuruluşlar artık tescil ediyor.
Görüldüğü gibi bankalara yüksek kâr getiren krediler ile kitleleri borçlandırma üzerine kurulu finansal sistem değişmediği sürece kriz daha da derinleşecek. Peki daha çok kâr elde etmekten başka gözü bir şey görmeyen finans sermayenin dünyayı resesyonun eşiğine getirerek kendi sonunu hazırladığı söylenebilir mi? Bu soruya “evet” cevabını vermek oldukça zor. Zira bu kez finansal kriz ekonomik resesyonla birlikte yaşanacak ama finans sermaye bu krizi de yine bir “fırsata” dönüştürmenin hazırlığı içinde. Bu yazının başında bahsettiğim gibi borsalarda, döviz kurlarında, emtia piyasalarında son dönemlerde yaşanan spekülasyona dayalı aşırı dalgalanmalar bunun bir göstergesi. En temel hak olan herkes için beslenme, barınma ve sosyal güvenlik hakkını sokağa çıkıp savunmanın suç ama spekülasyonla para kazanmanın veya kredi kartı kampanyalarıyla kitleleri borçlandırarak bunun üzerinden kazanç elde etmenin hırsızlık değil meşru kazanç fırsatı olarak görüldüğü bir düzende finans sermayenin herhangi bir krizden zararla çıkması söz konusu değil.
İktidarla ilişkileri sağlam olan ve sayıları onbeş yirmiyi geçmeyen büyük Türk bankalarının piyasa değeri bugün Türkiye’deki tüm şirketlerin toplamının %50’sine denk geliyor. Evet 5 milyonluk Hong Kong’dan değil 72 milyonluk Türkiye’den bahsediyoruz. Bankacılık sektörünün İstanbul Borsası’ndaki ağırlığı %50 yani tek başına ülkedeki tüm şirketlerin ve ekonomik değerin yarısını üretiyor. Bu koşullarda Türkiye’de finans sermayenin zor durumda kalmaması için iktidarın elinden gelen her şeyi yapacağı kesin. Zaten başbakanın da 2023 için öngördüğü pek çılgın projeleri İstanbul’u bir bankacılık ve finans merkezi haline getirmek ve o bankaların sağlayacağı krediler ile İstanbul’a iki de yeni şehir yapmaktan ibaret. Herhalde Erdoğan yeni evlenen herkesten istediği 3 çocuğun ikisini 2023’te inşaat işçisi ve birini de banka memuru olarak görmek istiyor. Bu 3 kardeşi birleştirecek ortak nokta ise hepsinin İstanbul’da kurulacak yeni şehirlerden bir ev almak için bankalara ömür boylu borçlu olacak olmaları.
Bizler için iktidar ve finans sermayenin öngördüğü gelecek tahayyülü işte bu. Onların arzuladıkları toplum, güvencesiz çalışan, sürekli borçlu, baskı altında ve çaresiz kitlelerden oluşuyor. İnsanların her krizde biraz daha yoksullaşan, borçlanan, güçsüzleşen, sesi soluğu kesilen geniş halk yığınlarına dönüşmesi bekleniyor. Finansal-siyasal yapının bizler için öngördüğü bu gelecek tahayyülüne karşı şimdi, şu anda, vakit çok geç olmadan sesimizi yükseltme zamanı. Ya ekonomik krizlerin her seferinde bizleri daha da yoksullaştırmasına dur deyip krizin bedelini finans-sermayeye ödeteceğiz yahut borç içinde gömüleceğiz. İşte bütün mesele bu.